1 Şubat 1998 Pazar

Kitle Kültürü ve Kitle Toplumu Konusunda Önde Gelen Yaklaşımlar

Giriş
Kitle kavramı hemen her zaman nicelikle ilgili bir kavram olarak kullanılır. Sözgelimi fizikteki anlamı bir maddenin şeklinden ve niteliğinden bağımsız olarak sahip olduğu madde miktarıdır. Kökenini fizikten alan kitle kavramı toplumda da hep bir sayısal çokluğu ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Toplumu değiştirme ya da iktidarı ele geçirme amacını güden siyasal partiler için “kitlesel destek bulmak” hayati bir sorundur. Lenin’in “Devrim kitlelerin eseri olacaktır” sözü de aynı soruna işaret etmektedir. Burada olduğu gibi pek çok başka kuramcı ve siyasetçi de kitle kavramını, iktidar sorunu açısından olumlu yönden ele almıştır. Ancak buna ters yönde, sanayileşmiş modern toplumları eleştiren bazı kuramcılar da kitleyi olumsuz bir niteleme olarak kullanmış, “kitle toplumu” ve “kitle kültürü” kavramlarını ortaya atmış ve geliştirmişlerdir.

Kitle toplumu eleştirmenlerinin hemen hepsi modern sanayi kapitalizminin insanı tekbiçimlileştirdiğini görmüşlerdir. Bu öyle bir süreçtir ki insanları bütün somut kişiliklerinden soymakta, soyut özgür vatandaş haline getirmekte, kendi eylemlerinin sonucu olan bu toplum, onlara yabancı ve denetleyemedikleri anlaşılmaz bir doğa gücü gibi görünmektedir. Marks ‘Yahudi Meselesi’nde şöyle der: “Burjuva toplumunda insan, aslında profan nitelikte bir varlıktır. Burjuva toplumunda insan, kendine ve başkalarına karşı sadece bir kişi, gerçek olmayan bir fenomendir. Kişinin ancak kendi türünden kişilerin bir tanesi sayıldığı devlet içinde muhayyel bir egemenlik zincirinin muhayyel bir halkası, kendi kişisel hayatı elinden alınmış, gerçekliği olmayan bir genelliğe sokulmuş bir nesnedir.”[1] Marks daha 1843 gibi çok erken bir tarihte bu olguyu saptamış ve daha sonraki tüm eserlerinde geliştirmiştir. 

En başta kitle kavramının maddenin niteliklerinden soyutlanmış bir nicelik olduğunu belirtmiştik. Modern kapitalist toplumunda insan da tıpkı fiziksel bir nesne gibi ölçülebilen, istenen kalıba sokulabilen, üzerinde işlem yapılabilen, tüm insani niteliklerinden soyutlanmış bir nesne olarak ele alınıp maksimum kar amacına göre programlanabilen bir varlık haline getirilmektedir. Bu durumu gören bazı kuramcılar kitle toplumu ve kitle kültürü kavramını ortaya atmışlardır.

On dokuzuncu yüzyıl ortalarından başlayıp Avrupa ve Amerika’daki kültürel değişimleri inceleyerek kitle toplumu kuramını ilk ortaya atanlar genellikle kapitalizm ve demokrasi karşıtı olup çoğunlukla aristokrat kökenli veya seçkinci kuramcılardır. Kitle toplumunun bu ilk kuramcıları ( Alexis de Tocqueville, Friedrich Nietzsche, Oswald Spengler, Ortega y Gasset ) eserlerinde toplumu  daha çok felsefi açıdan ele almışlar, ancak kitle toplumunun bugünkü anlamda sosyolojik çözümlemesini yapmamışlardır. Alan Swingewood “Kitle Kültürü Efsanesi” adlı kitabında kitle kültürü kuramının ortaya çıkışını şöyle açıklıyor: 

“Kitle toplumu kavramının tarihsel kökeni, dayanağı artık “halk” değil, kitle kavramı olan modern sınıflı toplumun belirmesi için gerekli toplumsal, siyasal ve ekonomik koşulları hazırlayan Batı Avrupa kapitalizminin On dokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısındaki hızlı gelişimine bağlanır. Kitle toplumunun ideal nitelikleri kapitalist işbölümünün gelişmesi, büyük çaplı fabrika örgütlenmesi ve meta üretimi, nüfusun kentlerde yoğunlaşması, kentlerin büyümesi, karar alma sürecinin merkezileşmesi, daha karmaşık ve evrensel iletişim sistemleri ve oy hakkının işçi sınıfını da içine alacak biçimde genişletilmesine dayanan kitlesel siyasal hareketlerin büyümesidir. Ama bu “kitle” terimi, ideolojideki bir değişimi de ifade eder: bu yoğun ekonomik ve toplumsal ilişkiler çözüldükçe, ortaya çıkan burjuva yönetici sınıf, tahakkümü laik ve rasyonel idealler olan demokrasi, eşitlik ve maddi adalet dolayımıyla meşrulaştırmaya çabalar. Kapitalizm, toplumsal ilişkileri kalıtsal ayrıcalıklara ve katı güç ve statü hiyerarşisine dayanan tabakalaşma sisteminden biçimsel eşitlikçilik sistemine doğru dönüştürür. Yeni baskın sınıf hem feodal tabaka kalıntılarını (özellikle de aristokrasiyi) hem de doğmakta olan proletaryayı otoritesine tabi kılmak istediği için “sınıf” kavramı rütbe kavramının yerine geçer; akıl, geleneğe galip gelir. Yani “kitle terimi, yükselen burjuvazinin modern kapitalist devlet içinde iktidarını pekiştirmesinden önce toplumsal düşüncede ortaya çıkmıştır. Terim, aristokrasi yanlısı ve kapitalizm karşıtı ideologlar tarafından ticaret ve endüstrinin değer ve pratiklerine saldırılırken alçaltıcı bir anlam yüklenerek kullanılmıştır.”[2]

Tutucu Kuramcılar

Alexis de Tocqueville’in “Amerika’da Demokrasi”[3] (1835-1840) adlı dört ciltlik kitabı genellikle kitle toplumunun ilk sosyolojik eleştirisi olarak kabul görür. 1831 yılında 10 ay süreyle Amerika’da bulunan Tocqueville, kitle toplumunun tekbiçimlileştirici etkisini, tüketim kültürünü, burjuva demokrasisinin  yarattığı özgürlük yanılsamasını, geleneksel ilişkilerin ve zümrelerin giderek çözülüp insanları kitlenin bir parçası haline getirişini fark etmiştir. Modern toplumun artık kalıtsal ilkeler ve geleneksel bağlılık ilişkileri tarafından değil, yaşamın her alanını kaplayan ve bireyselcilik, materyalizm ve toplumsal istikrarsızlığı besleyen eşitlikçilik tarafından idare edildiğini yazmaktadır. Burjuva toplumunun bir sosyalist muhalefeti de doğurmakta olduğunu görmüş ve bundan da sanayi devrimini sorumlu tutmuştur. Aristokratik bir toplum eleştirisi ortaya koyan Tocqueville, çoğunluğun haklılığı ve doğru değerleri temsil eder sayılması ile kendisini ve kendi çıkarlarını ilgilendiren konularda herkesin kendi ölçüsünü kendisinin saptayabileceği inancı arasındaki çelişkiye dayanan toplumsal yaşam düzenlemesinin, Amerika’nın temel özelliği sayılması gerektiğini söylemiştir. Ona göre insanlar arasındaki ilişkilerin genişliğinin artmasına karşılık, yoğunluk ve derinliği azalmakta; insan kendini kalbinin yalnızlığı içine hapsetmekte; yani eşitlik, insanları aralarında hiçbir bağ olmadan öylece yan yana koymaktadır. Bu yeni toplumda orta sınıfın, mütevazı ve vasat derecede zengin olmasına rağmen refah düşkünlüğü içinde olduğunu, maddi refah iptilasının esas olarak bir orta sınıf iptilası olduğunu ve onunla birlikte yayılıp hakim duruma geldiğini belirtmiştir. Yönetim, insanları daima bir çocukluk halinde ve sevinmekten başka bir şey düşünmemeleri şartı ile sevinç içinde tutmaya çalışmakta, yaşamak zahmetinden ve kendi sorunları üzerinde düşünme sıkıntısından kurtarmakta ve böylece bireysel irade özgürlüğünü kullanma olanaklarından uzaklaştırmaktadır. Bu yeni toplumda siyasal iktidar insanlara baskı uygulamadığı halde onların yaşamlarını sınırlamakta, ürkek ve çalışkan hayvanlardan oluşan bir sürü haline gelinceye kadar gevşetip tüketmekte ve budalalaştırmaktadır; ve bütün bunlar da özgürlüğün dışsal biçimleri ile bir araya getirilerek yapılmaktadır. Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtlarında Adorno ve Horkheimer şunu söylüyor: “Yüzyıl önce Tocqueville’in yaptığı analiz bu arada tamamen doğru çıkmıştır. Özel kültür tekelinin egemenliğinde gerçekten de “despotluk bedeni serbest bırakmakta ve doğrudan doğruya ruhu hedef almaktadır. Egemen, artık benim gibi düşünmelisin ya da ölmelisin, demiyor. Tersine şöyle diyor. Benim gibi düşünmemekte serbestsin, yaşamın, malın mülkün sana aittir, ama bugünden itibaren sen aramızda bir yabancısın”* Uyum sağlamayan her şey başına buyruk kişinin acizliğinde devam eden ekonomik acizlikle cezalandırılır.”[4] De Tocqueville, betimleyici düzeyde çarpıcı ve öngörülü düşüncelere sahip olmasına ve hâlâ ilginç olmasına rağmen, kitle toplumunun nasıl oluştuğu konusunu açıklayamamış, bununla beraber aristokratik tavrıyla demokrasiyi kültürel vasatlıkla özdeşleştirmiş ve bütünüyle karamsar bir tablo çizmiştir. “Demokratik milletlerde ihtiras ateşli ve devamlıdır ama amaçları her zaman da asil değildir; ve yaşam genelde ulaşılabilecek küçük şeylere göz dikmek suretiyle harcanıp gider.” 

Aristokratik kitle eleştirisinde çok daha reaksiyoner bir tavır takınan Friedrich Nietzsche[5], kitleleri, barbar ayak takımı olarak aşağılıyor ve kitleler deyince de emekçi halk tabakalarını kastediyordu. Onları kültürü tehdit eden yığınlar olarak görüyordu: “Bir sorun haline gelen Avrupa işçisi ile nasıl başedebileceğimizi artık düşünemiyorum.  Bu insanlar artık sürekli daha fazla bulunmayacak kadar zengin. Eğer insan köle istiyorsa, bu insanları efendi olacak şekilde yetiştirmek aptallık olur.” Diyen Nietzsche aşağı sınıfların iktidarı ele geçirdiğini söylüyor ve eşitlik, kitle demokrasisi, yığınların özgürlüğü gibi düşüncelere karşı çıkıyordu: “bugün artık küçük insanlar efendi olmuştur da ondan bunlar hep boyun eğmeyi ve alçakgönüllülüğü ve kurnazlığı ve çalışkanlığı ve özenmeyi ve küçük erdemlerin daha bilmem  nesini söylerler. Kadınsı olan ne varsa, köleler soyundan gelen ne varsa, hele yığınların o yamalı bohçası -işte bunlar şimdi insanlığın bütün yazgısına söz geçirmek istiyorlar- oh, tiksinti, tiksinti, tiksinti!” Alt sınıfların iktidara ortak olmasından tiksinen Nietzsche bir seçkinler iktidarı talep ediyordu: “Ey yüksek insanlar, alt edin küçük erdemleri,......, en büyük çoğunluğun mutluluğunu”. Çünkü Nietzsche’ye göre toplumdaki geniş yığınlar asla yüksek kültür düzeyine erişemezler ve daima seçkinlerden oluşan bir yönetim tarafından yönetilmelidirler: “Her sağlıklı toplumda birbirine etki yapan ve fizyolojik olarak birbirinden farklı üç değişik tip vardır. Her birinin kendi sağlıklı yaşam yöntemi, kendi çalışma alanı, kendi mükemmeliyet ve ustalık anlayışları vardır. .....Birincisi zeka düzeyleri erişilmez derecede üstün olanlar ve üçüncü olarak, ne birinde ne öbüründe üstünlük gösterebilenler, yani sıradan olanlar bu sonuncular büyük çoğunluğu oluşturur, birinciler de seçkinleri.” Kitlelere -özellikle kendi yaşadığı dönemde Avrupa’da çok büyük güç kazanan işçi sınıfına- karşı büyük nefret duyan ve aşağılayan Nietzsche, kitle toplumunun oluşumu, kapitalizmle ilişkisi konularında hiçbir açıklama yapmadığı gibi, gerçeği gizleyecek yönde kitleleşmeyi evrensel ve mutlak bir olgu olarak sunar. Gelişen burjuva toplumuna karşı Alman aristokrasisinin sözcüsü olan Nietzsche 20. yy’da Nazizme varacak olan Alman milliyetçiliğinin de öncülerindendir. Nietzsche için kitlelerin eleştirisi, yitip giden geçmişin değerlerine ve kültürüne duyulan özlemin öfkeli bir ifadesi olmuştur. Ona göre yaşadığı dönemin kültürü dekadans (çöküş) kültürüdür. Nietzsche’nin aristokratik ve karamsar toplum eleştirisinin mirasçılarından biri Oswald Spengler, diğeri de Ortega y Gasset’dir.

Tarih felsefesi alanında çöküş motifini işleyen düşünürlerin başında Oswald Spengler[6] gelir. Burjuva devrimleri ve sanayileşmenin ardından geleneksel toplumsal ilişkilerin çözülmesi, buna paralel olarak geleneksel kültürün ve değerlerin yerini modern kültürün bireyci ve pragmatist değerlerine bırakması gibi olgular, aydınlanma dönemi iyimserliğine dayalı ilerlemeci tarih anlayışının terk edilmesine yol açmıştır. Diğer yandan işçi sınıfı hareketlerinin burjuva iktidarlarını tehdit etmeye başlaması ve 20. yy’daki dünya savaşlarının yarattığı yıkımlar, Avrupalı entelektüellerde çöküş duygusunun yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bunun tarih felsefesindeki karşılığı da, döngüsel ve kaderci tarih anlayışına geri dönülerek, Avrupa kültürünün gerilemekte olduğunun iddia edilmesi olmuştur. Bu düşünürlerin başta geleni Oswald Spengler (1880-1938) 1917’de yayınlanan “Batı’nın Çöküşü” adlı eserinde hem kendi tarih anlayışını ortaya koymuş hem de Avrupa Uygarlığını bu şemaya göre incelerken, modern kültürün de köklü bir eleştirisini yapmıştır. Bu eserinde modern kitle toplumuna ilişkin oldukça ayrıntılı düşünceler vardır. 

Spengler de en çok etkilendiği düşünürlerden birinin Nietzsche olduğunu belirtiyor. Spengler’e göre tarihte tüm kültürler, canlı organizmalar gibi doğar, gelişir ve kaderlerini yerine getirdikten sonra ölürler. Tarih incelemesinin baş konusu yüksek kültürlerdir. Her yüksek kültürün kendine özgü üstünlükleri vardır. Bu nedenle tarihte bir kültürün diğerinden daha üstün olduğu söylenemez. Böylece Spengler tarihte ilerleme ve daha iyiye ve özgürleşmeye doğru bir gidiş olduğu şeklindeki tarih anlayışını tamamen reddeder. Bir kültür doğar, halklar, diller sanatlar, inançlar, devletler yaratır, bu olanaklarının tümünü tükettiği zaman da katılaşır ve alçalmaya başlar. Bu aşama, kültürün uygarlık haline geldiği aşamadır. Bu aşamada kültür ölmeye yüz tutar ve uzunca bir tarih süresi boyunca bu aşamada kalabilir. “Sonunda, kültürün ruhundaki ateş dinince, son aşamasına girer –uygarlık aşamasına-. Her kültürün kendi uygarlığı vardır. Uygarlık kültürün kaçınılmaz kaderidir. Uygarlıklar kültürlerin son, en dışsal ve yapay durumlarıdırlar.” Bir kültür uygarlık aşamasına geldiğinde, kültürün ilk gençlik dönemindeki değerler yozlaşır ve yerini yeni değerlere bırakır: yuva, ırk, anavatan, kan grubu gibi özellikler yerlerini kozmopolitlik, megapolis gibi başka özelliklere bırakır. Yaşlılara saygı, gelenek yerini soğuk bir olgusallığa; ülkeye sahip çıkma duygusu yerini enternasyonalizme; gerçek canlı değerler yerini para ve soyut değerlere; halk yerini kitleye; analığın yüceltilmesi yerini cinsiyet ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması çabasına; kendiliğinden halk bayramları yerini yozlaşmış eğlence biçimlerine; emperyalizm, yayılmacılık ve şehirleşmenin yaygınlaşmasına; birlik ve nitelik yerini erk tutkusu ve sınıf mücadelesi kültüne bırakır. Kültürün daha önceki döneminin değerlerini, kalıplarını canlandırmak için bir çok taklitçi girişimler yapılır, fakat hepsi sonuçsuz kalır. Kültür aşamasında bütün mücadeleler, hatta en kanlı olanları bile, bir fikrin yaşayan bir tarih olgusu halinde gerçekleştirilmesidir. Uygarlık aşamasında kalan tek mücadele, hayvansı bir üstünlük kazanmak için salt erk mücadelesidir. Kültür bu aşamadan sonra yaşama isteğini yitirir, çözülmeye başlar ve sonunda tarih-dışı bir biçim olur. Bununla birlikte ölümünden önce kültür-uygarlık ikinci bir dinsellik süreci yaşar, yeni bir mistiklik dalgası yayılır.

Görüldüğü gibi Spengler, özellikle Avrupa kültüründe, modern kapitalist sanayi toplumunun yarattığı büyük değişmeleri görmüş ama bunu idealist bir şekilde mutlaklaştırmış, üstelik geçmişe dönük bir yorumla içinde bulunduğu dönemi Avrupa kültürünün “uygarlık halinde ölüme gittiği” bir dönem olarak tarif etmiştir. Spengler’in tüm insanlık tarihini de bir döngü şeklinde yorumlamasının temelinde şüphesiz, Avrupalı entelektüellerin 20. yy’ın ilk yarısında yaşadıkları karamsarlığın etkisi vardır. Yaşadıkları günü algılayış biçimi geçmişe bakışlarını da etkilemiş ve yalnızca modernleşme döneminin sonucu olan değişimleri bir yozlaşma süreci olarak değerlendirmişlerdir. Bu dönemim eğilimlerini toplumsal yasalar olarak yorumlamış ve bir tarih felsefesi haline getirmişlerdir. 

Spengler’in kültürün uygarlık aşamasındaki çöküş sürecine ilişkin betimlemeleri ve kitlelere bakışı da diğer aristokratik eleştirmenlerin bakışıyla ortaktır: Büyük bir kültür uygarlık aşamasına geldiğinde bir şehirli kuruluşu olan halk heyeti çözülerek biçimden yoksun bir kitleye döner. Devlet, ulus, toplumsal tabakalar hep parçalanma eğilimi gösterirler. Şehir büyüyerek hastalıklı bir megapolis olur -yapay inorganik ve kozmopolit. Soyluluk, rahipler ve burjuvaziye ek olarak dördüncü bir tabaka ortaya çıkar: “kitleler.” Devrimler ve anarşi süreci içinde sezarizm doğar, yani kitleleri peşinden sürükleyen, soylu değerlerden yoksun kişilerin tiranca diktatörlüğü. Bu dönemde artık soyluluğun gerektirdiği gibi yaşama politikası üzerinde zafer kazandığı için şimdi kaba kuvvet politikası, para ve para politikaları egemen olur. Uygarlık aşamasında incelmiş zekanın canavarca sembolü olarak dev megapolisler ortaya çıkarlar. Bu gibi dünya merkezleri bütün anavatanı değersizleştirirler ve kendi dışlarında kalan bölgeleri de önemsiz taşra bölgeleri haline getirirler. Bu dev megapolisler “tümüyle zeka”dırlar. Bugünün makineleşmeye dayalı batının dünya şehirlerinde kültürün yok oluşunu görüyoruz. İnsan makinenin kölesi haline gelmektedir. Bu şehirlerde insanlar yaşamın bu karmaşık biçimlerinden bıkıp usanır ve yaşamın daha yalın biçimlerine dönmek amacıyla doğayla yakınlaşma çabasına girer. Böylece falcılık, spiritüalizm, astroloji, Hint felsefeleri ya da başka metafizik biçimler altında ikinci bir dinsellik dalgası ortaya çıkar. Her uygarlığın kendine özgü bir çöküş tarzı vardır,  bu çöküş döneminde ortaya çıkan ideolojiler hep dinsizce şeylerdir. Batı kültüründe de sosyalizmin ortaya çıkışı, onun kendine özgü çöküş  tarzının işaretidir. Spengler bir kahin edasıyla batı kültürünün yarattığı büyük yapıların, tıpkı Babil kulesinin yıkıntı halinde unutuluşu gibi ortadan kalkacağını, Megapolisin makine tekniğinin hızla tarihinin sonuna yaklaşmakta olduğunu iddia etmektedir. 

Kültürün ilk döneminde seçkinlerin akılcı yönetimi egemendir. Ancak şehrin yükselişiyle zeka, para ve burjuvazi önderlik rolünü devralır. Toplumsal zümrenin yerini parti politikası alır. Uygarlık aşamasında ortaya çıkan demokrasi kitleleri peşinden sürükleyen diktatörlerin ortaya çıkmasına yol açar. Spengler’e göre demokrasinin diktatörlüğe dönüşme süreci şöyledir: demokrasinin başlangıcında meydan yalnızca sorumlu, soylu ve salt zekanındır. Ancak çok geçmeden parası olan egemenliği eline geçirir. Böylece kurnaz burjuvazi önderliği eline alır. Siyasal mekanizma aracılığıyla oyu ve seçmenleri denetlemeye başlar. Basın güçlü bir propaganda silahı olarak bu mekanizmanın en etkili ve sinsi parçalarından biri haline gelir. Demokrasi, gazete ve magazin basını ile halkın hayatından kitabı atar. Basın, kitle eğitimi ve kitle propagandası halka gitgide daha az düşünmeyi ve basının sunduğunu daha çok kabul etmeyi öğretir. Kitap dünyası şimdi bir azınlığın elindedir. İnsanlar, zihni sabahtan akşama kadar büyü gibi bağlayan, ciddi kitapları unutturan, istediği kitapları yücelten, onaylamadığı kitapları da öldüren basının denetimine girer. Demokraside “gerçek”, basının istediği şeydir. Basın istediği gerçekleri ortaya koyar, dönüştürür ve değiştirir. Kitle eğitimi kitleleri basının erk alanına sürer. Böyle bir basın ve böyle bir kitle eğitimi Sezar’lara yol hazırlamaktadır. Parti önderlerinin diktatörlüğü basının diktatörlüğüne dayanır. Basın ve başka araçlar yoluyla, kitlelerin zihinleri ve eylemleri partilerin demir disiplini altında tutulur. Bu partiler ise bir kaç patronun sözcüsü ve adamıdırlar. Parlamentolar, kongreler ve seçimler halkın kendi kaderini tayin hakkı adına sahneye konmuş bir çeşit danışıklı oyundur, farstır. Para, zekayı yıktıktan sonra yine para yoluyla demokrasi kendi kendisinin yıkıcısı olur. Kavgalar, huzursuzluk ve güvensizlik müzminleşir. Bütün bu kavgalardan ve çekişmelerden bıkan insanlar bir kurtarıcının yolunu beklerler. Böylelikle yozlaşan demokrasi ortamında Sezarizm gelişir. Sezarizm, toplumsal, ekonomik ve siyasal örgütlenme alanında uygarlığın son perdesi olmaktadır. Yavaş yavaş barbarlaşma başlar ve kültür çözülerek sona erer. 

Spengler’in bu eseri 1911’de yazmaya başladığı ve 1917’de yayınladığı düşünülürse sonraki otuz beş-kırk yıllık gelişmelerin, ilk bakışta O’nun kehanetlerini kanıtladığı düşünülebilir. Avrupa’yı yıkıma götüren iki dünya savaşı, ekonomik buhranlar, Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde faşist diktatörlükler, Yahudi soykırımı, Almanya, İtalya ve İspanya’da başarısız devrim girişimleri, Sovyetlerde sosyalizmin yozlaşarak totalitarizme dönüşmesi, atom bombası, kitle imha silahları, ve soğuk savaş...

Fakat Spengler’in batı uygarlığının çökeceği öngörüsü gerçekleşmediği gibi batılı modernleşme tarzı da tüm dünyaya yayılmıştır. Öte yandan Spengler’in görüşlerinde betimsel olarak doğru görülen yanlar bulunmasına karşılık iki temel hata var. Birincisi modern dönemde ortaya çıkmış bir tarihsel  durumu tüm dünya tarihindeki toplumların ortak kaderi olarak yorumlaması, ikincisi de kültürün yozlaşması dediği evrede ortaya çıkan tüm toplumsal sorunlardan demokrasiyi ve kitleleri sorumlu tutmasıdır. Adorno, “Spengler Haklı mı Çıkacak?”[7] adlı yazısında şöyle diyor: “Modern kitle toplumuna yönelik kimi fenomenler.....konusunda kehanetlerde bulunurken Spengler’in modern mağara insanı deyimini kullanmış olması dikkat çekicidir.....Bir Nietzsche tavrıyla Spengler, kitleyi belli bir küçümseme tavrını sergiliyor.” Spengler kitle toplumu ve totalitarizm ilişkisini betimlerken bunun ortaya çıkış nedenleri ve işleyiş yapısı hakkında toplumbilimsel anlamda hiçbir şey söylemiyor. Adorno’ya göre bu bakış tarzı, “kitle davranışlarındaki bozukluk ve irrasyonelliklerin her seferinde kitlenin üzerine binen toplumsal baskılardan kaynaklandığı görüşüdür.” Bu aksamalar ve davranış bozuklukları “kültürün......insanların üzerine yıktığı aksamalardır. Oysa Spengler, bu karakteristikleri kendi kendilerini tekrarlayan birer karakteristik olarak ebedileştirmiş gibi görünüyor.” Adorno’ya göre Spengler’in bu saptırma tarzı onun kendi gerici siyasal eğiliminden kaynaklanıyor: “Spengler kitleleri, onlara egemen olmayı haklı göstermek için durmadan...... aynen yeniden üretilen bir artık ürün durumuna indirgemektedir.” Adorno’nun bu sözlerine dayanarak tekrarlayabiliriz ki aristokratik kitle toplumu eleştirilerinin ortak amacı modern toplumda ortaya çıkan fenomenleri açıklamak değil, ama kitlelerin bir seçkinler iktidarı tarafından yönetilmesini haklılaştırmak için bir takım spekülatif teoriler ortaya atmaktadır. Hiç duraksamadan bu teorilerin betimsel açıdan oldukça önemli ama sosyolojik ve tarihsel açıdan türlü metafizik genellemelerle dolu olduğu söylenebilir. Adorno’nun dediği gibi “Spengler Alman faşizminin ön figürleri arasında yer alır.” 

Nietzsche ve Spengler’in izini sürdüren bir diğer kitle toplumu eleştirmeni de Ortega y Gasset’dir (1883-1955). 1930 yılında yayınladığı “Kütlelerin İsyanı”* adlı kitabı kendi deyimiyle uygarlık tarihinde ilk kez ortaya çıkan bir durumu, kitlelerin toplumsal iktidarı ele geçirme olgusunu analiz etmeyi amaçlamaktadır. Fakat Gasset’in niyeti bir yana ortaya koyduğu eser Nietzsche ve Spengler tarzında aristokratik bir modern toplum ve demokrasi eleştirisidir. “Tarihin tamamen aristokratik bir yorumuna” inandığını kendisi de açıkça belirtir. Tıpkı Nietzsche gibi Gasset de toplumda seçkinler ve kitlelerden oluşan iki temel tabakanın bulunduğunu, eğer sözü edilen yozlaşmamış bir toplumsa bunun zaten özünde aristokratik olması gerektiğini söylüyor. Öncülleri gibi Gasset de kitlelerin egemenliğini sağlayan demokrasinin, kitlelerin diktatörlüğüne dönüşeceğini, buna karşı duracak tek yönetimin de entelektüel seçkinlerin iktidarı olabileceğini iddia ediyor. Günümüzde kitlelerin “O güne kadar azınlığa tahsis edilmiş mevkileri işgal etmek, aygıtları kullanmak ve hazları tatmak üzere toplumun ön saflarına doğru ilerlemeye karar verdiğini” söyleyen Gasset’e göre faşizm ve sosyalizm gibi uygarlığı tehdit eden siyasal sistemler, kitlelerin, iktidarı ele geçirmesi nedeniyle doğmuştur.  Yazar kitle terimiyle sadece emekçi alt sınıfları kastetmiyor: “kütle terimi ile bilhassa işçiler anlaşılmamalıdır. Terim sosyal bir sınıfı değil, bütün sosyal sınıflarda görülen ve bunun neticesi, onun bütün yönetici kudret haline geldiğini belirtir.” “kütle, kendisi için iyi veya kötü özel sahalara dayalı hiç bir hedef seçmeyen, kendini herkes gibi hisseden ve bu halin kendisini düşündürmediği, gerçekte herkes gibi hissetmekle kendisini mesut hisseden herkestir. Yazara göre insanlık iki çeşit insan tipinden oluşur demiştik: birincisi “güçlük ve görevleri üst üste yığarak kendi varlıklarından daha büyük talepte bulunanlar” yani seçkinler ve “yaşadıkları anı hayat diye kabul edenler, mükemmellik yolunda hiçbir gayret göstermeyen, dalgalar üzerinde şamandıra misali insanlar” yani kitleler. Gasset’e göre kitle insanının hayatta hiç bir amacı yoktur ve kendini akıntıya kaptırmıştır. Günümüzde, kamu otoritesini böyle kitleler ele geçirmiş olduklarından, ellerindeki imkanlar ve gücün büyüklüğüne rağmen yapıcı hiç bir faaliyetleri yoktur. Ve günümüzde ortaya çıkan tüm toplumsal sorunların kaynağı da işte budur. 

Gerçekte Gasset’in dogmatikçe iddia ettiği gibi kamu otoritesi hiç de geniş kitlelerin elinde değildir. Aksine demokratik sistemin bugünkü yapılanma biçimi sadece halkoylamasına ve temsili sisteme dayandığı için kitlelerin -ya da tüm halkın diyelim- aktif bir şekilde toplumun yönetimine olanak tanımaz. Böyle bir sistemde, manipüle ettiği halkın rızasını alan her hükümet, devletin iplerini elinde tutan, baskın sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazinin temel taleplerini yerine getirir. Sınıfların hâlâ varlığını sürdürüyor olması Gasset’in iddia ettiği tarzda kitlelerin kamu otoritesine hakim olmadığını gösterir. Geçmişteki tüm toplumsal sistemlerle kıyaslandığında bugünkü demokratik sistem yine de göreli olarak özgürlüklere en fazla yer veren sistemdir. Ama insanlığın potansiyel olarak sahip olduğu bilgi birikimi ve özgürlükçü öğretilerin işaret ettiği olanaklar göz önünde tutulduğunda kitlelerin hala kendi tarihlerini bilinçli olarak yazamadıklarını görürüz. Bunun gerçekleşmesi için ise çok köklü bir aydınlanma ve sistem karşıtı muhalefetin oluşması gerekir. Görüyoruz ki Gasset gibiler, kitlelerin (özellikle emekçi sınıfların), bugünkü düzeyde elde ettiği özgürlüklere bile tahammül edemiyorlar. Ve hatta kitlelerin şimdiye kadar  azınlıklara tahsis edilmiş mevkileri saygısızca ele geçirdiğini söylüyor.     

Gasset’e göre kitle toplumu, 19. yüzyılda teknik bilgi birikimi ve sanayileşme üzerine kurulu liberal demokrasi sonucunda ortaya çıkmıştır. 19. Yüzyılda Avrupa nüfusu üç misli artmış, genel oy hakkı, genel eğitim, kitlelerin tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Ancak genel eğitim insanlara toplum hayatının temel bilgi ve tekniklerini öğretmesine rağmen onları yüksek değerlere göre eğitememiş onlara büyük tarihsel görev duyguları verilmemiştir. Undan dolayı kitleler dünyanın kaderini ele geçirmeye çalışmışlardır. Liberal demokrasi kitlelerin iktidara geçmesini sağlamıştır ancak kitleler böyle bir göreve hazır değildirler. O nedenle kitleler için yasaların, liberal demokrasinin ilkelerinin, hiçbir anlamı yoktur. Yalnızca “kahvehane köşelerinde ortaya atılan düşüncelerin yasalar yoluyla topluma kabul ettirilebileceği”  bir “hiper demokrasi”dir söz konusu olan.

Gasset kitle toplumunun geleceğine ilişkin şöyle bir kehanette bulunuyor: “Eğer bu beşer tipi Avrupa’nın efendisi olmaya devam ederse kıtamızın yeniden barbarlığa dönmesi için otuz sene yetecek. Pek çok meslek sırrının ortadan kaybolmasında görülen süratle, teşrii ve sınai teknik kaybolacak. Bütün hayat kısılıp büzülecek. İmkanların gerçekteki bolluğu ameli bir kıtlığa, acınacak bir iktidarsızlığa, gerçek bir çöküşe dönüşecek. Zira kütlelerin ayaklanışı, Rathenau’nun “barbarların tepeden inme istilası” dediği şeyin ta kendisidir.”

Gasset toplumun tekbiçimlileşmesi ile modern kapitalist sanayi toplumu ilişkisini fark etmiş ancak bunu sosyolojik olarak çözümlemekten çok eski toplumsal ilişkilerin ve değerlerin yıkılıp gidişine bir eleştiri ortaya koymuştur. 

Toparlarsak, Tocqueville, Nietzsche, Spengler ve Gasset gibi düşünürlerin hepsi de 19.yy ortalarından başlayarak, modern kapitalist sanayi toplumunun doğurduğu kültürel sonuçlar olarak ortaya çıkan yaşam tarzlarının tekbiçimlileşmesi, geleneksel değerlerin yitirilmesi, yaşamın kabalaşması, burjuva demokrasisinin vaadettiği türden bir aydınlanma yerine insanların yaşadıkları hayata karşı sorumsuzlaşması ve kamu sorunlarına ilgisizleşmesi gibi olguları görmüş ve betimleyici düzeyde doğru saptamalarda bulunabilmişlerdir. Ancak hiçbiri de sanayileşme, kapitalizm, modern kültür, kitle iletişim araçlarının gelişmesi, kentleşme, popüler kültür ve kitleleşme ilişkisini sosyolojik ve tarihsel temellerde analiz edememiş, daha çok da öfkeli bir şekilde liberal burjuvaziyi ve emekçi sınıfları topyekün eleştirmişlerdir.

Radikal Kuramcılar

Bundan sonraki kısımda görüşlerine yer vereceğimiz düşünürler: C. Wright Mills, Frankfurt okulu kuramcıları ve Walter Benjamin, modern sanayi toplumunun tamamen olgunlaştığı 20.yy’dan yola çıkarak kitle toplumu ve kitle kültürünün eleştirisini geliştirmişlerdir. Ancak bu düşünürler öncekilerden farklı olarak, modern toplumu sosyolojik temellerde analiz etmeye girişmişlerdir. En önemlisi de kitle toplumunun oluşumunda kitle iletişim araçlarının ve popüler kültürün rolünü çok güçlü bir şekilde analiz etmişlerdir. Ayrıca diğerleri gibi tutucu değil radikal kuramcılardır. Yaşadıkları modern toplumu aşarak, yabancılaşmanın, sınıfsal sömürünün, insan ve doğa üzerindeki baskıcı egemenlik ilişkilerinin aşılabilmesi amacıyla hareket etmişlerdir. Onların dilinde kitle, kitle toplumu gibi kavramlar, bir aşağılama değil, günümüz insanını nesnel olarak sahip olduğu potansiyellerin gerisinde tutan sistemi ve onun ideolojisini eleştirmek üzere geliştirilmiş kavramsal soyutlamalardır. Kitle toplumu ve yaşamın tekbiçimlileşmesi verili bir durumdur. Onlar kitle toplumuna da, seçkinler hiyerarşisine de karşıdırlar. C. Wright Mills hariç diğerleri Marksizm’in, Batı Marksizmi de denilen çağdaş ve ortodoks olmayan bir yorumundan hareket ederler. C. Wright Mills  Marksist olmamasına rağmen, radikal bir demokrattır, yöntemi de Amerikalı Marksist İktisatçı Paul Sweezy’nin söylediği gibi Marksizm’e yakındır. Fakat hepsinde de modern toplumun bugününe ilişkin karamsar bir yaklaşım vardır. Özellikle Frankfurtçular, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü yitirdiğini ve kapitalist iktidarın güdümü altına girdiğini düşünmektedirler.

C. Wright Mills’in[8], sosyal bilimler ve siyaset bilim alanında bir klasik haline gelen “İktidar Seçkinleri” (1956) adlı yapıtı Amerikan toplumunda ekonomik, siyasal ve askeri seçkinlerden oluşan iktidar sistemini, Amerikan demokrasisini ve kitle toplumunu inceliyor. Aslında sadece Amerika üzerine yapılmış bir çalışma olmasına karşın, bütün modern sanayileşmiş kapitalist toplumlar için geçerli savlar içeriyor. Amerika’da, kuruluşundan itibaren pre-kapitalist üretim tarzlarının ve aristokratik toplumsal ilişkilerin bulunmaması, hızla  sanayileşmesini ve engelsiz bir burjuva demokrasisinin gelişmesini sağlamıştır. Bu anlamda 20.yy’da modern toplumların –ve tabiatıyla yarattığı tüm sorunların- ideal bir örneği sayılabilir. 

Mills, Amerikan toplumunda iktidarı “iç içe üç çember gibi birleşmiş bulunan askeri, ekonomik ve siyasal iktidar seçkinlerinden” oluşan, “hemen her çeşit kararda birlikte hareket eden” ve çok sıkı örgütlenmiş bir topluluğun elinde tuttuğunu söylüyor. Tüm bu üst çevreler arasında bir çıkar birliği bulunmaktadır. İktidar seçkinlerini oluşturan bu çevrelerin hemen hepsi de bir biçimde çok büyük şirketlerin yönetim kademelerinde yer almaktadır. Hemen hemen hepsi iyi eğitim almış, yine yüksek toplumsal tabakalardan gelen insanlardan oluşmuştur. Mills’in seçkinler kavramını diğer “seçkinci” kuramcılardan ayıran şöyle bir nokta var; O, seçkinler iktidarına dayanan toplumu verili bir durum olarak analiz eder. Şöyle demektedir: “İnsanlık tarihinin her döneminde ve her ulusta yaratıcı bir azınlığın, egemen bir sınıfın, ya da sınıfsız  iktidara sahip bir seçkinler topluluğunun her tarihsel olaya biçim verebildiğini söylemiyorum. Bu tür sözlerin, dikkatli bir inceleme yapıldıktan sonra, esası olmayan “safsatalar” olduğu açıktır.” Seçkinler, komuta mevkilerini işgal eden iktidar, servet ve ün sahibi kimseler olduğu için Amerikan toplumunun en üst tabakasını oluştururlar. Bunun karşı tarafında da kitleler bulunur. Amerikan demokrasi sisteminde kitlelerin toplum yönetiminde büyük bir rol oynadığı iddia edilmektedir ancak Mills göstermektedir ki, “kitle toplumu” haline gelmiş Amerikan halkı kitle iletişim araçlarının da etkisiyle manipüle edilerek iktidar seçkinlerinin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmektedir. 

Mills kitabında kitle toplumu sorununu ayrıntılı olarak ele alır. Sorunu, liberal demokrasi kuramcılarının savunduğu “kitlelerin demokratik hayata tam anlamıyla katılabildiği ve toplum üzerinde iktidar sahibi olduğu kamu toplumu” kavramını eleştirerek ve kitle toplumu-kamu toplumu karşılaştırması yaparak ele alır.

Klasik demokratik teorinin dayanağı olan kamu kavramının özellikleri şunlardır: Kamuoyu özgür düşünce ortamı içinde istediği her şeyi tartışabilir, her türlü fikre karşılık cevap verme hakkı vardır, kamuoyuna açık kanaat oluşturucu organlar vardır, kamunun en geniş ölçüde katıldığı açık tartışmalardan ve kararlardan yola çıkarak, yasama organları kararlarını verir ve yasalaştırır. Liberal demokrasinin bu kamu anlayışına göre kamuoyu, herkesin kendi başına düşünüp, düşündüğünü ifade edebildiği ve tartışmaların sonucunda da toplum için en doğru olan kararın verildiği bir ortamın ürünüdür. Bu teoriye göre toplum sayısız denecek kadar çok tartışma çevrelerinden oluşur. Bu çevreler arasında kanaat aktarımı vardır. Yüksek makamlarda yer alan kamu görevlileri halk tarafından seçilir, bundan dolayı toplumdaki çeşitli kamu kesimlerinin düşünce ve kanaatlerine değer vermek zorundadır. İstediği politikaların gerçekleşmediğini gören kamu, görevlendirdiği kamu yetkililerini eleştirebilmeli, gerekirse görevine son verebilmelidir. 

Mills’in özetlediği klasik demokrasi kuramcılarının kamu kavramı Amerika’da siyasal iktidara meşruiyet kazandırmak için temel alınmaktadır. Ancak Mills’e göre “bütün bu anlatılanlar toplum hayatının gerçekleri karşısında tatlı bir masaldan öteye” anlam taşımamaktadır. “Bu anlatılanlar Amerikan toplumundaki iktidar sisteminin işleyiş biçimini kıyısından köşesinden bile olsa açıklamaktan uzaktır. Günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki kararlar bile kamu tarafından alınmamaktadır.” Kamuoyuna dayalı liberal demokrasi anlayışı 19.yy’ın temelsiz iyimserliğini yansıtmaktadır. Gerçekte ise 19.yy’ın ikinci yarısından itibaren kitle toplumuna geçilmiştir. Modern toplum kamu ile aktif karar alma güç ve iktidarına sahip olanları birbirinden ayırmaya başlamıştır. 

Mills’in görüşüne göre günümüz Amerikan toplumu ne tam anlamıyla bir kamu toplumu ne de tam anlamıyla bir kitle toplumudur. Her ikisi de bir soyutlama olan bu kavramlar realitenin ancak bazı yönlerini gösterebilir. Toplumsal realite daima bu iki aşırı durumun bir alaşımıdır. Bir toplumun kamu toplumumu yoksa kitle toplumumu olduğunu gösteren en belirgin yanı başat haberleşme biçimidir: “Kamu toplumunda en önemli haberleşme biçimi tarafların görüş ve düşüncelerini eşit koşullarda ifade edebildikleri bir tartışma ortamıdır. Kitle haberleşme araçları ise birincil konuları birbirine bağlayarak toplumdaki tartışma ortamını genişletmek ve canlı tutmakla görevlidirler. Kitle toplumunda ise başat haberleşme biçimi, eşit tartışmanın dışında, biçimsel bildirişim araçlarıyla yapılan ve kamuyu sadece bir kitle haberleşme tüketicisi ve kendisine verilenlerin alıcısı sayan kitle haberleşmesidir. Kamu, bu kitle haberleşmesi  araçları kendisine ne veriyorsa, sadece onları öğrenebilme durumundadır.”

Bu nokta çok önemli, Mills’in özenle vurguladığı, ayrıca Frankfurt Okulu kuramcılarının ve Benjamin’in de dile getirdiği bir noktadır. Bir toplumun yapısı ile onun iletişim biçimi arasında önemli bir örtüşme vardır. Marx da, Alman İdeolojisi’nde ünlü önermesini ortaya atar: “Egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir.” Bir toplumun iletişim biçimi de onun ideolojisi içinde dolayımlanmaktadır. Benjamin de “Öykü Anlatıcısı”nda, sözlü anlatım geleneğinin, zanaatçılığın bir üretim biçimi olarak hâlâ süregeldiği ve insanların yaşam deneyimlerinin birbirlerine sözlü olarak aktarılabildiği bir çağın iletişim biçimi olduğunu; modern dönemin bireyinin ise roman yoluyla anlatıldığını, 19.yy ortalarından sonra ise deneyimlerin aktarılması yerine, tamamen yaşantılarımız dışında oluşturulmuş bilgilerle enforme edilmeye başladığımızı anlatır. Bu da kitle toplumunun iletişim biçimidir. 

Mills, Amerikan toplumunun ne tam anlamıyla totaliter bir toplumda olduğu gibi kitle toplumu haline geldiğini ne de teorideki gibi bir kamu toplumu olduğunu, ama daha çok kitle toplumu özelliklerini gösterdiğini ve bu durumun giderek arttığını söylüyor. Buna biz de tüm modern toplumların aynı durumda olduklarını ekleyebiliriz. Amerikan toplumunda geniş bir alana dağılmış küçük iktidar çevrelerinin yerine, merkezileşmiş iktidar çevrelerine geçilmiş; güçlü iktidar çevreleri diğer çevreler üzerinde tekelci bir denetim kurmaya başlamış; kısmen örtülü olarak yapılan bu iş hem otorite hem de güdümleme merkezlerince uygulanmaya başlamıştır. “Bu nedenle iktidar odakları ve büyük ticari çevreler kitle haberleşme araçlarından yani ‘kanaat oluşturma sanayiinden’ yararlanmaktadır. Böylece kamuoyunun görüşleri birincil konular üzerinde serbest tartışma ve rekabet yoluyla değil, kitle haberleşme araçlarının telkinleri doğrultusunda oluşmaktadır. Bu araçlar kitleleri pasif birer seyirci, okuyucu, dinleyici durumuna indirgemişlerdir. 

Mills’in anlattığına göre Amerika’da kamu denilince daha çok bağlantısız, örgütsüz, kendi çıkarlarının farkında olmayan, olsa da bunu dile getirmeyen hatta kamu sorunlarına karışmamayı ve kendini bir düşüncenin, bir davanın adamı saymamayı bir erdem olarak gören topluluklar akla geliyor. “taraf tutmayan, yargıçlar gibi “bağımsız” ortada dolaşan ve kendilerini toplumdaki çelişkilerin üstünde gören bu insancıklar zaten herhangi bir konuda herhangi bir tarafı tutacak güce sahip olmadıklarının; bilgiçliklerini, ustalıklarını, hoşgörürlüklerini, açık fikirliliklerini kimsenin önemsemediğinin farkında olma yeteneğinden bile yoksundurlar.”

Kitlelerin modern dönemde güçlenmesi, bazı tutucu düşünürleri oldukça endişelendirmiş, daha önce de belirttiğimiz gibi demokratik yönetimi, kitle toplumu olarak anlamış ve eleştirmişlerdir. Mills ise şunu belirtiyor. “Hiç kuşkusuz kitlelerin güç ve iktidar sahibi olacağını sananların, bundan ürküntü duyanların, bu düşüncelerinin bugün doğru olmadığı anlaşılmış bulunuyor. Zamanımızda......siyasal hayatta bağımsız toplulukların etkinlik kazanma olanakları azalmış ve azalmaktadır. Kaldı ki, kitlelerin bugün bu alanda bir etkileri varsa bu, bağımsız ve kendi başına hareket edebilen bir kamular topluluğunun etkilemesi değil, bazı belirli konularda güdümlenmiş kitlelerin, kalabalıkların bağımsız olmayan siyasal gösteri eylemleri niteliğinde olmaktadır.”

Günümüzde siyasal, askeri ve ekonomik alanlarda iktidar seçkinleri, kendi iktidarlarına karşı olumsuz nitelikte, kitlelere ait hoşlanmadıkları düşünce, kanaat ve fikirleri etkisiz hale getirebilmek için “kanaat imalatı teknikleri”ne başvurmaktadır. Modern dönemde toplumsal kurumların hacmi çok genişlediği için “kanaat imalatı” araçları da buna paralel bir büyüme göstermiştir. “Bunun sonucunda modern toplumdaki iktidar seçkinleri, yönetimde, sömürmede, şiddet kullanımında gitgide daha büyük ve daha merkezileşmiş kurumsal araçlara sahip olmakla kalmamışlar; psikolojik güdümleme ve yönlendirmede aynı duruma gelmek için zorunlu genel eğitimden ve kitle haberleşme araç ve tekniklerinden yararlanma olanağı bulmuşlardır.

Kitle haberleşme araçları bugün bir çeşit psikolojik cehalete yol açmaktadır; bunun çeşitli görünümleri şunlardır:

1)      Dışımızdaki dünya hakkında kendi deneyimlerimize dayalı bilgilerimizin oranı azalmakta, buna karşın, zihnimizdeki imgelerin çok büyük bir kısmı ve çevremizdeki olaylar hakkında edindiğimiz bilgilerin büyük kısmı kitle haberleşme araçlarından elde edilmektedir. Dış dünya hakkında dolaysız bilgi edinme olanağını yitirdikçe dış gerçekliği algılamakta yararlandığımız standartlarımız bile kitle haberleşme araçlarınca oluşturulmaktadır. Bu etki nedeniyle bireylerin davranışları basma-kalıp yakıştırmalar şeklinde biçimlendirilmiş (stereotypes) ve örgütlendirilmiş dolaylı deneyimlere indirgenmiştir. Bunun sonucunda birey çıplak olgularla bile karşılaşsa doğru değerlendirebilme yetisinden yoksun kalmaktadır.* Yani kitle iletişim araçları bizim dış gerçekliği algılamamızı engellemekte ve bizim için, yürürlükteki iktidar sisteminin istemleriyle uyumlu bir kurgusal gerçeklik hatta –birçok kurgusal gerçeklik- oluşturup bize sunmakta ve hangisini beğenirsek onu alıp “tüketmekte” ve yaşantımızı da bunu referans alarak düzenlemekteyiz. 

2)      İnsanlar çok çeşitli kitle haberleşme araçlarından ve bunların sunduğu seçeneklerden, kendi görüşlerine en uygun olanını seçip dinlemekte, okumakta veya seyretmektedir. Böylece görüşleri bir kez daha pekişmektedir. Bu yüzden hiç kimse alternatif araçlar aramamaktadır. Öte yandan birbiriyle rekabet ediyormuş gibi görünen farklı araçların temelde görüşlerinin arasında bir ayrılık yoktur, rekabetleri sadece daha ilgi çekici olmak ve daha fazla alıcı bulmak yönündedir. 

3)      Kitle haberleşme araçları dış dünyayı algılamamızda bir süzgeç rolü oynamakla kalmayıp bizi bize, kendimize bile istedikleri gibi yansıtıp benimsetmektedirler. Ne olmamız, dışa nasıl görünmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini bize kitle haberleşme araçları söylemektedir. 

4)      Kitle haberleşme araçları bireylerin birbirleriyle yüz yüze tartışmasını engellemekte, insanların kanaat alışveriş olanağını yitirmelerine yol açmaktadır. Böylece kişilerin kendi deneyimlerine dayalı bir özel hayatı kalmamakta, bu özel hayat da kitle haberleşme araçları ve eğlence endüstrisi tarafından ele geçirilmektedir.

Bütün bu ayrıntılı açıklamalara dayanarak Mills, Amerikan toplumundaki kitle haberleşme araçlarının, Amerikan toplumunun kitle toplumuna dönüşmesinde baş etken olduğunu; servet ve iktidar sahibi seçkinlerin en önemli iktidar araçlarından biri haline geldiğini söylemektedir. Ancak bu öyle bir süreçtir ki iktidar seçkinleri doğrudan bir otorite olarak ortaya çıkmaz çünkü kamunun toplumu demokratik ilkelere göre yönettiği yanılsamasını sürdürmek zorundadırlar. Bunun yerine amaçlarına örtülü olarak ulaşırlar. Karar alma süreçleri iktidar seçkinlerinin elinde olduğu halde, bu yetkinin halkta olduğu yanılsamasının sürdürülmesi için güdümleme (manipulation) stratejik bir önem taşır. Bu da kitle haberleşme araçları ve kitle eğitimi ile sağlanır. Böylece halk, iktidar seçkinlerinin aldıkları kararları hiç tereddütsüz benimser ve kendi kararı imiş gibi onaylar. Demokratik seçimler de işin seremonisidir artık. 

Bütün bu karamsar görünen tabloya rağmen Mills bunun sürüp gitmesi gereken bir durum olmadığını tam tersine daha insanca, daha özgürlükçü bir topluma doğru aşılması gerektiğini, bunun için de bireylerin çok köklü bir aydınlanma yaşaması gerektiğini ifade eder. 

Kitle toplumu ve kitle kültürü konusundaki en etkili düşünceler ise Frankfurt Okulu adıyla da anılan, en başta Theodor Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse’ün düşünceleridir. Özellikle Horkheimer ve Adorno’nun birlikte yazdıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı eserin “Kültür Sanayi” başlıklı bölümünde bu konu çok zengin bir biçimde işlenmiştir. Bunun yanı sıra Adorno’nun popüler müzik incelemeleri de kitle kültürü konusunda çok önemli düşünceler içerir. Konuya Frankfurt Okulunun sanatla ilgili düşüncelerinden girelim. 

Frankfurt Okuluna göre sanat özünde daima toplumu eleştiren negatif bir öğe taşımalıdır. Yani “toplumsal çelişkilerin gerçeklikle giderilip uzlaşıma kavuşturuluncaya dek sanatın ütopyacı ahenginin daima bir protesto öğesi taşıması gerekir.” Ancak Okula göre “sanatın bu negatif momenti” bugün eskisi kadar şansa sahip değildir. Onların kitle kültürü eleştirisinin en temel vurgusu, günümüzde sanat ürünlerinin gitgide daha fazla olumlayıcı kültür niteliği taşıdıkları ve başka bir yaşama duyulan özlemin kaybolmakta olduğudur. Toplumdaki tüm üretim süreçlerinin teknikleştirilmesi ve kapitalist sistemin rasyonalitesine göre işler hale getirilmesi sonucunda bağımsız sanat da giderek ortadan kalkmaya başlamış, standartlaştırılmış, kitlesel sanayi ürünleri haline gelmiştir. Buna Kültür Sanayi demektedirler. Adorno’nun popüler müzik konusundaki şu düşüncesi bütün kültür ürünleri için geçerlidir: popüler müziğin, standartlaşması ve sözde-bireysellik taşıması en önemli özelliğidir. Müzikte alışılmış ve bilinen şeylerin algılanması kitle dinleyicisi için esastır. Bu, daha gelişkin düzeyde bir zihinsel dinleme ve izleme yerine, kendisi bir amaç durumuna gelmiş bir müzik dinleme biçiminin oluşmasına yarıyordu. Belirli bir müzik formu bir kez tuttu mu endüstri bunu alıp tekrar tekrar kullanıyor ve ortalığa hep bu aynı şeyin benzerlerini sürüyordu. “Bugün kültür her şeyi birbirine benzetiyor. Sinema, radyo, dergiler bir sistem oluşturuyor. Her alan kendi içinde ve diğerleriyle uyum sağlıyor.” 

Kültür Sanayi, Adorno ve Horkheimer’e göre tekniğin toplum üzerinde otorite kazanmasına yol açan zemin, ekonomik güce sahip olanların toplum üzerinde iktidar kurdukları zemindir. Öyleyse tekniğin rasyonelliği toplumun kendi egemenlik rasyonelliğidir. Bu rasyonellik, kendisinden yabancılaşmış toplumun baskıcı ve zorlayıcı kendi doğasıdır. Bu durum teknolojinin kendi gelişim yasasının bir sonucu olmayıp, teknolojinin bugünkü ekonomideki işlerinin sonucudur. Yazarlar burada, sözü geçen ekonominin, emekçi sınıfın artı değerinin sömürüsüne dayalı kapitalist sistem olduğunu; kapitalist sistemin baskıcı iktidar yapısının bu sömürü sisteminden kaynaklandığını; teknolojinin, kitleleri tüketimin köleleri haline getirebilmek için kullanılmasının, teknolojinin kendi doğasından değil, tüm bireyleri birer tüketici olarak gören kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığını, üstü örtülü bir dille de olsa ifade ediyorlar. 

Bu çağda toplumun nesnel gidiş yönü çelik, petrol, elektrik, kimya gibi en büyük sektörlerin, genel müdürlerin zihinlerinde tezahür eden amaçlarında kendini göstermektedir. Bu güçlü sektörler karşısında kültür tekelleri bağımlı konumdadırlar. Etkinliklerini sürdürebilmek için gerçek iktidar sahiplerini görmezlikten gelmemelidirler.

“Kitleye içerikleri özdeş olan kültürel metalar, bunların dışsal öğeleri farklılaştırılarak verilmektedir. Böylece, gelir düzeyi, cinsiyeti, oturduğu semt, eğitim düzeyi, etnik kökeni, vb. bakımından belirli kategorilerde toplanan herkese bir şeyler hazırlanmış olmakta; çeşitli nitelikteki malların hazırlanması yoluyla herkes için bir şeyler sunularak hiç kimsenin kaçmaması, kaçamaması sağlanmış olmaktadır.” Kültür ürünleri sadece biçimsel olarak birbirinden farklı, içerik olarak ise aşağı yukarı aynı temaların ve konuların sayısız tekrarından oluşur. Kültür ürünlerinde kullanılan ayrıntılar standartlaşmış hazır klişelerdir. Sözgelimi  “sinemada genellikle filmin nasıl biteceği, kimin ödüllendirilip kimin cezalandırılacağı ya da unutulacağı hemen anlaşılmaktadır.”

Adorno ve Horkheimer’e göre modern toplumlarda kültür sanayi insan bilincini öylesine ele geçirmiştir ki insanların hemen her türlü davranışı bu yolla egemen ideoloji tarafından biçimlendirilmektedir. 

“Dünya kültür sanayinin süzgecinden geçirilerek yönetiliyor. Sokağı, biraz önce izlediği ve günlük olgular dünyasını olduğu gibi yansıtmak isteyen filmin devamı olarak algılayan sinema seyircisinin eski deneyimi film üretiminin genel kuralı haline gelmiştir. Film üretiminin, ampirik nesneleri iki katına çıkaran teknikleri yoğun ve eksiksiz hale geldikçe, seyirciyi, filmde tanıyıp izlediklerinin dış dünyanın kesintisiz devamı olduğu yanılgısına düşürmesi bu denli kolay olmaktadır.”

Kültür sanayinin en önemli tüketicileri “işçiler, memurlar, çiftçiler ve küçük burjuvalar” yani alt sınıf ve tabakalardır. Kapitalist üretim “onları beden ve ruhlarıyla o şekilde içlerine alır ki, kendilerine sunulan şeylere hiç direnmeden kapılırlar.” Böylece kitleler yönetenlerin ahlak anlayışını benimsemekte, kapitalist sistemin başarı mitine kapılmakta, böylece kapitalizmin yarışmacı çalışma anlayışını hayatlarına egemen kılmaktadır. Kitleler yönetenlerin isteklerini benimseyerek hem çalışma düzeninin hem de tüketimciliğin ve hazcılığın kölesi haline gelmelerine neden olan ideolojiye ısrarla sarılmaktadırlar. 

Kültür sanayinin tüketiciler üzerinde etkisini göstermesi bir baskı yoluyla gerçekleşmez, eğlence yoluyla dolayımlanır. “eğlence geç-kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır ve mekanikleştirilmiş çalışma süreciyle yeniden başa çıkmak için bu süreçten kaçmak isteyenlerce aranmaktadır. Çalışma saatlerinde işyerinde istihdam edilen kitleler, çalışmadan kalan serbest zamanlarında da kendilerine kültür sanayince sunulan eğlence etkinliklerine kanalize edilerek adeta yeniden istihdam edilmektedirler.  Fabrika ve buradaki mekanikleştirilmiş çalışma sürecinden kaçmak, boş zamanlarda bu sürece yeniden uyumlanmakla mümkündür. Özünde eğlence ve boş zaman etkinlikleri insanın kendini geliştirmesi ve özgürleşmesi açısından önemlidir. Ancak kültür sanayi eğlencenin bu işlevini ortadan kaldırır, eğlence sadece kaçmak istediği günlük yaşantısının övgüsünü sunar. “kültür sanayi insanlara cennet diye aynı günlük yaşamı sunmaktadır.” Kültür sanayiinde egemen sanat nitelik değiştirerek eğlence haline gelmiştir. 

Kültür sanayi insanın içinde bulunduğu yaşama karşı direniş öğesini bastırmak için, bu acımasız yaşama nasıl ayak uydurması gerektiğini alıştırarak öğretir. “İzleyiciye günlük yaşamda yıpratan sürekli umut kırıcı durumlar tekrar yansıtılırken, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde, insanın varolmaya devam edebileceğine dair birer vaat haline gelmektedir. İnsanın yalnızca kendi değersizliğini fark etmesi, yenilgiyi kabul etmesi hemen bu kitleye dahil olmasına yetmektedir.” Ama bir şartla: İnsan toplum tarafından kabul görebilmek için, iktidarla özdeşleştiğini kanıtlamak zorundadır. Yani tüm bireysel özgün niteliklerinden soyunup, kitlenin alelade –vasat- bireylerinden biri olacak! Farklılık yalnızca dışsal öğelerde olabilir. Ama davranış çizgisi, ahlaki tercihler, siyasal tercihler, ve....tüm bunlarda uyumlanmak durumundadır. Böylece bireyin direnişi kırılarak ortadan kaldırılır. Artık her yerde sahte bireysellik hüküm sürmektedir. Birey seri üretilen standartlaşmış ürünler gibi özdeş bir varlık edinir. Sahte bireysellik kendini yalnızca dış görünüşle dile getirir. 

Dili de ele geçiren kültür sanayi sözcükle, deneyimin bağını kopartır. Dil artık yaşayarak öğrenilemez, onun yerine kitle iletişim araçları ve kültür sanayi tarafından öğretilir. Bunun sonucu bireylerin dili ve jestleri, bundan önce denenmiş hiçbir yöntemin ulaşamadığı en ince nüanslara kadar, kültür sanayi şemasına göre oluşturulur.

Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki insanın tüm davranışları biçimlendirilebilmektedir. “Bir genç kızın gerekli randevuyu kabul ediş ve sona erdiriş tarzı, telefondaki en senli benli durumlardaki aksanı, sohbet sırasındaki sözcüklerin seçimi, hatta....tüm manevi yaşam insanın kendini, kültür sanayince itkisel uyarımlara kadar temsil edilen modele denk başarılı bir aygıt haline getirme çabasına kanıt oluşturmaktadır. İnsanların en mahrem tepkileri bile kendilerine kıyasla o kadar eksiksiz şekilde şeyleştirilmiştir ki, kendine özgü olma düşüncesi sadece en aşırı soyutluklarda yaşamaya devam etmektedir: ‘personality’ kavramı artık onlara parlak beyaz dişlerden ve koltuk altlarının terlemesinden başka bir şey ifade etmemektedir. İşte bu durum kültür sanayiindeki reklamların zaferidir, aynı zamanda içyüzü anlaşılmış kültür metalarına tüketicilerin öykünmeleridir.”   

Buradaki düşünceleri mutlak anlamda gerçekleşmiş bir durum olarak görmemek gerekir. Modern toplumda iktidar eski toplumlarda olduğu gibi zor gücüne dayanarak değil kültürel alanda yapılan düzenlemelerle kendini meşrulaştırarak varlığını sürdürmektedir. Böylece kitlelerin iktidara muhalif bilinç edinmeleri engellenmektedir. Bu konudaki en önemli çözümlerden biri işçi sınıfını mutlak yoksullaştırım yerine göreli yoksullaştırım  yoluyla tüketimini arttırmak ve kitle kültürü ürünlerinin tüketicisi haline getirmektir. Dolayısıyla da kapitalizmin yarattığı temel çelişkilerin sivriliği törpülenmiş, tüketim ve kitle kültürünün yarattığı mutluluk yanılsaması yaygınlaştırılarak kitlelerin hoşnutsuzluğu giderilmeye çalışılmıştır. Adorno ve Horkheimer’in görüşleri bu temelde anlaşıldığı zaman, onların mutlak bir durumu değil ama günümüzde giderek yaygınlaşan bir durumu ifade ettikleri düşünülebilir. Bu da onların  umutsuz değil gerçekçi bir tablo çizdikleri anlamına gelir.

Frankfurt okulu ile hep belirli bir yakınlık içinde bulunmuş ama yine de kuramsal olarak belili bir mesafe içinde kalmış olan Walter Benjamin de modern döneme ilişkin çok önemli çözümlemelerde bulunmuştur. Modern tekniğin yıkım kadar çeşitli özgürlük olanakları da yarattığını göz ardı etmeyen Benjamin, biraz da Yahudi mistisizminden kaynaklanan tarih felsefesinde her zaman kurtuluş/özgürleşme ihtimalini saklı tutmuştur. Doğrudan kitle toplumu kavramını kullanmamışsa da yaptığı çözümlemeler modern sanayi toplumunun kültürde yarattığı değişimleri ve geleneğin yitirilişini açığa çıkartmak yönündedir. Bu nedenle kültürün sanayileşmesi, ticarileşmesi, ve kitlelerin aldanımı amacıyla tüketim ideolojisinin ve fantazyaların üretimini incelemiştir. “Pasajlar” çalışmasında 19. Yüzyıl Paris’i özelinde modern kültürün doğuş sürecini inceler. Buradaki “19. Yüzyılın Başkenti Paris” adlı denemsinde kentin çehresindeki değişiklikleri inceler. Sermaye yoğunlaşması sonucu gelişen sanayiye paralel olarak büyüyen ve nüfusu artan modern kentlerde üst tabakalarla  kitleler arasında mekansal bir ayrılık kalmamış, kent merkezlerini kalabalıklar doldurmuştur.

Paris’te, özellikle tekstil sanayiindeki gelişme yanı sıra lüks tüketim mallarının ticaretinin artışı sonucunda alışılandan daha çok mal depo eden büyük mağazalar kurulmaya başlanmıştır. Bu tür mağazalar 1820’lerden itibaren yaygınlaşan “Pasaj” adı verilen bir tür kapalı çarşıda bulunur. Bu mağazalar daha fazla müşteri çekebilmek için vitrin düzenlemesine yönelmiştir. Bununla beraber sokak lambaları, cadde kenarlarına kaldırımlar ilk kez bu dönemde yapılmaya başlanmıştır. İnsanlar pasajlara, gezintiye çıkmak, kendini etrafa göstermek ve meta seyrine çıkmak gibi üç farklı amacı bir arada gerçekleştirmek için gitmektedirler. Böylece modern kent insanının yeni eğlence biçimi “metaların seyri” başlamış olur. Bu Pasajları günümüzün devasa alış-veriş merkezleri ve hiper-marketlerinin öncüsü sayabiliriz.

Bu dönemde Paris’in çehresini etkileyen bir başka değişim de kent planlaması alanında olur. Paris’li yöneticiler kentin merkezi bölgelerinden yoksul tabakaların uzaklaştırılması amacıyla eski sokakların yıkılıp yeniden imarına karar vermişlerdir. Eski sokaklar ve konutlar yıkılınca bu bölgelerin fiyatları spekülasyon nedeniyle çok yükselmiştir. Buraların kiraları yükselince de yoksullar zorunlu olarak kentin varoşlarına gitmek zorunda kalmışlardır. Paris’in ünlü valisi Haussmann’ın bundan elde ettiği ikinci sonuç da kentin iç savaşa karşı tahkim edilmesi olmuştur. Eski dar sokakların yerine geniş sokakların yapılması barikat yapımını engellemeyi amaçlıyordu. Aynı zamanda Haussmann kışlalarla varoşları en kestirme yoldan birleştiren geniş bulvarlar kurduruyor bu çalışmasına da “stratejik güzelleştirme” adını veriyordu. Bu durum da modern kent planlamasının insani olmayan doğasını gösterir. Hem kentin iç savaşa karşı güvenliğini sağlamak hem de burjuvazinin egemenliğini simgesel olarak ifade etmeye yarayan bu yeni kent mimarisinde “burjuva sınıfının dünyasal ve tinsel egemenliğinin simgesi olan kurumların, caddelerin sağlayacağı çerçeve içerisinde yüceltilmesi öngörülmüştür. Gerçekten bugün büyük kamu binaları, şirketlerin ve iş merkezlerinin devasa yapıları, burjuvazinin tüm kente tepeden bakan anıtsal yapıları – göğe uzanan tapınakları- gibi inşa edilmektedir. Binanın yüksekliği ve görkemi sermayenin büyüklüğüne ve gücüne delalet etmektedir.

19. yüzyılda ortaya çıkan bir başka önemli değişim de iç mekana verilen önemin artmasıdır. Kapitalizmin çalışma yaşamına getirdiği en önemli yeniliklerden biri iş mekanı ile yaşama mekanını, iş yaşantısı ile özel yaşantıyı birbiriyle uzlaşmaz bir şekilde ayırmasıdır. Bunun sonucunda çalışan birey her gün yinelenen bir döngü içerisine girer. Her gün yaşama mekanlarından karıncalar gibi işyerlerine akan milyonlar ulaşım araçlarının kalabalığı içinde birbirini tanımayan yığınlar halinde yolculuk ederler. İşyerleri, çok sıkı bir hiyerarşiye dayanarak bedenin mekandaki konumunu ve hareketlerini dahi denetim altına alarak insanları komutla harekete geçirilen bir nesne haline getirir. Kişisel özgürlük alanı son derece sınırlanmış, tam anlamıyla programlı hale gelinmiştir. İş çıkışı ve tekrar eve dönüş, çalışanlar için her gün yinelenen, bir tür kölelikten özgürleşme olarak algılanır. O nedenle insanlar bir an önce eve ulaşmanın stresini yaşarlar. Bireysel özgürlüklerine “karışılmadığı” yegane mekan evdir onlar için. Bu nedenle iç mekanın düzenlenmesi çok önem taşır. İç mekana herkes kendi izlerini bırakmaya çalışır. Burada insanlar özlemlerini dile getiren simgelere  sarılırlar. Mobilyalar ve türlü süs eşyaları, çoğu zaman kullanım değerlerinin ötesinde böylesi amaçlara hizmet ederler. Değişim değerinden ve kullanım değerinden özgürleştirilmiş, yalnızca o kimse için anlam taşıyan simgeler haline gelmişlerdir. Bireyin içine çekildiği bu kişisel yaşam mekanının fantazmagorileri, bu yaşam mekanının özel gibi görünmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki süs eşyaları ve mobilyalar gibi birtakım nesneler, hiçbir estetik değere sahip olmayan yalnızca ‘kitsch’ niteliğindeki bir takım ürünlerdir. Bunlardan binlercesi standart olarak üretilir ve herkes bunları, mekanını özelleştirmek amacıyla kullanır. Fakat bu yolla da gerçek anlamda özel bir mekan elde edilemez. Çünkü, bu sanayi ürünleriyle birbirinin aşağı yukarı eşdeğeri standart mekanlar oluşturulabilir ancak. İnsan iç mekanında bile tek biçimlileştirilmiştir artık. “Birey bakımından ilk kez olarak yaşama alanı işyerinin karşıtı olarak ortaya çıkar. Yaşama alanı iç mekanda gerçekleşir.....Büroda gerçekler doğrultusunda davranan birey, evinin dört duvarı arasında yanılsamalarıyla vakit geçirmek dileğindedir. İşine ilişkin düşünce ve hesaplarının kapsamını onlara toplumsallık niteliğini kazandıracak kadar genişletmek niyetinde olmadığından, sözü edilen gereksinim birey açısından daha da zorlayıcı olur. Özel çevresini düzenlerken, her iki düşünceyi de kovar. İç mekana ait fantazmagoriler, işte bu durumdan kaynaklanır......Bu iç mekanda hem uzakta olanlar, hem de geçmişte kalanlar toplanır.” 

Sanayileşmenin, tekniğin, kentleşmenin en önemli sonucu bireyin gitgide değerini yitirmesi ve kitleleşmesidir. Bu toplum yaşamı ise insan özgürlüklerine hem yeni olanaklar sağlar hem de yeni denetim biçimleri kurar. “Yüzyıl, yeni teknik olanaklara, yeni bir toplumsal düzenlemeyle ayak uyduramamıştır. Bunun sonucunda Eski’nin ve Yeni’nin yüzyılın fantazmagorilerinin parçaları olan aldatıcı mesajları, baskın çıkar. Bu fantazmagorilerin egemenliğindeki dünya....Modern Çağdır.” 

Benjamin Pasajlar yapıtındaki bir diğer denemesi olan “Baudelaire’de İkinci İmparatorluğun Parisi”nin “Bohem” adlı fragmanında modern kent yaşamında iletişimin aldığı yeni biçimleri inceler. 1820’li yıllarda Paris’te gazetelerin abone ücreti sadece zengin insanların ödeyebileceği kadar yüksektir. Gazeteler yalnızca abonelik sistemiyle dağıtılmaktadır. Ancak buna rağmen gazetelerin abone sayısı 1820’lerde kırk yedi binden 1840’larda iki yüz bine çıkmıştır. Gazetelere abone olamayan  düşük gelirliler ise yalnızca kafelere gidip okuyabilmektedirler. 1840’ların ortalarından itibaren Paris’in büyük gazeteleri üç önemli yenilik yaparlar: yıllık abonman ücretini yarı yarıya düşürmek, reklamlar yayınlamak, ve tirajları yükseltmek için tefrika romanlar yayınlamak. Ancak reklamlar nedeniyle çekiciliğini yitiren gazetenin yeniden ilgi çekici hale gelmesi için de gazetenin her gün yeni bir şeyden söz ediyormuş gibi görünmesi gerekiyordu. Bunun içinde önemli haberlerin yanı sıra önemsiz bir takım haberlerin büyütülmesi ve sansasyonel yayıncılık başlamıştır. Böylece fiyat düşürme politikasının sonucunda, siyasal yaşama ilişkin haberler yerine, merak ve dedikodu niteliği ağır basan konular çoğalmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra yıllık anlaşmalara bağlı ve bir fabrika hızıyla roman yazan Alexander Dumas gibi yazarlar türetilmiştir. Bu gibi yazarlar, basın için taşıdıkları önem dolayısıyla çok yüksek ücretler almaya başlamışlar ve çok büyük ün sahibi olmuşlardır. Kitle kültürünün yıldızlaştırdığı bu tür yazarların karşısında, Baudelaire gibi kendisini piyasa düzenine teslim etmeyen yazarları ve sanatçıları ise edebiyat dünyasında yer edinememe ve parasızlık bekler. Aslında kapitalizm öncesi dönemde de sanatçılar, soylular ve para sahipleri tarafından himaye edilmekte ve yeri geldiğinde ısmarlama ürünler de vermekteydiler. Buna rağmen sanatçılar çağlarının ideolojisinin ötesine geçebiliyor ve örtülü bir şekilde egemenleri eleştirebiliyorlardı. Kapitalizmin bu konuda getirdiği en  önemli değişim ise sanatçının dolaysız bir şekilde meta üreticisi, sanat yapıtının ise standart bir ürün haline gelmeye zorlanmasıdır. Estetik bakımdan yüksek ve eleştirel değere sahip sanat yapma olanağı da gitgide daralmaktadır. Dahası, sanatlar bir yandan endüstriyelleşerek kitle kültürü haline gelmekte, bir yandan da reklamcılık sektöründe insan psikolojisini etkileme teknikleri arasında yerini alarak sanat olma kimliğinden tümüyle soyunup araç durumuna indirgenmektedir. Böyle bir sürece direnen Baudelaire gibi sanatçılara da “kalabalıklar içinde bir yalnız” olma dışında bir seçenek kalmamaktadır.

Sonuç

İnsan türünün ortaya çıkışından itibaren insanlık, doğayla savaşımı sürecinde iki büyük toplumsal devrim gerçekleştirmiştir. Birincisi sabanın icadıyla birlikte tarımsal devrim ya da neolitik devrimdir. İnsan ilk kez doğanın verdikleri ile yetinmek yerine onu kendi amaçları doğrultusunda değiştirmeye başlamış ve böylece bu dönem yerleşik uygarlıkların doğuşunu sağlamıştır. Barbarlıktan uygarlığa, göçebelikten yerleşikliğe, avcılık, toplayıcılık ve yağmacılıktan üretime geçilmiştir. İnsan doğanın karşısında kendi yaratımı olan ikinci bir doğa yani kültürü yaratmıştır. Neolitik devrimin en büyük sonucu da günümüze kadar gelen uygarlığın en temel kurumları olmuştur: Meta üretimi, mülkiyetin doğuşu, toplumun sınıflara ayrılışı, devlet, ordu, din ve soyut düşünceye ait felsefe, sanat, bilim kurumları. Böylece uygarlık öncesi dönemde doğanın bir parçası olarak yaşayan özgür insanın köle, serf ya da ücretli olarak boyunduruk altına alınmasına yol açan sınıflı toplumlar doğmuştur. 

İnsanlık tarihinin ikinci büyük toplumsal devrimi olan sanayi devrimi ise insanın tüm ihtiyaçlarını sınai yoldan yani makine tekniğini kullanarak üretebilme olanağını vermiştir. Sınai üretim sayesinde doğada var olanlardan doğada hiç olmayan yepyeni sentezler yaratılabilmiştir. Sanayileşme ile birlikte tarihte ilk kez tüm insanlığın ihtiyaçlarını eksiksiz karşılayabilme olanağı da elde edilmiştir. Üretim araçları ve üretim bilgisinin gelişimi geometrik olarak hızlanmıştır. Tüm dünya ulaşım ve iletişim ağlarıyla birbirine bağlanarak bilginin ve kültürün evrenselliği sağlanmıştır. Sanayi devriminin en önemli sonuçlarından bir diğeri de geçmiş toplumların  mistik ve dinsel evren tasarımlarını tümüyle yıkarak gerçekliğin nesnel bilgisine ulaşma yönünde çok önemli adımlar atılmasıdır. Bu da toplumsal yaşamın sekülerleşmesini sağlamıştır. Tüm bu saydıklarımız insanlığa, uygarlığın yarattığı ve bugüne kadar getirdiği egemenlik/bağımlılık ilişkilerini kökten ortadan kaldırıp, özgürleşme  imkanı sunmaktadır. Fakat modern kapitalist sistem toplumun bu olanaklara göre yeniden düzenlenmesini yani siyasal bir değişimi engellemektedir. Çünkü modern toplum da özünde, egemenlik/bağımlılık ilişkilerini yeni formlara sokmaktan başka bir şey yapmamıştır. Bu nedenle sanayi, modern teknik ve bilim, kentleşme, kitle iletişim araçları insanı yeni bir tahakküm sürecine, ama önceki toplumlardan farklı olarak fiziksel zora değil kültürel düzenlemelere dayalı bir tahakküm biçimine sürüklemiştir. Böylece insan bireyleşmek ve özgürleşmek yerine manipüle edilen yığınlar haline gelmiştir. 

Bu çalışmada adı geçen tüm düşünürler, bu süreci betimlemeye ve analiz etmeye girişmişlerdir. Ancak yalnızca Mills, Frankfurt Okulu kuramcıları ve Benjamin kapitalist sistem ile kitle toplumu arasındaki nedensel ilişkileri çözümleyebilmişlerdir. Onlar soruna insanın yabancılaşmadan kurtulması  ve özgürleşmesi açısından yaklaşmışlardır. Modern çağ, gerçekten de insanın kendi üstündeki  tüm tahakküm biçimlerini ortadan kaldırarak sınıfsız, özgür bir toplum kurabilme olanaklarını yaratmıştır. Bundan sonra insanın önündeki en büyük görev tarihin öznesi olarak eyleme geçmek ve kendi tarihini bilinçli bir şekilde yazmaya başlamaktır. 

Notlar: 

[1] Karl Marks  “Yahudi Meselesi” çev. Niyazi Berkes (Sol Yayınları 1968) sf.  23 
[2] Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi, sf 17
[3] Tocqueville ile ilgili alıntılar Swingewood ve Oskay’dan yapılmıştır.
* Tocqueville’den alıntılayan Adorno ve Horkheimer
[4] Adorno ve Horkheimer, Kültür Sanayi, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf:22
[5] Nietzsche ile ilgili alıntılar Swingewood’un adı geçen kitabından.
[6] Spengler ile ilgili alıntılar Sorokin’in adı geçen kitabından
[7] Theodor Adorno, “Spengler Haklı mı Çıkacak ? (1955)”, Eleştiri- Toplum Üzerine Yazılar, çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul, 1990
* Çeviride kitle terimi yerine aynı anlama gelmek üzere kütle terimi kullanılmış. Burada alıntılar dışında kitle terimini kullanmaya devam edeceğiz.
[8] Mills’le ilgili tüm alıntılar İktidar Seçkinleri’nin “Kitle Toplumu” Bölümündendir.
·Fransız felsefeci ve sosyolog Jean Baudrillard’ın bu konuda çok ilginç bir sözü vardır: “Gerçekliğin aynadaki imgesi, kendisinden daha gerçek görünebilir.” (Baudrillard ‘ayna imgesi’ kavramı ile kitle haberleşme araçlarının sunduklarını kast ediyor.)


Kaynaklar:

Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi, cev. Aykut Kansu, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996
P.A. Sorokin, “Oswald Spengler”, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri içinde, çev. Mete Tunçay, Göçebe Yayınları, İstanbul, 1998
Ortega y Gasset, Kütlelerin İsyanı, çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınları, İstanbul, 1992
C. Wright Mills, “Kitle Toplumu”, İktidar Seçkinleri içinde, çev. Ünsal Oskay, Bilgi Yayınları, Ankara, 1973
Martin Jay, “Estetik Kuram ve Kitle Kültürü”, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Ara Yayınlar, İstanbul, 1989
Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Kültür Sanayi”, Aydınlanmanın Diyalektiği içinde, çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1996
Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1994
Ünsal Oskay, “Walter Benjamin’in Baudelaire Üzerine Çalışmaları” AÜ SBF Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllık, 1981
Ünsal Oskay, 19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, Der Yayınevi, İstanbul, 1993
Georg Simmel, “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, çev. Bahar Öcal Düzgören, Cogito Dergisi, 8. Sayı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996
Karl Marx, Yahudi Meselesi, çev. Niyazi Berkes, Sol Yayınları, Ankara, 1968
Karl Marx, Komünist Manifesto, çev. Muzaffer Ardos, Sol Yayınları, Ankara, 1993

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...