1 Mayıs 2002 Çarşamba

Göçebe düşüncenin çırakları: Deleuze ve Guattari



DELEUZE

                                                                      Michael Hardt,
Çev. Ali Utku – İsmail Öğretir, 2002
Birey Yayıncılık, 197 sayfa.

DELEUZE&GUATTARI

Ronald Bogue,
Çev. Ali Utku – İsmail Öğretir,
2002, Birey Yayıncılık, 229 sayfa.


Yakınlarda bir arkadaşım Gilles Deleuze’ün bu aralar moda haline geldiğini söylüyordu. Bu ‘moda’ sözcüğü üzerinde düşünülmeye değer.  Zira brçok düşünsel akımın ülkemize intikal etmesi bir düşünsel muhafazakarlık refleksi ile karşılanarak “moda” kavramıyla yaftalanır. Çoğunlukla düşünsel konumların oynamasına itibar etmeyen okur yazar çevrelerin bu refleksi zaman zaman haklı bir  Ülkemize yeni düşünsel akımların girişi, çoğunlukla kendisini temsilci addeden entelektüel-akademisyen figürler aracılığıyla gerçekleşir. Onlardan edinilen ikinci el bilgiler de biz cahil okumuşlar tarafından olur olmadık yerlerde kullanılınca hakikaten okur çevrelerinin sohbetleri aralarında sık sık zikredilen yarı hazmedilmiş slogan düşünceler uçuşmaya başlar. Eğer moda konusundaki kaygı sadece bu durumu eleştiren bir tavrın ifadesi olursa buna katılırım. Oysa arkadaşımın üzerinde fazla durmamasına karşın merkezin aydınlarının ‘moda’ düşünceler karşısında yüksek perdeden ‘savunma düzenine’ geçişleri meselenin daha karmaşık olduğunu gösteriyor.
Türkiyeli entelektüellerin – hangi siyasal düşünceye mensup olursa olsunlar – onyıllardır kemikleşmiş konumlarını terketmemek için kendilerine göre mazeretleri var. Demokrasinin az geliştiğinden dem vurulan, bastırılmaya çalışılan aykırı sesleri dillendirmenin hayati olduğu düşünsel iklimimizde, mevcut kanonun dışına çıkan eleştirel düşünceler hep ‘yeni modalar’ olmakla suçlanır. Dahası bu refleksle hareket eden merkezin entelektüelleri, bu tür alternatif düşüncelerin dolaşıma girmemesi için hayali düşmanlarına karşı savaş ilan etmekten geri durmazlar. ‘Moda’ endişesini bu ilişkiler etrafında ele alırsak bilakis ‘bu yeni moda’ların savunulması yakıcı öneme sahip. Gilles Deleuze ve Felix Guattari de bazılarına göre moda kabilinden duhul eden düşünürler. Şahsen, Deleuze&Guattari söz konusu olduğunda, azınlıkta kalan bir grup merkezin dışına çıkmış entelektüelin çalışmalarından fazlasını göremiyorum. 
Birlikte yaptıkları çalışmalar, 60’lar ve 70’ler Yeni Solu ile yeni siyasal öznellik biçimlerini kavrayamayan, bu solun önünde bir engel oluşturan, bu haliyle statükonun bir savunusuna dönüşen Marksizmle içinde yer aldığı Aydınlanmacı-Modernist düşüncenin soldan ve özgürlükçü bir eleştirisini getirir. 60’lardan sonra gelişen ve bugünlerde tüm dünyayı saran yeni siyasal öznellik biçimlerine, mikro politikalara ve sistem karşıtı hareketlere radikal özgürlükçü kavramsal araç gereç sağlarlar.
Entelektüeller ve güç ilişkisi Deleuze, Guattari, Foucault, Lyotard gibi düşünürlerin esas sorunlarından biridir. Bu düşünürlerin özgürlükçü sol çevrelerde dahi ‘moda’ sayılıp ilgi görmemesini, ortaya koydukları düşüncelerin kapalı, merkezcil, ortodoks düşünce yapılarını yıkmak ve parçalara ayırmakla kalmayıp, özgürlükçü düşünüş biçimlerine kapı açmak yönünde zengin olanaklar sunmasına; merkeziyetçi siyasal yapılar yerine ademi merkeziyetçi pratikler önerdikleri için temsili özne konumunu işgal eden ‘entelektüelleri’ yerlerinden etmesine; böylece konumlarını terketmek istemeyen, sağlam olduğunu zannettikleri düşünsel zeminlerin sarsıldığını görmek istemeyen entelektüellerimizi tedirgin etmesine yoruyorum.
Bu girizgahın nedeni, Birey Yayınlarından Haziran 2002’de Çıkan Michael Hardt’ın Deleuze: Felesefede Bir Çıraklık ile yine aynı yayınevinden Kasım 2002’de çıkan Ronald Bogue’nin Deleuze&Guattari adlı kitapları. Michael Hardt bilindiği gibi, İtalyan komünist entelektüel Antonio Negri ile birlikte günümüzün postmodernleşen küresel kapitalizminin egemenlik ve iktidar yapısı ile bu yapıdaki değişimleri analiz eden, küresel anti-kapitalist hareketleri destekleyen İmparatorluk adlı kitabın yazarlarından. Kitabın batılı Marksist dünyada nasıl bir fırtına kopardığını, yurdumuzda ise yalnızca birörnek kuru gürültüden öteye geçilmediğini, bu fırtınanın sol Marksizm üzerinde uzun vadede ne gibi kırılmalara yol açabileceğini konuyu takip edenler tahmin edebilir.
Michael Hardt, 1993’te yazdığı Deleuze: Felsefede Bir Çıraklık adlı kitabında bu düşünürü, Hegel’de doruğuna çıkan bütüncü, sistemci, ikili karşıtlıklarla çalışan ve herşeyin teorisini kurmaya çalışan metafiziklerin karşısında Nietzsche ve Heidegger’den beri girişilen yeni bir felsefi dil geliştirmek yönünde şimdiye kadar bunu en fazla başarabilmiş kişi olarak konumlandırıyor. Deleuze’ü, postyapısalcı düşünce içinde, Hegelcilik ile yapısal-sistemci düşüncenin karşısına bir Anti-Hegelci eleştiri koymaktan öteye geçip, olumsuzlamacı - eleştirici bir düşünüşün beraberinde bir kurucu pratik teorisi geliştirebilmiş bir düşünür olarak ele alıyor. Deleuze felsefe tarihinin bazıları karanlıkta kalmış, ya da genellikle egemen felsefe yorumları içine yerleştirilmiş düşünürler üzerine farklı okumalar geliştirmiştir. Kariyeri boyunca Bergson, Nietzsche, Spinoza, Hume, Lucretius ve Stoacılar, Kant’ın yanı sıra Marcel Proust, Lewis Carroll, Sacher Masoch ve Franz Kafka gibi yazarlar üzerine çalışmıştır. Yaşamının son yıllarında Sinema üzerine iki ciltlik bir felsefi çalışma da yapmıştır. Hardt, Deleuze’ün ilk döneminde üzerinde çalıştığı üç düşünür – Bergson, Nietzsche ve Spinoza – hakkındaki çalışmalarını inceliyor. Bu çalışmaları sayesinde, daha sonra geliştireceği devrimci düşüncelerin yolunu açtığını ortaya koyuyor. Böylece Deleuze’ün düşüncesinin bütününü temsil etmeye uğraşan bir standart akademik çalışma yerine, Deleuze’ün de okurken ‘kendinin kıldığı’ ve yorumladığı düşünürlerden hareketle, onun bir okunuşunu gerçekleştirip onu kendinin kılarak felsefede çıraklığını sürdürüyor.
İkinci kitap ise 1989 tarihli bir çalışma. 1996’te yitirdiğimiz Deleuze’ün halen üretkenliğinin tüm hızıyla sürdüğü bir dönemde yapıldığından son dönem yapıtlarını içermiyor. Kitabın birinci kısmı Deleuze’ün 1950’lerde başlayan felsefe çalışmalarını ele alıyor. Nietzsche, Proust, Sacher Masoch, Stoacılar, Platon ve Kant üzerine çalışmalarını inceliyor. Özellikle düşünürün ilk dönem felsefi üretiminin en önemli iki verimi olan Fark ve Tekrar ile Anlamın Mantığı adlı kitapları üzerinde duruyor. İkinci kısımda Deleuze ve Guattari’nin birlikte çalışmaya başladıkları dönemin eserleri ele alınıyor. Bu dönemin en patlayıcı eserleri Kapitalizm ve Şizofreni adlı iki kitaptan oluşan proje. Projenin ilk kitabı Anti-Oidipus: Kapitalizm ve Şizofreni I adıyla 1972 yılında yayınlanmıştır; ikinci Kitap ise Bin Yayla: Kapitalizm ve Şizofreni II  adıyla 1980 yılında. Aynı dönemin ürünlerinden bir diğeri de Anti-Oidipus’ta geliştirilen kavramsal teçhizatla Franz Kafka’nın tüm metinlerini şizoanalitik bir okumaya tabi tutan 1975 tarihli Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin adlı çalışma. Bogue’nin kitabı, hem Deleuze’ün ilk dönemini hem de Deleuze&Guattari ikilisinin birlikte geliştirdikleri düşünceleri ve kavramları tanımaya başlayacak okurlar için oldukça zengin bir okuma sunuyor.
Her iki kitabı yine bir ‘ikili’ Türkçeye çevirmiş: Erzurum Atatürk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi İsmail Öğretir ile aynı üniversitenin felsefe bölümü araştırma görevlisi Ali Utku’nun ortak emeklerinin ürünü. Burada bu arkadaşlara saygımı ve selamlarımı iletmeyi borç biliyorum. Zira bu tür ‘moda’ düşüncelerin beğeniye sunulduğu büyük merkezlerden değil de Erzurum’dan bu işe girişmeleri, kısa arayla her iki kitabı da temiz ve dikkatli bir çeviriyle Türkçeye kazandırma yönündeki donkişotça çabalarından dolayı kutluyorum.
Sürekli seyir halindeki göçebe düşünce, kurulu merkeziyetçi yapıları yıkıp, kaçış çizgilerinden kendi yolunu bularak özgürlükçü pratiklerin izlerini takip ediyor. Göçebe düşüncenin çırakları, ast üst ayrımlarına bulaşmadan yeraltı akışlarında birbirleriyle kaynaşıyor...
Türkçede Deleuze ve Guattari
Diyaloglar – Deleuze&Parnet; Kapitalizm ve Şizofreni I ve IIDeleuze&Guattari (bu iki kitap yukarıda sözünü ettiğimiz Bin Yayla kitabının iki bölümünü oluşturan Göçebebilimi İncelemesi’dir); Üçekoloji – Guattari; Felsefe Nedir? - Deleuze &Guattari; Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin -  Deleuze&Guattari; Kant’ın Eleştirel Felsefesi – Deleuze; Spinoza Üstüne On Bir Ders – Deleuze; Kant Üstüne Dört Ders – Deleuze; Toplumbilim Dergisi  - Gilles Deleuze Özel Sayısı, Kasım 1996 sayı:5.


15 Mart 2002 Cuma

Şenlikli Bir Anarşizm: Hakim Bey

Hakim Bey, GEÇİCİ OTONOM BÖLGELER, Çeviren: Rahmi G. Öğdül, Stüdyo İmge Yayınları, 2002,


Ne tuhaf zamanlama! Dünya çapında bir ‘islami terörist’ cadı avı başladı. Kapitalist karar merkezleri küresel denetim mekanizmalarını genişletmek üzere, kendi elleriyle yarattıkları hayali düşman, islami terörizm ile büyük bir hesaplaşmaya girişir ve denetim ağlarını sıkılaştırmayı hedeflerken, bu arada küresel sol hareketleri de terörizm tanımı içine doğru itmeye çalışıyor. Böylece dünya çapında kültürel, etnik farklılıkların dışlanmasına karşı çok kültürlülüğü öne çıkaran politikaları da silmeye zorlayan yeni bir ırkçılık, batı merkezcilik ve oryantalizm akımı yaratılmaya çalışıyor. Bu esnada Amerikalı anarko-sufi Peter Lamborn Wilson, nam-ı diğer Hakim Bey’in T.A.Z. (Temporary Autonomous Zone: Ontological Anarchism, Poetic Terrosim) adlı kitabı “T.A.Z. / Geçici Otonom Bölgeler” adıyla yayınlandı. Hakim Bey bu kitabında Avrupa menşeli bir siyasal akım olan anarşizm ile müslüman doğunun sufi bilgeliğini aynı potaya akıtıyor.
İlk bakışta bağdaşmaz gibi görünen bu anlayışların bir arada anılması tuhaf görünebilir. Öyleyse bu tuhaflıklara diğerlerini de ekleyelim: Nietzsche, Deleuze, Guattari, Foucault, Lytoard, Baudrillard gibi modern aydınlanmacı rasyonalizmin radikal eleştiricileri; Ömer Hayyam ve Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi sufiler; 17. yüzyıl deniz korsanları; internet, hackerlar, siberpunk bilim kurgu edebiyatı, Amerika’ya yerleşen ilk topluluklar, kızılderililer ve onların pagan inançları; Anarşist kuramcı Gustav Landauer ve Münih Sovyeti; fütürist İtalyan şairi  D’Annunzio ve özerk Fiume Cumhuriyeti ve benzeri... Her bir örnekte içinde yaşanılan zamanın ve mekanın sınırlarını aşan bir özgürleşme ve özerk toplumsal biçimler kurma deneyimlerinin izlerini arıyor Hakim Bey. Şenlikli, oyuncul, tinsel, erotik bir özgürleşme politikasını öne çıkartıyor.
Hakim Bey 70li yıllarda çok uzun süre Türkiye, İran, Afganistan gibi ülkelerde İslami heterodoksi ve tasavvufçu tarikatlar üzerinde araştırmalar yapmış. Solcularımız neden bizde bir demokratik halk geleneği yok diye düşünedursunlar, tarih boyunca halk islamının çeşitli biçimlerinin merkezi otoriteyle sık sık çatışma içine girdiği görülür. Hakim Bey de Türkçe baskıya önsözde şöyle soruyor: “Türkiye’de (eski emperyal nostaljiden arınmış olarak) sufiliğin ve zındıklığın (heresy) hoşgörü ve insani değerlere dayalı (hem İslamcılığa hem de laik ulusçuluğa karşıt olarak) yerel bir üçüncü yolun un oluşumuna katkıda bulunabileceği konusunda benimle uyuşup uyuşamadığınızı merak ediyorum?” Bu soru, özgürlükçü bir solun, yalnızca aydınlanma sonrası modernist değerlerle kurulabileceğine ilişkin Avrupa merkezci yaklaşımın altını oyar. Biz de sormak istiyoruz: Sayısız tasavvuf ve İslami heterodoksi araştırmasının varlığına rağmen Türkiyede devrimci ve solcu mücadelelerin bir soykütüğü çıkarılacak olsa, bunların Kalenderilere, Haydarilere, Melamilere, Haşhaşilere, Babai isyanına, Şeyh Bedreddin’e, Bektaşilere ve benzeri bir çok hat üzerinden geçmişin radikallerine, muhaliflerine kadar bağlandığını düşünen kaç tane solcu var? Batı merkezci yaklaşımların, kalkınmacı, sanayileşmeci, devletçi  sosyalist  programların karşısında radikal bir özgürlükçü alternatif  politika oluştururken tasavvuf düşüncesinin bugüne yönelik getirebileceği olanaklar üzerinde düşünülüyor mu? Sanırız bu hususta bize cevap verebilecek nadir kişilerden birisi, İslami heterodoksiyi soldan okuyan tarihçi Reha Çamuroğlu olsa gerek...
Hakim Bey, T.A.Z.’da, tarihte ve mekanda hiçbir doğrusal hat izlemeden, hiçbir yerleşik plana dayanmadan sürekli olarak özgürlükçü deneyimlerin izini sürmüş. Çeşitli zaman ve zeminlerde ister uzun ister kısa ömürlü olsun, dayanışma etiğine, yatay ilişkilere, özerkliğe, hiyerarşi ve iktidar ilişkilerinin reddine ve doğa durumunu yeniden elde etmeye dayalı toplumsal biçimlenmelerden seçtiği örneklerle T.A.Z. ın ne olduğunu gösteriyor. T.A.Z.’a “sabit, değişmez, tüm zamanlarda geçerli evrensel bir özgürlükçü toplumsal biçimlenme” gibi bir anlam yüklemeden, yaşanmış ve yaşanmakta olan isyancı pratiklerden yola  çıkarak bize ne olduğunu gösteriyor. Sadece çok genel dışsal özelliklerinin ne olduğunu söylüyor: “T.A.Z. devletle doğrudan çatışmayan bir isyana, (yurtsal, zamansal, imgelemsel) bir bölgeyi özgürleştiren bir gerilla operasyonuna benzemektedir, devlet tarafından ezilmeden önce, kendisini başka bir yerde ve zamanda yeniden oluşturmak üzere dağıtır.”, “...onun en büyük gücü görünmezliğinde yatmaktadır – devlet onun farkına varamaz, çünkü tarih onu tanımlamamıştır. T.A.Z.’ın adı konulur konulmaz (temsil edilince, dolayımlanınca) gözden kaybolmalıdır; gösteri açısından tanımlanamaz olduğu için bir kez daha görünmez olarak başka bir yerde yeniden ortaya çıkmak üzere, içi boş kabuğunu arkasında bırakarak kaybolacaktır.”
Hakim Bey’in politik bir alternatif olarak geçici otonom bölgeler yaklaşımı, anarşist iktidar eleştirisini, postyapısalcı temsil eleştirisini, özellikle de Deleuze ve Guattari’nin göçebe düşüncesi, ya da rizomatik düşünceyi, 68 hareketinin karşı kültür deneyimlerini, Sitüasyonist Hareketin gündelik hayatta devrim yaklaşımını birleştiren bir mikro politika önerisidir. Süreklilik arzeden bir politik örgütlenme, program ve stratejiye dayalı geleneksel sosyalist ve anarşist yaklaşımların yerine, rizomatik tarzda örgütlenen, merkezsiz, çokkatlı, devingen, ağsal yapıda, süreksiz, şenlikli, birbirinden farklı bağlamlarda hareket eden karşı mücadelelerden oluşan bir anarşist özgürlükçü yaklaşımın, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmasına dayalı şenlikli komünal birlikteliklerini öne çıkaran bir anarşizmin onaylanmasıdır. Yüzyüze ve temsiliyetsiz bir etik-politik yaklaşım içerir.  Kitap 1984  yılında doğmuş ve 1991 yılında yayınlanmış olmasına rağmen 1992’ deki Los Angeles isyanları, Zapatista hareketi, 18 haziran 1998’deki  J 18 hareketi, 1999 Seattle’den bugüne kadarki küresel sol hareketler ve son olarak da Arjantin’de yaşanan isyan deneyimleri, geçici otonom bölgelerin bir şenlikli özgürleşme pratiği olarak yaygınlaşmasına örnekler oluşturuyorlar.


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...