Türkiye’deki
sistem karşıtı hareketlerin siyasal iktidarları ve sermaye
birikim politikalarını frenleyebilecek bir karşı güç
oluşturmasını ve hakim millet tasavvuruyla asimile edilemeyen
Kürtlerin ve sisteme entegre edilmeye çalışılan ancak her zaman
dışlamaya maruz bırakılan Alevilerin ülke yönetiminde kendi
adlarına söz sahibi olmasını engellemekte, devletin süreklilik
gösteren güvenlik politikalarının muhalif hareketleri yok etmeye
yönelen şiddeti kadar, dünyadaki en yüksek seçim barajı
uygulamasına dayalı seçim sisteminin de belirleyici bir etkisi
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü radikal sol akımlarla Alevi ve
Kürt örgütlenmelerinin temsili demokrasi içinde kendilerine yer
açma çabalarının mevcut cumhuriyetin kurucu temellerini
sarsabilecek, daha da ötesinde kapitalist toplumsal düzeni
değiştirmeye yönelebilecek bir toplumsal mücadelenin açığa
çıkmasına etkisi olmasından hep korku duyuldu. Bu yüzden
cumhuriyet rejimi daha en başından beri, muhalefetin ya hiç
olmadığı, ya da tamamen marjinalize edildiği bir modelle
sürdürülmeye çalışıldı. Kemalist diktatörlükten çok
partili rejime geçiş sürecine ve günümüze kadar hep böyle
sürdüğü için, toplumsal muhalefetin en meşru biçimleri dahi
daima tehdit olarak algılandı ve çıplak devlet baskısının yanı
sıra yasa dışı devlet şiddetinin kontra-terör metotlarıyla da
sindirilmeye çalışıldı. Yürürlükteki seçim sistemi de bu
durumun sürmesini sağlayan bir devlet şiddeti tertibi olarak
tasarlandı. Bu modelden en çok yararlanan siyasal parti ise on üç
yıldır egemenliğini sürdüren AKP oldu.
Sistem
karşıtı muhalefete yönelik devlet şiddetindeki süreklilikte,
geçmişten günümüze kadar değişen pek bir şey olmadı. İçinde
olduğumuz genel seçimler döneminde de Türkiye’nin pek çok
yerinde HDP’nin seçim stantlarına, bürolarına, aktivistlerine,
propaganda materyallerine yönelik provokatif saldırılar
düzenlenmesi, basın yoluyla karalama ve kriminalize etme çabaları,
savaş kışkırtıcılığına varan provokatif söylemler, medya
kuruluşlarında temsil edilmesini kısıtlamak için medyaya baskı
yapmak gibi uygulamalar, HDP’nin barajı geçmesinin sadece AKP
açısından değil daha geniş anlamda düzen güçleri safının
tamamında tehdit olarak algılandığının açık göstergeleridir.
AKP’nin
otoriterleşme eğiliminin özellikle işçi grevleri, sokak
protestoları ve toplumsal mücadeleler üzerinde gittikçe artan
baskıcı eğilimleri göz önünde bulundurulduğunda, yüzde on
barajını aşıp meclise girecek ve AKP’nin aşırı güç
biriktirmesinin önünü kesebilecek bir sol alternatif daha da büyük
önem kazanıyor. Önce meclise girip daha sonra da yüzde on
barajının kaldırılmasına çalışacak bir politik hamle, daha
sonraki dönemde, tüm sokağa dayalı mücadelelerin yeni mevziler
kazanması ihtimalini arttırmak için elzem görünüyor. Aksi
durumda Türkiye’deki adalet sisteminin, iç güvenlik
politikalarının, basın ve medya düzeninin görece
demokratikleştirilmesi başarılmadan, uzun vadede, toplumsal
hareketlerin baskıcı bir dönemin etkisiyle daha etkisiz ve sınırlı
mecralara çekilmek zorunda kalma ihtimali olduğunu tahmin
edebiliriz. AKP’nin iç güvenlik paketini bunu ön görerek
tasarladığını biliyoruz.
Buraya
kadar söylediklerim, HDP’ye neden oy verilmesi gerektiğini
savunan soldaki hemen herkesin ortak argümanlarıdır. Ancak seçimde
oy kullanmayı, meclise girme hedefine katkıda bulunmayı, bir
siyasi partiyi desteklemeyi bütünüyle eleştiren ve düzen içi
bir pratik olarak gören, seçimlere katılmanın tümüyle etkisiz
olduğunu düşünen bir anlayış karşısında yukarıdaki
argümanlar yeterince ikna edici olmayabilir.
Son
yıllarda her seçim döneminde kimi zaman liberter, anti otoriter,
anarşist çevrelerden Emma Goldman’ın “Eğer oy vermek bir
şeyleri değiştirseydi, onu yasa dışı hale getirirlerdi”
sözünü bir ilahi tebliğ gibi ara sıra sosyal medyada dolaşıma
sokan ya da HDP’nin siyasi söylemlerine yeterince sosyalist veya
devrimci olmadığı gerekçesiyle itiraz eden, işin içinde gizli
bir pazarlık olduğu kuşkusunu yayanların, genel geçer söylemleri
bırakıp bu seçim barajının neden sürdüğüne ve toplumsal
muhlefetin kapasitesi üzerinde bir etkisi olup olmadığına dair
dair ciddi bir siyasi analiz yapması gerekiyor.
Eğer
oy kullanmakla bir şeyler değişmeseydi cunta ve onun ardından
küresel sermaye egemenliğinin programını uygulayan ANAP’tan
AKP’ye kadar tüm sağ partilerin bu seçim barajını ısrarla
korumaları anlaşılmaz olurdu. Seçim barajının, özellikle 90′lı
yıllardan sonra doğrudan Kürt siyasal hareketinin temsilcilerine
karşı korunduğunu herkes biliyor. Birçok alanda “demokratik
reformlar” yapar görünen, AB uyum yasalarını çıkaran, lafa
gelince Alevi ve Kürtlere yönelik açılımlar yapıp 12
Eylülcüleri yargılama müsameresi yapan bir parti olan AKP’nin,
bu göstermelik uygulamalarını bir yana bırakırsak, seçim
barajını neden kaldırmadığı yeterince açık değil mi? Mesele
sadece kendi siyasal iktidarını garanti altına almak mıdır? Eğer
bugüne kadar bir seçim barajı olmasaydı, Kürtlerin siyasal
sistemin içine girip kendi adlarına siyaset yapması, Alevilerin
kendi siyasal temsilcilerini seçebilmeleri, sol akımların daha
geniş bir mobilizasyonla meclise hiç değilse bir kaç milletvekili
yollayabilmeleri, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların, Arapların,
Çingenelerin, Çerkezlerin ve adını sayamadığım diğerlerinin
belki de mevcut ana akım sağ liberal partilere destek vermek yerine
zaman içinde küçük de kalsa kendi adlarına siyasal temsilciler
seçip mecliste görece daha demokratik bir temsil arayışına
girmeleri mümkün olmaz mıydı? Bu tür bir düzenleme,
cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden hâkim Sünni-Türk
millet algısını dağıtmakla kalmayacak, muhtemelen, geç Osmanlı
dönemi ve cumhuriyet dönemi boyunca yapılmış katliamların ve
ayrımcılığın üstündeki örtüyü de er geç kaldırmaya
yönelik bir etki yapacaktı. Böyle bir ihtimal AKP’den çok daha
geniş bir iktidar bloku için de tehdit olarak algılanmamakta
mıdır? Tüm bunların bugün için sadece geçmişe ait defterleri
yeniden açmak ve bugünün liberal çok kültürlü çağdaş
demokrasisine uygun bir rejim ve siyasal kültür değişikliği
meselesi olmadığını herkes biliyor. Bu meseleler, insanlığa
karşı işlenmiş suçlar kategorisine giren katliamların ve
soykırımların esasta hangi saiklerle işlenmiş olduğunu da açığa
çıkaracaktır: Yani ulus-devletin kuruluş sürecinde bir ulusal
burjuvazi ve ulusal sermaye yaratmak ve Osmanlı’nın sömürgeci
sisteminin bakiyesi olan tüm etno-kültürel çeşitliliği
asilimile ederek uysal itaatkar yurttaşı üretmek. O halde bugün
parlamenter temsil sisteminin dışında tutulmak istenenler, açıkça
mevcut cumhuriyetin kurucu temellerini sarsma tehdidi taşıyanlardır
ve bu sebeple yüzde on barajına rağmen, cumhuriyetin tüm mağdur
ettiklerinden bir araya gelen farklılıkların bu barajı aşarak
mecliste kendi yerini açma çabası, AKP’nin durdurulmasından çok
daha büyük bir hedefe işaret eder. Kaldı ki bugün AKP, geç
Osmanlı dönemi otoriter milliyetçiliği ile erken cumhuriyet
dönemindeki faşist modernleşme modelinin tüm özelliklerini
bünyesinde toplamaya çalışan rafine bir oluşumdur.
1965
yılında meclise giren Türkiye İşçi Partisi devrimci bir siyasal
parti olmayabilir. Ancak özellikle 67′den sonra dünyada yükselen
devrimci dalganın Türkiye’deki etkisini de arkasına alan gençlik
hareketlerinin önemli bir bölümü TİP’in paltosundan çıkmıştır.
Sonraki on yıllar boyunca gelişen 70′ler devrimci hareketini
ancak 12 Mart ve 12 Eylül cuntaları ile durdurabilmişti egemenler.
Ancak uzun yıllar sonra tekrar gerçekleşebilen bir diğer örnek
ise 1991 yılında SHP çatısı altında Kürt milletvekillerinin
meclise girerek daha sonra kendi partilerini kurmaları ve 18
milletvekiliyle HEP’in meclis çatısı altında yer alması
olmuştu. Leyla Zana’nın unutulmaz Kürtçe yemin etmesinin o
dönemin kuşağının belleğindeki şok etkisini anmasak olmaz.
Takip eden yıllarda vekillikleri düşürülüp dokunulmazlıkları
kaldırılarak hapsedildiler ancak 90′lı yılların Kürt
hareketine önemli bir ivme kattıkları söylenebilir. Yine uzun
yıllar geçtikten sonra Kürt milletvekillerinin yeniden
meclise girebilmeleri ancak 2007 seçimlerinde gerçekleşebildi. Bu
tarihten itibaren Kürt siyasal hareketi temsilcileri ile sosyalist
hareket arasındaki bağlantılar artarak ilerledi ve 36 milletvekili
ile 2011 seçimlerinde daha büyük bir meclis grubu kuruldu. Bu grup
içinde sosyalist hareketten üç milletvekilinin de bulunması
önemli bir gelişme olarak sosyalistler, yeni sosyal hareketler ve
Kürt özgürlük hareketi arasındaki bağların kuvvetlenmesine
olanak sağladı. Kesin konuşmamak gerekir ancak, Kürt siyasal
hareketi ile sol sosyalist akımlar ve yeni sosyal hareketlerin
bugünkü güçlenme düzeyinde bir önceki seçim döneminde yapılan
bu ittifakın da etkisi olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
AKP’nin
rafine ettiği otoriter devletçi gelenek ve kültür, Tayyip
Erdoğan’ın liberal brjuva demokrasisinin sınırlarını bile
zorlayan “Türk usulü” bir başkanlık modeline geçme
saplantısı ve bu hedefi gerçekleştirmenin önündeki toplumsal
engelleri sindirmek için çıkartılan iç güvenlik paketi,
halihazırda bütün yapısal şiddetiyle devam eden neoliberal
sermaye birikim modelinin, yani toplumsal müşterekleri bir bir ele
geçirip sermayeye tabi kılan, mülksüzleştirme ve borçlandırma
yoluyla birikim modelinin küresel sermaye programının istikrarla
işleyebilmesi için bir zorunluluk. İktidarın kendisi açısından
direnişlerin bu kadar geniş bir alana yayıldığı ve her mevzide
hazır bir potansiyel olarak beklediği bir durumda toplumsal
mücadelelerin sokak bileşeni yeniden zirve yapabilir ve neoliberal
programı kesintiye uğratarak girerek sermaye birikim sürecinin
krize girmesine yol açabilir. İşçi grevleri, güvencesiz
çalışanların mücadeleleri, İstanbul’daki kent mücadeleleri,
Doğu Karadeniz su havzalarındaki HES karşıtı direnişler, Sinop
ve Akkuyu’da nükleer santral karşıtı mücadeleler, zorunlu din
dersine karşı Alevilerin mücadeleleri, Kürtlerin bölgesel
özerklik ve özyönetim için yürüttükleri mücadeleler gibi,
lise ve üniversite öğrencilerinin eğitim hakkı ve giderek
ticarileştirilen eğitim politikalarına karşı mücadeleleri, ve
kadınların istihdam, eşit ücret, eğitim ve siyasal yaşama eşit
katılım için yürüttükleri mücadeleler, tek tek tüm
örneklerini sayamayacağım tüm tekil toplumsal mücadelelerin
aynı birikim stratejisinin ve bunun dayattığı itaatkâr vatandaş
tipinin farklı yönlerine karşı gelişen direnişler olduğunu
görmek gerekiyor. Bu hareketler birbirinden ayrı tekil kolektif
mücadeleler görünseler de, sermayenin siyasal iktidarının aynı
düzlemi üzerinde biçimleniyorlar. Her biri kendi bağımsız ya da
özerk biçimleriyle hiç bir büyük ölçekli siyasal akımın ya
da partinin parçası olmasalar da birbirlerine sürekli olumlu
etkiler taşıyorlar. Kendi açısından sermaye ve siyasal iktidar,
direnişlerin bu iç içe geçmişliğin farkında, ve ittifakların
ortak mevziler kurmasının oluşturacağı tehdidi iyice ölçüp
hesaplıyor.
Gerçekten
de özellikle son dört yılda Kürt özgürlük hareketinin çok
katmanlı örgütlenmeleri ve siyasal parti düzleminde de BDP ile
diğer toplumsal mücadelelerin içinden gelen grupların, irili
ufaklı sosyalist parti ve çevrelerin tüm bu mücadelelerle
doğrudan yatay bağlarla şekillenmiş ittifakların ağı olarak
ortaya çıkan HDP’nin mecliste güçlü bir gruba sahip olmasının,
parlamento dışı kolektif siyasal mücadelelerin gelişmesinin
yollarını daha da çoğaltacağını söylemek, üstelik AKP’nin
de tam bundan korkuya kapıldığını iddia etmek abartı değildir.
AKP’nin korkusu yalnızca Kürt siyasal hareketinin temsilcileriyle
bir siyasal müzakere masasına oturmak değil. Daha tehditkâr olan,
cumhuriyetin başından beri dışlananların, Kürtlerin siyasal
özgürlük hareketinin, sosyalist hareket bileşenlerinin ve
toplumsal mücadele ağlarının oluşturacağı geniş ittifakın
bir siyasal parti şeklinde davranıp kolektif bir güç olarak tüm
neoliberal politikalara ve devlet şiddetine karşı koyabilecek yeni
bir evreye geçmesi.
Bu
tablo tüm toplumsal direnişlerin hedeflerine ancak parlamenter
sistem yoluyla ulaşabileceği şeklindeki eski reformist/sosyal
demokrat modeli yeniden canlandırmak değildir. Daha ziyade, meclis,
radikal sol toplumsal muhalefet bileşenlerinin temsilcilerine,
Kürtlere, Alevilere, Sünni-Türk olmayan diğer etnik topluluklara
kapatıldığında siyasal iktidar sınırsız bir güçle hareket
edebildiği için, sokak muhalefeti kadar meclis muhalefeti de önem
kazanıyor. Bundan dolayı oy kullanmak, diğer siyasal eylem
biçimleri kadar politik olarak etkili bir eylem biçimi halini
alıyor. Oy kullanmak yoluyla yerel seçimlerde ya da genel
seçimlerde konum almak, sokakta direnişe geçmek kadar aktif bir
konum almak haline geliyor. Sokaktaki konum alışın etkisinin
sürekliliği için vazgeçilmez oluyor. Geçmişte bize belletilmeye
çalışıldığı gibi biri diğerini ikame ettiği için ya da oy
vermek daha iyi, konforlu bir siyasi mücadele yolu olduğu için
değil, oy vermek ile sistem karşıtı mücadele arasında bir tür
ikili karşıtlık bulunmadığı için. Tıpkı taş atmak ile
bildiri dağıtmak arasında da birbirini olumsuzlayan bir zıtlık
olmadığı gibi.
AKP’nin
anayasa yapımı sürecinde toplumun geniş kesimlerini temsil eden
bileşenleri dışarıda bırakacağının anlaşıldığı ve Kürt
özgürlük hareketini de KCK tutuklamalarıyla boğmaya çabaladığı
bir dönemin hemen ardından, hükümetin ve Tayyip Erdoğan’ın
sistem karşıtı hareketlerin güçlenmesi karşısında
otoriterleşme eğilimleri arttı. Tam da bu dönemde yani 2011 genel
seçimlerinden bu yana yapılan örgütlenme çalışmalarıyla, Kürt
özgürlük hareketinin temsilcilerinin, çok geniş ölçekte
kolektif toplumsal mücadelelerin içinden gelen aktivistlerin ve
çeşitli sol örgütlerin yan yana gelmesiyle şekillenen Kongre
hareketi ve onun ardından da HDP bir ittifak gücü haline geldi.
Yani giderek artan otoriterleştirme muhafazakarlaşma ve eğilimine
karşı tüm ilerici, özgürlükçü eşitlikçi, devrimci güçlerin
bir ittifakı olarak. Bu ittifakın daha 2013′teki Haziran
isyanında kendini gösterdiği, tüm inkar etme çabalarına rağmen
doğrudur. Takip eden dönemde de geçmişte birbirinden ayrı ve
tümüyle ilgisiz toplumsal mücadeleler olan Kürt özgürlük
hareketi ile Türkiye’nin batısındaki toplumsal mücadeleler
arasındaki temas giderek artmış, Kobanê direnişinin ardından
ise en görünür haline ulaşmıştır.
Bugün
HDP mecliste, öncekinden daha etkili bir güçle yer alırsa, AKP
hükümeti başkanlık hedefine ve tek başına anayasa değiştirme
yetkisine sahip olamayacak zayıf bir hükümet olarak kalır ve
sistem karşıtı hareketlerin baskısı, kendi içindeki çıkar
çatışmaları kısa zamanda partinin erimesine yol açar. Bunun
kısa vadeli ilk pratik kazanımı ise neoliberal saldırganlığın
daha fazla yıkım yaratmasına bir derece dur diyebilme imkânı
ortaya çıkarabilmesidir, özellikle de sokak hareketi düzleminde.
Meclis’teki
güçlü bir HDP grubu, kuru kuru parlamenter muhalefet olmayacak,
aksine hem modern cumhuriyetin dayandığı üniter ulus algısının
hem de görünürde onun karşıt kutbu gibi sunulan gerçekte ise
devamı olan milliyetçi-muhafazakâr siyasal hegemonyanın
dağılmasını kolaylaştıracaktır. Demokratik özerklik
projesinin ya da en basit şekliyle söylersek devletin merkeziyetçi
temsili demokrasisinin yerini alacak, konfederal bir öz yönetim
modelini hayata geçirecek yeni siyasal karar alma kurumların
meşruluk kazanması ve toplumsallaşmasına doğru adımların
sadece Kürdistan’da değil, tüm toplumsal hareket alanlarında
güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Rojava Devrimi’nin önüne
dikilen faşist İslamcı çeteleri el altından destekleyen bir
hükümetin Ortadoğu bölgesinde oyun kurucu ve gerici rolünün
artık zayıflaması belki de tümüyle ortadan kalkması anlamına
gelecektir. Bölgedeki diğer halkların demokratik mücadelelerinin
karşısına dikilen selefi faşist örgütlenmelerinin
sponsorlarından birisini tüketecektir. Bu da Rojava Devrimi’ni
savaş koşullarından çıkararak, hedeflerine bir adım daha
yaklaşmasını sağlar.
Meclis’teki
HDP, Türkiye’de 12 Eylül travmasından ve sol melankoliden ancak
Haziran 2013′te Gezi ayaklanması ile sıyrılmaya başlayıp aktif
bir siyasal harekete dönüşen radikal solun serpilmesi için
kullanılacak olanaklar demektir. Devletin tüm kurumlarından
topluma yayılan ırkçı, faşist, nefrete dayalı egemen siyaset
dilinin toplumun bilincine nüfuz etmesine karşı yeni bir sol
özgürlükçü siyaset dilinin ve kültürünün serpilip gelişmesi
demektir. Özellikle ana akım siyaset yoluyla toplumun bilincine
kazınan ve devamlı olarak kadın cinayetlerini ve kadına yönelik
şiddeti kışkırtan eril dilin karşısında cinsiyet eşitlikçi
bir siyaset dili ve siyasal kültürün tümüyle yaygınlaşmasının
ve kalıcılaştırılmasının yolunu açacaktır.
Bir
siyasi parti devrimci ve özgürlükçü bir anlayışı hayata
geçirmek için uğraşsa bile ona oy vermeyi, bir partiyi
desteklemeyi devrimci olmayan hatta düzen içi bir pratik olarak
gören, somut durumların analizinden uzakta duran bir soyut
muhalefet yaklaşımı hâlâ alıcı buluyor radikal sol içinde.
Düzen içi ve düzen dışı siyaset arasındaki muğlak çizgi bir
yana dursun, bu zamana kadar devrimci, muhalif insanlar olarak bir
düzen içi siyaset tanımlayıp, o alandaki mücadeleyi ve özneleri
küçümsedik. Tek öğrendiğimiz şey ise şuydu: ya meclise
girerek reformist olacaktık ya da onu reddederek devrimci. HDP
projesi ise tam bu kıskacı kırıyor. Yani ya düzen içi ya da
tamamen dışına çıkarak siyaset yapma ikili karşıtlığının
ötesinde bir siyaseti mümkün kılıyor.
HDP
projesi kendisini ne sadece düzen içi ne de sadece düzen dışı
mücadele mevzileri ile sınırlamayıp, iktidara karşı mücadelenin
yürütülebileceği her mekânı siyasallaştıran bir oluşumdur.
Zira gündelik hayatlarımızda karşılaştığımız yasakların,
engellerin, baskıların, şiddet pratiklerinin yakıcılığı düzen
içi siyasete girip bir an önce orayı değiştirmeyi gerektirir.
Öte taraftan politik ufkumuzu sadece var olanı dönüştürmekle
sınırlamayıp alternatif bir hayatı kurmaya yardımcı olacak
koşulları oluşturmak mümkün. Kendimizi düzen dışı siyaset
yapan özneler olarak tanımladığımızda evet pürü pak bir
mertebeye yerleşmiş oluyoruz, reel siyasete bulaşmayarak hiç
kirlenmemiş ve de kirlenmeyecek olan radikal devrimciler oluyoruz.
Oysa başka özgül örgütlenmelerimizden, mikropolitik
mücadelelerimizden vazgeçmemiz, bütün siyasi arzularımızı ve
hedeflerimizi sadece seçime yatırıp, sonra da başka hiçbir şey
yapmadan durmamız gerekmiyor. Seçimlerde oy kullanmak yalnızca,
sistem karşıtı mücadele ve kolektif eylem biçimlerine uzak duran
kitleler için bir demokratik karar sürecinin parçası olduğu
yanılsaması yaratır, çünkü ancak bu vatandaş seçmenler kendi
hayatlarının koşullarını ele geçirmek ve düzeni değiştirmek
için hiçbir şey yapmadan, yetki verdiği temsilcilerin onun adına
her şeyi yapmasını umarlar.
Oysa
sistem karşıtı mücadelelerin içinde yer alan herkes, siyasal
sistemin tüm kurumsal mekanizmalarının sınırlılıklarını
bilir. O mekanizmalarda, iktidar olmak için değil, başka yerlerde
o kurumsal mekanizmaları yerinden edecek başka toplumsal kurumlar
yaratmak için mücadele eder. Bunu yaparken de içinde bulunduğu ve
etkilendiği iktidar kurumlarının da aşırı güç toplamasını
engellemek ve karar süreçleri üzerinde de etkide bulunmak ister.
HDP
içindeki toplumsal muhalefet bileşenlerinin tamamı, başka bir
yaşamın parlamento gücüyle ya da devlet kurumları yoluyla
tepeden aşağı kurulamayacağını bilen bir siyasal anlayışta
ortaklaşıyorlar. Bu bakımdan parlamento bir iktidar hedefi değil,
tıpkı sokak gibi, siyasal iktidara karşı bir mücadele mevzisi
olarak görülüyor.
Doğru
zamanda, doğru mevziiye oy kullanmak sistem karşıtı mücadelenin
parçası olan politik bir eylemdir.
Bu
yüzden oy kullanma konusunda tereddütleri olanlar ya da HDP
hakkında kuşkuları olanlar şunu görmeliler: 7 Haziran’da
HDP’ye oy veren komünist, devrimci, anarşist, sosyalist her hangi
biri, 8 Haziran’da da komünist, devrimci, anarşist, sosyalist
kalmaya devam edecek, liberal olmayacak. Ya da düzen içi bir
siyaset kurumuna kapağı atmış da olmayacak. Aksine HDP bir
iktidar hedefi değil, kelimenin her anlamıyla bir otonomi
hedefidir. Siyasal iktidarın hayatlarımızdaki tahribatlarını
azaltabilme, gündelik hayatlarımızda ve yaşam alanlarımızda
otonomiyi geliştirme ve öz-gücümüzü artırma projesidir. Ben bu
yüzden HDP’ye oy veriyorum. Beni temsil etsinler ve benim adıma
hareket etsinler diye değil, ben kendi çabamı başka yerlerde
hayata geçirirmek için uğraşırken, mecliste olmalarını
istediğim arkadaşlarım, dostlarım, yoldaşlarım da kendi
mevzilerinde güçlensinler, iktidarı zora sokacak bir meclis
mücadelesi versinler diye.