15 Ağustos 2015 Cumartesi

Yargısız infaz terimi ve liberal hukuk dilinin zafiyeti

Yıllardır bu yargısız infaz ifadesini her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor. Radikal sol yayınlar sanki bu ifadeyi devlet karşısında daha devrimci bir söyleyiş olarak tercih ediyor gibi görünüyorlar. Polislerin ya da kolluk güçlerinin insanları katletmesine, "polis yargısız infaz yaptı" hatta öldürülen kişiye de "infaz edildi" denilmesi bildiğim kadarıyla doksanlardan bu yana yaygın. Yani idamla eş anlamlı olarak kullanılıyor. İdam edildi, ama yargısız! Yani kolluk gücü kendi başına hem yargılama yaptı hem idam cezasını verdi hem de bu cezayı uyguladı anlamında kullanılıyor bu yargısız infaz terimi. Oysa süreç hiçbir zaman böyle işlemez. Solcular arasındaki gündelik dilde, yargısız infaz ifadesinin bu kullanımı, arkasındaki devlet mantığını görmezden geliyor. 

İnfaz, bir görevin yerine getirilmesi, bir işin sonlandırılması anlamına geliyor. Hukuk terimi olarak mahkemece verilen cezai hükmün icra edilmesini, yerine getirilmesini ifade eder. Yani yargı makamının ayrı infaz makanının ayrı olduğu ilkesini de barındırır bu ifade. "Cezası infaz edildi" demek, yargılama sonucu hükmedilen ceza, ilgili kurum tarafından uygulamaya konuldu demektir. İnfaz, cezanın niteliğinden bağımsız bir anlam taşır yani. Kendisi bir cezalandırma anlamına gelmez, idam anlamına hiç gelmez. Polisin işlevi şüphelinin mahkeme sürecine intikaline kadardır denilmektedir, yani polis hüküm veremez, cezalandıramaz, sadece kovuşturma sürecini başlatmak için gerekli aşamaları tamamlar, suçluları tespit eder, delilleri toplar. Belki de polisin hukukça tanımlann sınırlarının dışına çıktığını düşündükleri için, polisin birisini öldürdüğünü söylemek yerine, ondan daha fazla infial yaratacağını düşündükleri birşeyi söylemek istiyorlar: polisin kendini hem yargı makamı hem de ceza infaz makamı olarak gördüğü, yani yetkisini aştığı ima ediliyor. Yani asıl önemli olan devletin verdiği yetkiyle birisinin öldürülmüş olması değil, yetki aşımı yoluyla öldürülmesidir mi demek isteniyor bu mantık uyarınca? 

Yargısız infaz ifadesi, kolluk güçleri tarafından kasti olarak öldürülen kişinin, eğer öldürülmeyip prosedüre uygun olarak hukuki koğuşturmaya uğratılsa idi yine de suçlu bulunabilme ihtimalini de akla getiriyor her seferinde. O halde örtük olarak demiş oluyorsunuz ki bu kişiye hak etmediği bir ceza verildi, eğer adil davranılsa ve dil yargılama süreci uygulansa idi hak ettiği şekilde cezası verilirdi ya da suçsuz olduğu açığa çıkabilirdi. Yani kolluk güçleri birisini haksız yere öldürdü gibi birşey denilmiş oluyor.

Bir öldürmenin haksız olduğunu söyleyebiliyorsanız, haklı olabileceğini de söylüyorsunuz demektir ki bu da devletin şiddet tekelini her seferinde onayladığınız anlamına gelir. Tıpkı polisin orantısız şiddet kullandığının söylenmesi yoluyla meşru devlet şiddetinin hukukla tanımlanmış ölçüler içine çekilmesi talebindeki gibi... Bu mantıkla devletin hukuken haklı olduğunu kanıtlayabildiği durumlarda şiddet kullanması ve hatta öldürmesi normaldir aslında, en azından içimizde adaletsizlik duygusunuz diğeri kadar uyandırmaz! Sorun olan hukuki sureci işletmediği zaman uyguladığı şiddettir demek isteniyor. 

Oysa söylenmesi gereken devletin kolluk güçlerinin yasanın verdiği yetkiyi, yok etme gücünü ve bunun teknik imkanlarını ve bunu meşru gören bir toplumsal düzenin sağladığı itibarı elinde bulunduruyor olma avantajı sayesinde kasten, tasarlayarak, -bazen keyfi gibi görünen ama her zaman politik bir sebeple- yani egemenler lehine toplumsal düzenin devamı için ezilenlere yönelikşiddet uyguladığı, cinayet işlediği, siyasal sistemin ve hukukun buna bizzat olanak tanıdığıdır.

Bu öldürmeler her zaman politiktir. Arkasında -her ne kadar aleni olmasa da, siyasal iktidarı elinde tutan gücün ince hesaplarıyla oluşturulmuş- bir yargı, bir hüküm elbette ki vardır. Tarafı her zaman belli olan devletin kolluk güçleri, örgütlü şiddeti, mevcut siyasal egemenliğin her gün yeniden tesisi için devreye sokar. Egemenliğin yine devlet eliyle tesis edilmiş "meşruluğunu" sarsacak her eylemi ister olağan hukuk düzeni içinde kalarak isterse de gerekli gördüğünde olağanüstü hukuka başvurarak kullanır ve muarızların engeller, gerekirse ortadan kaldırır. Devlet, adil yargılama seramonisini devreye soksun sokmasın, kolluk gücünün insan öldürmesi her zaman kasten, politik olarak tasarlanmış bir cinayettir. Görünürdeki keyfiliği anlık inisiyatifin profesyonel uygulayıcılara bırakılmış gibi görünmesinden kaynaklanır, ancak bu da her zaman sınırları hukukla çizilmiş ve siyasal konjonktüre göre belirlenmiş bir inisiyatif kullanımıdır. Zira ölen kişi devlet arşivlerindeki kayıtlardan ve istatistiklerden ve yeri geldiğinde kullanılabilecek bir propaganda malzemesinden başka bir şey değildir. Rastgele her hangi bir mekânda insan öldürebilen ve bunu yapacak profesyonel katillere hukuk yolu ile yetki, eğitim, teçhizat ve maaş veren devletler, örgütlü profesyonel cinayet ve şiddet şebekelerini operasyonel amaçlar için bünyesinde barındırır. Burada duyguya, adalete veya etik ortak değerlere, toplumsal konsensüse yer yoktur. Yalnızca devlet siyasi aklının gereklerine uygun operasyonel bir mantık vardır. Bu mantıkta, insanlar öldürülmez, devlete tehdit oluşturduğu ya da oluşturabileceği düşünülen bir unsur, teknik anlamda imha edilir, etkisiz hale getirilir, tehdit bertaraf edilir ve alanın günvenliği sağlanır. Devlette rastgelelik ya da keyfiyet yoktur, katı bir rasyonellik ve bunun beraberinde gelen bir profesonel duyarsızlaşma iş başındadır. 

Bu nedenle, devletin kolluk güçleri yoluyla, hukuki bir yargılama sürecini devreye sokmaksızın insanları öldürmesinde bir hukuk dışılık arıyorsanız, daha başından devletin mantığını kavrayamamışsınız ya da devletin zaman zaman sınıflar üstü ve ezilenler lehine de davranabilecek bir adil konumda olabileceğini zannediyorsunuz demektir. Ya da yapacağınız muhalefetin devleti böyle bir konuma zorlayacağını sanıyorsunuz demektir. Kolluk güçlerinin insan öldürmesini, operasyonel öngörülebilir bir kayıp ya da potansiyel tehdit unsurlarını ortadan kaldırmak olarak sunan devlet mantığının karşısına geçip buna yargısız infaz derseniz, devletten hâlâ liberal hukuk bağlamı içinde adil davranmasını bekliyor olursunuz ki bu bir anlamda devleti kendi mantığı içinde çelişkiye düşürme çabasıdır vatandaşların gözünde. Oysa ne devlet çelişkiye düşer, ne de devletin gerekliliğine inanmış itaatkar vatandaşlar burada bir sorun görür. Devlet olmanın kaçınılmaz zorunluluklarından birisi olarak görülen şiddet tekelini ve öldürme hakkını, devlet karşıtı devrimcilerden başka herkes makul karşılar ve tanır. Devlet karşıtı devrimciler olarak anarşistler ve komunistler ise her zaman şunu net bir şekilde söyler: Bütün devletler katildir.

Kolluk güçleri insan öldürünce bunu yargısız infaz diye adlandırmak, devletin bu katı siyasal aklını teşhir etme gücünü elden bırakıp, liberal hukuk dili içine çekilerek eleştirmeye ve devlet görevlilerini hukuka uygun davranmaya davet eden, bu yüzden de devlet egemenliğinin mantığını habire göz ardı eden bir siyasal zafiyettir. 

23 Temmuz 2015 Perşembe

Yorumlamanın keyfiyeti ya da İslam'ın aslı nedir tartışmasına dair

Hiçbir metin onu çevreleyen yorumlardan bağımsız olarak okunamaz. Bu Kuran için de geçerlidir. Ne kadar kutsal, dokunulmaz ve değişmemiş olduğu söylense de anlamlama süreci devamlı olarak onun nasıl okunacağını şekillendiren güç ilişkilerince belirlenmiştir. Bugüne kadar da Kuran'ın nasıl okunacağı, İslamî denilen ataerkil, cinsiyetçi, askeri despotizmlerin hâkim siyasal ontolojisinin temellerini atan bir zihinsel süreklilik tarafından belirlenmiştir. Bu Emevi egemenliğinden modern Sünni Müslüman ya da Şii Müslüman ulus devletlere kadar böyle gelmekte.

Hiçbir metin 'sui generis' (kendinden türemiş) değildir. Her zaman her metin onu oluşturan çoğul kaynaklardan türemişti ve onlara gönderme yapar. Yani metinlerarasıdır, tek bir yazarı olmadığı gibi, tarihin belirli bir anında aniden ortaya çıkmaz. Bu metinleşme olgusu, yazılı kültürden önceki sözlü ortak hafızaya ait metinler için de geçerlidir, yazılı kültüre geçişle kayda geçen en eski mitlerden dinsel metinlere kadar Kuran için de, herhangi bir roman için de, basit bir reklam metni için de geçerlidir. Gücün siyasal dağılımını belirleyen egemenlik ilişkilerince oluşturulmuş bir tarihsel matrisin içinde, bir metinsel janrın içinde oluşur her metin: 1970'lerin reklam metinleri kendi aralarında ortaklıklar gösterirken bugünküler nasıl  farklı ise, 19. yüzyıl romanı ile 20. yüzyıl başı modernist romanı nasıl farklı ise. Kuran da kendi içinde oluştuğu tarihsel bağlamda, gündelik hayatın, siyasetin, ticaretin, cinsiyet ilişkilerinin, topluluğu bağlayacak ortak değerlerin, mülkiyet ilişkilerinin nasıl olacağına dair toplu önermeler ortaya koyan bir metin olarak önceki anlatı ve metinlerden devraldıklarıyla ve kabilevi iktidar ilişkilerindeki siyasal değişimler peşi sıra gelişen siyasal ihtiyaçlarla oluşacaktır. Ancak bunların büyük kısmı zaten içinde oluştuğu çağın ortak değerleridir. O da kendisinden önceki diğer tüm din ve mitolojilerde olduğu gibi, uzun bir tarihsel süreç  içinde ve başka metinlerden pek çok öğe almış çok yazarlı ve her türlü bağlamsal olarak değişen yoruma daima açık uçlu bir metin olarak biçimlenmiştir. Kuran'ın yazarları kimlerdir diye bir soruyu inançlı bir Müslüman'ın içi kaldırmaz belki ama dogmatik tutumu bir yana bırakıp araştırmak fena olmazdı. Tabi ki ölmeyi veya baskı altında yaşamayı göze alıyorsanız.

Başta dediğim gibi, hiçbir metin onu çevreleyen yorumlardan bağımsız olarak okunamaz. Okuma ve yorumlama süreçleri ise daima o tarihsel dönemin ve içinde bulunulan güç ilişkilerinin mümkün kıldığı yorumlama prosedürleri ile şekillenir. Bugünün dünyasında uzunca bir süreden beri monoteist inançların devirmci ve komünist okumalarını mümkün kılan da tam olarak modern devrimci akımların sarsıcı sistem eleştirisinin etkilerinin teist inançlıları da içine almasından kaynaklanır. Hıristiyan anarşizmini mümkün kılan da İslam sosyalizmini mümkün kılan da o metinlerin kendileri değil, o döneminolanaklı kıldığı, metinleri okuma şeklini değiştiren devrimci atmosferidir.

Kuran'da aslında komünist bir toplum fikri bulunduğunu kanıtlamaya çalışan teologlar ve onların tilmizleri, fiilen bugünün yaygın eşitlikçi özgürlükçü devrimci yorumlarından etkilendikleri için bu anlayışı Kuran'a projekte etmektedirler ve hep gördüğümüz gibi meramlarını da o liberter eşitlikçi sol mecralara anlatma, onlara kendilerinin de aynı derecede eşitlikçi ve özgürlükçü olduklarını ispatlama çabası içindedirler. Kendileri şahıs olarak gerçekten öyle olabilir, bir çok deneyimimde bunu görüyorum ve aynı zamanda biliyorum ki bir kişi de tıpkı metinler gibi çoklu kaynaklardan beslenir ve bu yüzden sadece aidiyet duyduğu inancına indirgenemez. Ama bir sonraki adım, Yani Kuran'ın da bu derecede eşitlikçi ve özgürlükçü olduğunu ispatlama çabası yorumlamanın keyfiyetine gider. Oysa bu yaklaşım daha da aşırı yorumla Kuran'da ırkçılığın, homofobinin ya da cinsiyetçiliğin bile bulunmadığını kanıtlama derdine ulaşır. Peki neden? 

Bu yorumları benimseyenlerin, İslam'dan türeyen ya da en azından yaygın İslam anlayışlarının mümkün kıldığı tüm otoriter, cinsiyetçi, ırkçı ve faşist siyaset biçimlerini İslam'a sonradan sirayet etmiş ve ona dışsal görmeleri ne kadar olguya - tarihi verilere aykırı ise, -bu öğeler başından beri mevcut idi- kendi el değmemiş, bozulmamış, su katılmadık özgürlükçü-eşitlikçi İslam yorumlarının, geçmişte fiilen hiç var olmayıp yalnızca bugün var olan ve ancak bugün mümkün olan yorumlar olduğunu görmeleri de onları, kendi gayretlerini gereksiz kılacak entelektüel bir açmaza sokacağından ötürü bu durumu kabullenmelerini beklemiyorum.

1960'lardan bu yana, sosyalizmin eleştirisinden çıkan Yeni Sol ve anarşist hareketler, modern endüstriyalizmin eleştirisinden çıkan radikal ekolojist fikirler, patriyarkal sistemin eleştirisinden çıkan feminist fikirler, heteroseksizmin eleştirisinden çıkan anti-homofobik fikirler, avrupa merkezciliğin, sömürgeciliğin ve ırkçılığın eleştirisinden çıkan, millliyetçilik ve ırkçılık karşıtı ve kimlik özcülüğünden uzaklaşmış kozmopolitik fikirler, ve hepsini boydan boya kat eden kapitalizm eleştirisinden türeyen anti-kapitalist fikirler OLMAKSIZIN bu murad edilen türden bir İslam revizyonizmi girişimi dahi mümkün olamazdı. Hakeza bu tür fikirlerin Türkiye'de ortaya çıkı görünürlük kazanması 2000'lerin sonu 2010'ların başını buldu, tam da yeni soyal hareketlerin radikal siyaset sahnesini çok güçlü bir şekilde etkisine almaya başlkadığı bir dönemde.

Anti-kapitalist ya da kendisini nasıl adlandırırsa adlandırsın, özünde İslam'ın ve Kuran'ın eşitlikçi bir devrimin hayata geçmesi olduğunu, İslam peygamberinin aslında bir devrimci olduğunu anlatmaları bugünün eşitlikçi özgürlükçü düşüncelerinden etkilenmiş kentli, kültürel donanımı yüksek bireylerin kendilerine has bir İslam yorumu yapabilmeleri sayesinde mümkün oluyor.

Yani içinde bulunduğumuz çağın kendi radikal siyasal atmosferi ve siyasal ufku ile belirlenmiş bir zihinsel donanımın olanaklı kıldığı revizyonist Kuran yorumlarıdır bunlar. Bu yorumları İslam'ın içinden çıkan, onun değişmez özü olarak değil ona dışsal radikal perspektiflerin İslam'a güncel  yansıtılması olarak görüyorum. Bu bakımdan bu azınlıktaki İslam revizyonistlerinin asıl İslam'ı temsil ettiği, tüm dünyadaki hegemonik olanın ise bozulmuş bir İslam versiyonu olduğu söylemi, bütün teolojik ve filolojik manevralarına rağmen, ancak bir müminin mümin olmasını mümkün kılan o tek sarsılmaz varsayıma dayanır: Kutsal addedilen metnin tek, bozulmamış ve tek bir kaynaktan  türemiş olduğuna yani vahiy fikrine. Ve zaten bir metni Kutsal kılan da ona kutsiyen atfederek onu biricikleştiren güç ilişkileridir ki bu her müslümanın içine doğduğu ve tabi kılındığı başta aile olmak üzere güç ilişkilerince inancının belirlendiği gerçeğiyle tutarlıdır.

Bu kendi kanıtını kendi içinde taşıyan vahye dayalı akıl yürütme bütün tarihselleştirmelere dirençli "sarsılmaz (!)" bir inanç çekirdeği oluşturduğu için, günümüzün en radikal devrimci fikirlerinin büyük oranda 1400 yıl öncesinin bir inanç sistemi içinde zımnen mevcut olduğu dogmasını tartışmaya açmak size küstahlık gelebilir. Bu vicdanını temiz tutmaya çalışan Müslümanlık da ancak kentli ve kültürlü bir ayrıcalığın içinde mümkün, zira hangi Müslüman faşist olarak görülmek ister ki?


10 Haziran 2015 Çarşamba

HDP'ye güvenmek, birbirimize güvenmek


Birbirine güvenmek, henüz başından sonucunu kesin bir şekilde bilmediğin, hiçbir zaman da bilemeyeceğin bir vaadin, bir söz ortaklığının içine girmekle başlar. Bir güven ilişkisi, eşitler arasında mümkün olur. Eşit olmayanlar ya da aralarında herhangi bir gönül bağı bulunmayanlar ise sadece güvensizliği, salt riski esas aldıkları için aralarındaki hukuku "sözleşme" ile kayda bağlar ve resmileştirirler, yani devletin huzuruna sunarlar. Daha sonradan cayan olursa onun üzerine yaptırım şartı koyarak, gerekirse devlet şiddetine başvurulabileceğini önceden haber verirler. Bu yüzden karşılıklı borçlandırmaya / yükümlülüğe dayanan sözleşme ilişkisi riske yer bırakmaz.

Güven bağı ise bozulduğunda muhatabı üzerinde bir yaptırım şartı koymaz. Çünkü her zaman sonuçların baştan söylendiği gibi gitmeyebileceğini, dahası yol boyunca birlikte dönüşümler geçirilebileceğini ön görerek girilen bir ilişkidir. Güvene dayalı her ilişkide ilişkiye giren taraflar, ilişkinin devamında baştakinden farklı kişiler haline gelirler, oluşum halindedir çünkü her ilişki. Güven sarsılırsa, aradaki bağ zedelenir, yani ilişkiyi mümkün kılan bağlanma arzusu zayıflar. Ya yeniden oluşturulması gerekir ya da bağ bütünüyle kopar, kalpler kırılır. Bir kez güvenle birbirine bağlanan eşitler, birbirlerinin değişimlerini de öngörebilmişlerdir. Çoğunlukla bağlanma arzusu da yol boyunca süreklilik kazanır. Güven tam da birbirinin dönüşümüne kalbini açık tutmak haline gelir.

Eninde sonunda bir güven ilişkisinde, diğerinin güçsüz düşeceğine yönelik bir endişe ile yola çıkılmaz. Diğerinin güçsüz düşme ihtimali karşısında, kendinin güçlü kalarak, güçlü kalmak için direnerek onu da yeniden güçlendireceğine güven duyarak, yani asıl kendi kudretine güven duyarak yola çıkılır.

****

HDP'ye oy veren "bizler" isek, bizden olmayana, baştan güvensizlik duyarak oy vermedik. Ona verdiğimiz oy, bir sözleşmenin ya da gelecekteki bir yaptırımın imasını içermemeli. Belki bazıları sadece bu şekilde davranıp stratejik rasyonel bir hamle etmiş gibi görünebilir. Bu tutumun çok da yaygın olduğunu sanmıyorum.

Yaygın olanın, HDP'nin tüm seçim sürecinde, yüz yüze, eşitler arasında, güvene, karşılıklı emeğe dayalı bir bağı / birçok bağı inşa edebilme imkânını herkese hissettirebilmesi olduğunu düşünüyorum. Tam da bu yüzden, yani bu bağın kurulabilme ve kalıcı olabilme ihtimali yüzünden, HDP'nin başka bir siyaset kültürü başlattığını, bu yüzden en kuşkucu ama ilkelerini doğru bulanlarda bile, rasyonel tercihin ötesine geçen bir sempati yarattığını, kendini gösterebildiği her yerde birlikte güçlenmenin neşesini hissettirdiğini düşünüyorum.

HDP sadece bir partinin adı. Ancak orada siyaset alanını genişletmek isteyen bütün "Bizler", gönül bağlarımızla birbirimize bağlandık, bağlanmak istedik. Güvenimizi sarsacağına dair kuşku duyduğumuz bir ötekiyle değil, en yakın dostlarımızla birlikte yola koyulduk. Kimliklere bölünmekten ya da ikilikler arasında kutuplaşmaktan ziyade çoğalmanın imkanını gördük, bunun imgesini inşa ettik. HDP'de yeni bir yaşamın ipuçlarını gördük. Yanılabiliriz, ama kendimize güvenmekle başladı süreç. Bu yüzden birbirimize de güvenebiliyoruz.

Bizler (tek bir "Biz" değil, çoğul "Bizler") diye söylemenin manası da budur. Birbirini seveceğine, tanımasa bile sevgiyle bağlanabileceğine, sevginin devrimci bir kurucu güç olarak yeniden tanımlanabileceğine dair bir tahayyül ile çıktık yola.

Yola çıkan Bizler isek, yolda hata yapmayı da Bizler göze aldık demektir. Bu hatalarla sınanarak, bizler arasındaki bağı hep kuvvetlendirerek barışı, dostluğu ve demokratik bir kültürü inşa edebileceğimizi bilerek yola çıktık demektir. Bizler oyumuzu emanet ettiysek, emin ellerde olduğunu bildiğimiz için. Oyun da ötesinde, bizler birbirimizi birbirimize emanet ettik. Sevincimiz de bundan.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Oy Kullanmak Politik Bir Eylemdir

Türkiye’deki sistem karşıtı hareketlerin siyasal iktidarları ve sermaye birikim politikalarını frenleyebilecek bir karşı güç oluşturmasını ve hakim millet tasavvuruyla asimile edilemeyen Kürtlerin ve sisteme entegre edilmeye çalışılan ancak her zaman dışlamaya maruz bırakılan Alevilerin ülke yönetiminde kendi adlarına söz sahibi olmasını engellemekte, devletin süreklilik gösteren güvenlik politikalarının muhalif hareketleri yok etmeye yönelen şiddeti kadar, dünyadaki en yüksek seçim barajı uygulamasına dayalı seçim sisteminin de belirleyici bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü radikal sol akımlarla Alevi ve Kürt örgütlenmelerinin temsili demokrasi içinde kendilerine yer açma çabalarının mevcut cumhuriyetin kurucu temellerini sarsabilecek, daha da ötesinde kapitalist toplumsal düzeni değiştirmeye yönelebilecek bir toplumsal mücadelenin açığa çıkmasına etkisi olmasından hep korku duyuldu. Bu yüzden cumhuriyet rejimi daha en başından beri, muhalefetin ya hiç olmadığı, ya da tamamen marjinalize edildiği bir modelle sürdürülmeye çalışıldı. Kemalist diktatörlükten çok partili rejime geçiş sürecine ve günümüze kadar hep böyle sürdüğü için, toplumsal muhalefetin en meşru biçimleri dahi daima tehdit olarak algılandı ve çıplak devlet baskısının yanı sıra yasa dışı devlet şiddetinin kontra-terör metotlarıyla da sindirilmeye çalışıldı. Yürürlükteki seçim sistemi de bu durumun sürmesini sağlayan bir devlet şiddeti tertibi olarak tasarlandı. Bu modelden en çok yararlanan siyasal parti ise on üç yıldır egemenliğini sürdüren AKP oldu.
Sistem karşıtı muhalefete yönelik devlet şiddetindeki süreklilikte, geçmişten günümüze kadar değişen pek bir şey olmadı. İçinde olduğumuz genel seçimler döneminde de Türkiye’nin pek çok yerinde HDP’nin seçim stantlarına, bürolarına, aktivistlerine, propaganda materyallerine yönelik provokatif saldırılar düzenlenmesi, basın yoluyla karalama ve kriminalize etme çabaları, savaş kışkırtıcılığına varan provokatif söylemler, medya kuruluşlarında temsil edilmesini kısıtlamak için medyaya baskı yapmak gibi uygulamalar, HDP’nin barajı geçmesinin sadece AKP açısından değil daha geniş anlamda düzen güçleri safının tamamında tehdit olarak algılandığının açık göstergeleridir.
AKP’nin otoriterleşme eğiliminin özellikle işçi grevleri, sokak protestoları ve toplumsal mücadeleler üzerinde gittikçe artan baskıcı eğilimleri göz önünde bulundurulduğunda, yüzde on barajını aşıp meclise girecek ve AKP’nin aşırı güç biriktirmesinin önünü kesebilecek bir sol alternatif daha da büyük önem kazanıyor. Önce meclise girip daha sonra da yüzde on barajının kaldırılmasına çalışacak bir politik hamle, daha sonraki dönemde, tüm sokağa dayalı mücadelelerin yeni mevziler kazanması ihtimalini arttırmak için elzem görünüyor. Aksi durumda Türkiye’deki adalet sisteminin, iç güvenlik politikalarının, basın ve medya düzeninin görece demokratikleştirilmesi başarılmadan, uzun vadede, toplumsal hareketlerin baskıcı bir dönemin etkisiyle daha etkisiz ve sınırlı mecralara çekilmek zorunda kalma ihtimali olduğunu tahmin edebiliriz. AKP’nin iç güvenlik paketini bunu ön görerek tasarladığını biliyoruz.
Buraya kadar söylediklerim, HDP’ye neden oy verilmesi gerektiğini savunan soldaki hemen herkesin ortak argümanlarıdır. Ancak seçimde oy kullanmayı, meclise girme hedefine katkıda bulunmayı, bir siyasi partiyi desteklemeyi bütünüyle eleştiren ve düzen içi bir pratik olarak gören, seçimlere katılmanın tümüyle etkisiz olduğunu düşünen bir anlayış karşısında yukarıdaki argümanlar yeterince ikna edici olmayabilir.
Son yıllarda her seçim döneminde kimi zaman liberter, anti otoriter, anarşist çevrelerden Emma Goldman’ın “Eğer oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, onu yasa dışı hale getirirlerdi” sözünü bir ilahi tebliğ gibi ara sıra sosyal medyada dolaşıma sokan ya da HDP’nin siyasi söylemlerine yeterince sosyalist veya devrimci olmadığı gerekçesiyle itiraz eden, işin içinde gizli bir pazarlık olduğu kuşkusunu yayanların, genel geçer söylemleri bırakıp bu seçim barajının neden sürdüğüne ve toplumsal muhlefetin kapasitesi üzerinde bir etkisi olup olmadığına dair dair ciddi bir siyasi analiz yapması gerekiyor.
Eğer oy kullanmakla bir şeyler değişmeseydi cunta ve onun ardından küresel sermaye egemenliğinin programını uygulayan ANAP’tan AKP’ye kadar tüm sağ partilerin bu seçim barajını ısrarla korumaları anlaşılmaz olurdu. Seçim barajının, özellikle 90′lı yıllardan sonra doğrudan Kürt siyasal hareketinin temsilcilerine karşı korunduğunu herkes biliyor. Birçok alanda “demokratik reformlar” yapar görünen, AB uyum yasalarını çıkaran, lafa gelince Alevi ve Kürtlere yönelik açılımlar yapıp 12 Eylülcüleri yargılama müsameresi yapan bir parti olan AKP’nin, bu göstermelik uygulamalarını bir yana bırakırsak, seçim barajını neden kaldırmadığı yeterince açık değil mi? Mesele sadece kendi siyasal iktidarını garanti altına almak mıdır? Eğer bugüne kadar bir seçim barajı olmasaydı, Kürtlerin siyasal sistemin içine girip kendi adlarına siyaset yapması, Alevilerin kendi siyasal temsilcilerini seçebilmeleri, sol akımların daha geniş bir mobilizasyonla meclise hiç değilse bir kaç milletvekili yollayabilmeleri, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların, Arapların, Çingenelerin, Çerkezlerin ve adını sayamadığım diğerlerinin belki de mevcut ana akım sağ liberal partilere destek vermek yerine zaman içinde küçük de kalsa kendi adlarına siyasal temsilciler seçip mecliste görece daha demokratik bir temsil arayışına girmeleri mümkün olmaz mıydı? Bu tür bir düzenleme, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden hâkim Sünni-Türk millet algısını dağıtmakla kalmayacak, muhtemelen, geç Osmanlı dönemi ve cumhuriyet dönemi boyunca yapılmış katliamların ve ayrımcılığın üstündeki örtüyü de er geç kaldırmaya yönelik bir etki yapacaktı. Böyle bir ihtimal AKP’den çok daha geniş bir iktidar bloku için de tehdit olarak algılanmamakta mıdır? Tüm bunların bugün için sadece geçmişe ait defterleri yeniden açmak ve bugünün liberal çok kültürlü çağdaş demokrasisine uygun bir rejim ve siyasal kültür değişikliği meselesi olmadığını herkes biliyor. Bu meseleler, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisine giren katliamların ve soykırımların esasta hangi saiklerle işlenmiş olduğunu da açığa çıkaracaktır: Yani ulus-devletin kuruluş sürecinde bir ulusal burjuvazi ve ulusal sermaye yaratmak ve Osmanlı’nın sömürgeci sisteminin bakiyesi olan tüm etno-kültürel çeşitliliği asilimile ederek uysal itaatkar yurttaşı üretmek. O halde bugün parlamenter temsil sisteminin dışında tutulmak istenenler, açıkça mevcut cumhuriyetin kurucu temellerini sarsma tehdidi taşıyanlardır ve bu sebeple yüzde on barajına rağmen, cumhuriyetin tüm mağdur ettiklerinden bir araya gelen farklılıkların bu barajı aşarak mecliste kendi yerini açma çabası, AKP’nin durdurulmasından çok daha büyük bir hedefe işaret eder. Kaldı ki bugün AKP, geç Osmanlı dönemi otoriter milliyetçiliği ile erken cumhuriyet dönemindeki faşist modernleşme modelinin tüm özelliklerini bünyesinde toplamaya çalışan rafine bir oluşumdur.
1965 yılında meclise giren Türkiye İşçi Partisi devrimci bir siyasal parti olmayabilir. Ancak özellikle 67′den sonra dünyada yükselen devrimci dalganın Türkiye’deki etkisini de arkasına alan gençlik hareketlerinin önemli bir bölümü TİP’in paltosundan çıkmıştır. Sonraki on yıllar boyunca gelişen 70′ler devrimci hareketini ancak 12 Mart ve 12 Eylül cuntaları ile durdurabilmişti egemenler. Ancak uzun yıllar sonra tekrar gerçekleşebilen bir diğer örnek ise 1991 yılında SHP çatısı altında Kürt milletvekillerinin meclise girerek daha sonra kendi partilerini kurmaları ve 18 milletvekiliyle HEP’in meclis çatısı altında yer alması olmuştu. Leyla Zana’nın unutulmaz Kürtçe yemin etmesinin o dönemin kuşağının belleğindeki şok etkisini anmasak olmaz. Takip eden yıllarda vekillikleri düşürülüp dokunulmazlıkları kaldırılarak hapsedildiler ancak 90′lı yılların Kürt hareketine önemli bir ivme kattıkları söylenebilir. Yine uzun yıllar geçtikten sonra Kürt  milletvekillerinin yeniden meclise girebilmeleri ancak 2007 seçimlerinde gerçekleşebildi. Bu tarihten itibaren Kürt siyasal hareketi temsilcileri ile sosyalist hareket arasındaki bağlantılar artarak ilerledi ve 36 milletvekili ile 2011 seçimlerinde daha büyük bir meclis grubu kuruldu. Bu grup içinde sosyalist hareketten üç milletvekilinin de bulunması önemli bir gelişme olarak sosyalistler, yeni sosyal hareketler ve Kürt özgürlük hareketi arasındaki bağların kuvvetlenmesine olanak sağladı. Kesin konuşmamak gerekir ancak, Kürt siyasal hareketi ile sol sosyalist akımlar ve yeni sosyal hareketlerin bugünkü güçlenme düzeyinde bir önceki seçim döneminde yapılan bu ittifakın da etkisi olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
AKP’nin rafine ettiği otoriter devletçi gelenek ve kültür, Tayyip Erdoğan’ın liberal brjuva demokrasisinin sınırlarını bile zorlayan “Türk usulü” bir başkanlık modeline geçme saplantısı ve bu hedefi gerçekleştirmenin önündeki toplumsal engelleri sindirmek için çıkartılan iç güvenlik paketi, halihazırda bütün yapısal şiddetiyle devam eden neoliberal sermaye birikim modelinin, yani toplumsal müşterekleri bir bir ele geçirip sermayeye tabi kılan, mülksüzleştirme ve borçlandırma yoluyla birikim modelinin küresel sermaye programının istikrarla işleyebilmesi için bir zorunluluk. İktidarın kendisi açısından direnişlerin bu kadar geniş bir alana yayıldığı ve her mevzide hazır bir potansiyel olarak beklediği bir durumda toplumsal mücadelelerin sokak bileşeni yeniden zirve yapabilir ve neoliberal programı kesintiye uğratarak girerek sermaye birikim sürecinin krize girmesine yol açabilir. İşçi grevleri, güvencesiz çalışanların mücadeleleri, İstanbul’daki kent mücadeleleri, Doğu Karadeniz su havzalarındaki HES karşıtı direnişler, Sinop ve Akkuyu’da nükleer santral karşıtı mücadeleler, zorunlu din dersine karşı Alevilerin mücadeleleri, Kürtlerin bölgesel özerklik ve özyönetim için yürüttükleri mücadeleler gibi, lise ve üniversite öğrencilerinin eğitim hakkı ve giderek ticarileştirilen eğitim politikalarına karşı mücadeleleri, ve kadınların istihdam, eşit ücret, eğitim ve siyasal yaşama eşit katılım için yürüttükleri mücadeleler, tek tek tüm örneklerini sayamayacağım tüm tekil toplumsal mücadelelerin  aynı birikim stratejisinin ve bunun dayattığı itaatkâr vatandaş tipinin farklı yönlerine karşı gelişen direnişler olduğunu görmek gerekiyor. Bu hareketler birbirinden ayrı tekil kolektif mücadeleler görünseler de, sermayenin siyasal iktidarının aynı düzlemi üzerinde biçimleniyorlar. Her biri kendi bağımsız ya da özerk biçimleriyle hiç bir büyük ölçekli siyasal akımın ya da partinin parçası olmasalar da birbirlerine sürekli olumlu etkiler taşıyorlar. Kendi açısından sermaye ve siyasal iktidar, direnişlerin bu iç içe geçmişliğin farkında, ve ittifakların  ortak mevziler kurmasının oluşturacağı tehdidi iyice ölçüp hesaplıyor.
Gerçekten de özellikle son dört yılda Kürt özgürlük hareketinin çok katmanlı örgütlenmeleri ve siyasal parti düzleminde de BDP ile diğer toplumsal mücadelelerin içinden gelen grupların, irili ufaklı sosyalist parti ve çevrelerin tüm bu mücadelelerle doğrudan yatay bağlarla şekillenmiş ittifakların ağı olarak ortaya çıkan HDP’nin mecliste güçlü bir gruba sahip olmasının, parlamento dışı kolektif siyasal mücadelelerin gelişmesinin yollarını daha da çoğaltacağını söylemek, üstelik AKP’nin de tam bundan korkuya kapıldığını iddia etmek abartı değildir. AKP’nin korkusu yalnızca Kürt siyasal hareketinin temsilcileriyle bir siyasal müzakere masasına oturmak değil. Daha tehditkâr olan, cumhuriyetin başından beri dışlananların, Kürtlerin siyasal özgürlük hareketinin, sosyalist hareket bileşenlerinin ve toplumsal mücadele ağlarının oluşturacağı geniş ittifakın bir siyasal parti şeklinde davranıp kolektif bir güç olarak tüm neoliberal politikalara ve devlet şiddetine karşı koyabilecek yeni bir evreye geçmesi.
Bu tablo tüm toplumsal direnişlerin hedeflerine ancak parlamenter sistem yoluyla ulaşabileceği şeklindeki eski reformist/sosyal demokrat modeli yeniden canlandırmak değildir. Daha ziyade, meclis, radikal sol toplumsal muhalefet bileşenlerinin temsilcilerine, Kürtlere, Alevilere, Sünni-Türk olmayan diğer etnik topluluklara kapatıldığında siyasal iktidar sınırsız bir güçle hareket edebildiği için, sokak muhalefeti kadar meclis muhalefeti de önem kazanıyor. Bundan dolayı oy kullanmak, diğer siyasal eylem biçimleri kadar politik olarak etkili bir eylem biçimi halini alıyor. Oy kullanmak yoluyla yerel seçimlerde ya da genel seçimlerde konum almak, sokakta direnişe geçmek kadar aktif bir konum almak haline geliyor. Sokaktaki konum alışın etkisinin sürekliliği için vazgeçilmez oluyor. Geçmişte bize belletilmeye çalışıldığı gibi biri diğerini ikame ettiği için ya da oy vermek daha iyi, konforlu bir siyasi mücadele yolu olduğu için değil, oy vermek ile sistem karşıtı mücadele arasında bir tür ikili karşıtlık bulunmadığı için. Tıpkı taş atmak ile bildiri dağıtmak arasında da birbirini olumsuzlayan bir zıtlık olmadığı gibi.
AKP’nin anayasa yapımı sürecinde toplumun geniş kesimlerini temsil eden bileşenleri dışarıda bırakacağının anlaşıldığı ve Kürt özgürlük hareketini de KCK tutuklamalarıyla boğmaya çabaladığı bir dönemin hemen ardından, hükümetin ve Tayyip Erdoğan’ın sistem karşıtı hareketlerin güçlenmesi karşısında otoriterleşme eğilimleri arttı. Tam da bu dönemde yani 2011 genel seçimlerinden bu yana yapılan örgütlenme çalışmalarıyla, Kürt özgürlük hareketinin temsilcilerinin, çok geniş ölçekte kolektif toplumsal mücadelelerin içinden gelen aktivistlerin ve çeşitli sol örgütlerin yan yana gelmesiyle şekillenen Kongre hareketi ve onun ardından da HDP bir ittifak gücü haline geldi. Yani giderek artan otoriterleştirme muhafazakarlaşma ve eğilimine karşı tüm ilerici, özgürlükçü eşitlikçi, devrimci güçlerin bir ittifakı olarak. Bu ittifakın daha 2013′teki Haziran isyanında kendini gösterdiği, tüm inkar etme çabalarına rağmen doğrudur. Takip eden dönemde de geçmişte birbirinden ayrı ve tümüyle ilgisiz toplumsal mücadeleler olan Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye’nin batısındaki toplumsal mücadeleler arasındaki temas giderek artmış, Kobanê direnişinin ardından ise en görünür haline ulaşmıştır.
Bugün HDP mecliste, öncekinden daha etkili bir güçle yer alırsa, AKP hükümeti başkanlık hedefine ve tek başına anayasa değiştirme yetkisine sahip olamayacak zayıf bir hükümet olarak kalır ve sistem karşıtı hareketlerin baskısı, kendi içindeki çıkar çatışmaları kısa zamanda partinin erimesine yol açar. Bunun kısa vadeli ilk pratik kazanımı ise neoliberal saldırganlığın daha fazla yıkım yaratmasına bir derece dur diyebilme imkânı ortaya çıkarabilmesidir, özellikle de sokak hareketi düzleminde.
Meclis’teki güçlü bir HDP grubu, kuru kuru parlamenter muhalefet olmayacak, aksine hem modern cumhuriyetin dayandığı üniter ulus algısının hem de görünürde onun karşıt kutbu gibi sunulan gerçekte ise devamı olan milliyetçi-muhafazakâr siyasal hegemonyanın dağılmasını kolaylaştıracaktır. Demokratik özerklik projesinin ya da en basit şekliyle söylersek devletin merkeziyetçi temsili demokrasisinin yerini alacak, konfederal bir öz yönetim modelini hayata geçirecek yeni siyasal karar alma kurumların meşruluk kazanması ve toplumsallaşmasına doğru adımların sadece Kürdistan’da değil, tüm toplumsal hareket alanlarında güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Rojava Devrimi’nin önüne dikilen faşist İslamcı çeteleri el altından destekleyen bir hükümetin Ortadoğu bölgesinde oyun kurucu ve gerici rolünün artık zayıflaması belki de tümüyle ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bölgedeki diğer halkların demokratik mücadelelerinin karşısına dikilen selefi faşist örgütlenmelerinin sponsorlarından birisini tüketecektir. Bu da Rojava Devrimi’ni savaş koşullarından çıkararak, hedeflerine bir adım daha yaklaşmasını sağlar.
Meclis’teki HDP, Türkiye’de 12 Eylül travmasından ve sol melankoliden ancak Haziran 2013′te Gezi ayaklanması ile sıyrılmaya başlayıp aktif bir siyasal harekete dönüşen radikal solun serpilmesi için kullanılacak olanaklar demektir. Devletin tüm kurumlarından topluma yayılan ırkçı, faşist, nefrete dayalı egemen siyaset dilinin toplumun bilincine nüfuz etmesine karşı yeni bir sol özgürlükçü siyaset dilinin ve kültürünün serpilip gelişmesi demektir. Özellikle ana akım siyaset yoluyla toplumun bilincine kazınan ve devamlı olarak kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti kışkırtan eril dilin karşısında cinsiyet eşitlikçi bir siyaset dili ve siyasal kültürün tümüyle yaygınlaşmasının ve kalıcılaştırılmasının yolunu açacaktır.
Bir siyasi parti devrimci ve özgürlükçü bir anlayışı hayata geçirmek için uğraşsa bile ona oy vermeyi, bir partiyi desteklemeyi devrimci olmayan hatta düzen içi bir pratik olarak gören, somut durumların analizinden uzakta duran bir soyut muhalefet yaklaşımı hâlâ alıcı buluyor radikal sol içinde. Düzen içi ve düzen dışı siyaset arasındaki muğlak çizgi bir yana dursun, bu zamana kadar devrimci, muhalif insanlar olarak bir düzen içi siyaset tanımlayıp, o alandaki mücadeleyi ve özneleri küçümsedik. Tek öğrendiğimiz şey ise şuydu: ya meclise girerek reformist olacaktık ya da onu reddederek devrimci. HDP projesi ise tam bu kıskacı kırıyor. Yani ya düzen içi ya da tamamen dışına çıkarak siyaset yapma ikili karşıtlığının ötesinde bir siyaseti mümkün kılıyor.
HDP projesi kendisini ne sadece düzen içi ne de sadece düzen dışı mücadele mevzileri ile sınırlamayıp, iktidara karşı mücadelenin yürütülebileceği her mekânı siyasallaştıran bir oluşumdur. Zira gündelik hayatlarımızda karşılaştığımız yasakların, engellerin, baskıların, şiddet pratiklerinin yakıcılığı düzen içi siyasete girip bir an önce orayı değiştirmeyi gerektirir. Öte taraftan politik ufkumuzu sadece var olanı dönüştürmekle sınırlamayıp alternatif bir hayatı kurmaya yardımcı olacak koşulları oluşturmak mümkün. Kendimizi düzen dışı siyaset yapan özneler olarak tanımladığımızda evet pürü pak bir mertebeye yerleşmiş oluyoruz, reel siyasete bulaşmayarak hiç kirlenmemiş ve de kirlenmeyecek olan radikal devrimciler oluyoruz. Oysa başka özgül örgütlenmelerimizden, mikropolitik mücadelelerimizden vazgeçmemiz, bütün siyasi arzularımızı ve hedeflerimizi sadece seçime yatırıp, sonra da başka hiçbir şey yapmadan durmamız gerekmiyor. Seçimlerde oy kullanmak yalnızca, sistem karşıtı mücadele ve kolektif eylem biçimlerine uzak duran kitleler için bir demokratik karar sürecinin parçası olduğu yanılsaması yaratır, çünkü ancak bu vatandaş seçmenler kendi hayatlarının koşullarını ele geçirmek ve düzeni değiştirmek için hiçbir şey yapmadan, yetki verdiği temsilcilerin onun adına her şeyi yapmasını umarlar.
Oysa sistem karşıtı mücadelelerin içinde yer alan herkes, siyasal sistemin tüm kurumsal mekanizmalarının sınırlılıklarını bilir. O mekanizmalarda, iktidar olmak için değil, başka yerlerde o kurumsal mekanizmaları yerinden edecek başka toplumsal kurumlar yaratmak için mücadele eder. Bunu yaparken de içinde bulunduğu ve etkilendiği iktidar kurumlarının da aşırı güç toplamasını engellemek ve karar süreçleri üzerinde de etkide bulunmak ister.
HDP içindeki toplumsal muhalefet bileşenlerinin tamamı, başka bir yaşamın parlamento gücüyle ya da devlet kurumları yoluyla tepeden aşağı kurulamayacağını bilen bir siyasal anlayışta ortaklaşıyorlar. Bu bakımdan parlamento bir iktidar hedefi değil, tıpkı sokak gibi, siyasal iktidara karşı bir mücadele mevzisi olarak görülüyor.
Doğru zamanda, doğru mevziiye oy kullanmak sistem karşıtı mücadelenin parçası olan politik bir eylemdir.
Bu yüzden oy kullanma konusunda tereddütleri olanlar ya da HDP hakkında kuşkuları olanlar şunu görmeliler: 7 Haziran’da HDP’ye oy veren komünist, devrimci, anarşist, sosyalist her hangi biri, 8 Haziran’da da komünist, devrimci, anarşist, sosyalist kalmaya devam edecek, liberal olmayacak. Ya da düzen içi bir siyaset kurumuna kapağı atmış da olmayacak. Aksine HDP bir iktidar hedefi değil, kelimenin her anlamıyla bir otonomi hedefidir. Siyasal iktidarın hayatlarımızdaki tahribatlarını azaltabilme, gündelik hayatlarımızda ve yaşam alanlarımızda otonomiyi geliştirme ve öz-gücümüzü artırma projesidir. Ben bu yüzden HDP’ye oy veriyorum. Beni temsil etsinler ve benim adıma hareket etsinler diye değil, ben kendi çabamı başka yerlerde hayata geçirirmek için uğraşırken, mecliste olmalarını istediğim arkadaşlarım, dostlarım, yoldaşlarım da kendi mevzilerinde güçlensinler, iktidarı zora sokacak bir meclis mücadelesi versinler diye. 
 

14 Şubat 2015 Cumartesi

Erkekliğe ihanet şebekesini genişletmek için...

Erkeklerin işlediği korkunç kadın cinayetlerinin, sürgit şiddetin, adeta iç savaşın kimsenin kaçamayacağı derecede görünür olduğu anlarda yol açtığı nefret ve iğrenti duygusunun, kendinden utancın en yüksek noktasında, koyu bir nihilizme iteleyen öfke duygusunu avucumun içinde harlayıp bundan mümkün olduğunca kurucu bir düşünceye geçmeye çabalamak istiyorum: En umutsuz genel manzaranın içinde bile hâlâ eşelenip bulunabilecek kırıntıları ortaya çıkartma ihtimaline odaklanmak amacıyla...
Eril tahakküm, tâbi olmaya şu veya bu şekilde direnen bazı erkekleri de etkisi altında tutuyor. Erkeklerin hepsi sırf biyolojik erkeklik sebebiyle toplumsal erkekliğin kodlarını tümüyle içselleştirebilecekleri bir terbiye etme ve tâbi kılma sürecinden "başarıyla" çıkmış değildir. Çünkü çocukları öğütüp adam yapmaya çalışan düzenekler her zaman o kadar kusursuz çalışmaz, çokça acı verir, dirençlerle karşılaşır.
Hiçbirimiz bizi "adam etmeye" çalıştıkları uzun yıllar boyunca bu şiddeti ve azabı sırf sevinçle filan karşılamadık. Çokça ezildik, örselendik, acı çektik, duygularımız köreldi, "bebeklerden katiller yaratıldı", şiddete maruz kala kala özümsedik, uygulayabilir olduk. Ama bazılarımız buna boyun eğmemeyi, en azından ters istikamete doğru gayret etmeyi seçtik. Eril tahakküm, böyle arızalı unsurları da gözden düşürmeye, etkisiz kılmaya, zayıflatmaya eğilim gösterir hep.
Bazısı biraz, bazısı bütünüyle ayrışır toplumsal erkeklikten. Kadınlarla savaşa girişmez, ezmeye baskılamaya çalışmaz. Elinden geldiğince ya da tam anlamıyla, eşit ilişkiler kurar ya da kurması gerektiğinin ziyadesiyle farkındadır. Toplum, böyle uyumsuzları ve itaatsizleri, diğer hakim erkeklik modellerine tam ayak uydurmuşlar kadar onaylamaz, payelendirmez, ayrıcalıklandırmaz; aksine damgalar, işaretler, dışlar, önemsiz konumlara yerleştirir. Bu tür uyumsuzların hepsi birden belki alenen direnecek kadar kararlı ve tutarlı değildirler. Bazen direnişleri el altından yürür. Hatta çoğu konformist bir halde sırf kendi hayatına odaklıdır. Eril tahakküme karşı zahmete girip bir mücadelenin parçası olmazlar. Eril tahakkümün sebep olacağı sembolik şiddetin hedefi olmayı göze alamazlar çoğu zaman.
Ancak az da olsa bu uyumsuzların, ayrık otlarının varlığını önemsemek lazım. İstisna değildir bu adamlar, hafife alınacak kadar az da değildir. Onları, sarsmak, konformist uykularından uyandırmak, geniş tabanlı bir mücadelenin, erkekliğin kendi üzerindeki etkilerine karşı savaşa girişen bir şebekenin parçası kılmak başlıca işimiz olmalı. Harekete geçmekteki zaaflarını, zayıflıklarını yüzlerine vuralım evet; ama onları erkekliğe ihanet şebekesinin parçası olmaya teşvik etmek için yapalım bunu.
Eril tahakküm tarafından damgalanmış veya alay konusu edilmiş bu uyumsuz erkeklikleri, olumlu şekilde bağrımıza basalım: kılıbıkları, korkularını itiraf edebilenleri, yumuşak ruhlu adamları, askerliği reddedenleri, ibneleri, şiddete ortak olmayı reddedenleri, çocuğunun altını değiştirmeyi ya da beslemeyi marifet saymayıp doğallıkla yapanları, duygularını göstermeyi becerebilenleri, kadınlara üstünlük kurmaya çalışmak yerine saygı duyanları, hemcinsi erkeklerle rekabet etmekten tiksinenleri, elinden her türden “erkek işi” gelmese de ev işlerini iyi yapanları, şefkatli olanları, karşılıklı iletişim kurmayı becerenleri, veganları, vejeteryanları, bilgiç olmayanları, kadınların giyimine karışmaktan ar edenleri, otoritenin baskısından kaçmak için farklı kurnazlıklar bulmaya çalışanları, kahraman olmayanları, anti-kahraman da olmayanları, etrafında bir kadına yönelik şiddet ya da ayrımcılık olduğunu görünce müdahale edenleri, erkeklik taslamayanları, erkeklik taslayanlardan hiç hoşlanmayanları, abuk bir şekilde de “olsa önemli olan erkeklik değil insanlık yahu” diyenleri, “batsın böyle erkeklik” diyenleri, erkek çocuğuna silah ve benzer oyuncaklar almayanları, erkekliği incindiği için değil başkasının acısına duyarlık gösterdiği için ağlayabilenleri, sevdiğini mutlu edebilmek için elinden gelen incelikle davranabilenleri, cinsel "skor" peşinde koşmayanları, kadın tavlamaya çalışmayanları, evinin tozu biriktiğinde süpürgeyi açıp ortalığı temizlemeden rahat edemeyenleri, höykürerek maç seyretmeyenleri, kariyer peşinde koşmayıp sade bir hayatı tercih edenleri... Sembolik, ekonomik ya da sosyal güç peşinde olmanın yollarından bir biçimde uzak duranları, durmak isteyenleri görelim, görünür kılalım.
Onlara diyecek sözümüz olsun ceplerimizde hep: “Bunlar çok iyi, ama daha fazlasını yapmalıyız bu lanet olası tahakküm sona erene kadar." Ve her fırsatta sarsmak için diyelim ki: “Yerinde saydığın, sadece kendine odaklı olduğun sürece parçası olmasan da bu korkunç eril şiddetin sessiz bir destekçisi olacaksın. Çünkü büyük çoğunluk, istisnaları ve azınlıkları sevmez. Onları görünmez kılmaya çalışır. Yok edemese de en azından sindirmek ister. Bu yüzden, tam da bu yüzden, erkeklik mayasının herkes üstünde tutmadığını göstermek, görünür kılmak zorundasın. Daha fazlası da gerekli. Adına toplumsal dediğin her mesele, bir veçhesiyle bu eril tahakkümün içinden geçiyor. Eğer toplumsal eşitlikle, özgürleşmeyle ilgili bir meselen varsa, zorunlu olarak eril tahakkümle meselen vardır. Bunu seslendirmek, örneklemek, görünür kılmak zorundasın. Erkekliğe ihanet şebekesinin çağrısını her gün yaymak ve her gün etrafında erkeklerin gerçekleştirdiği şiddete ve haksızlığa ses çıkarmak, erkekleri değişmeleri için ikna etmek zorundasın. Kendinden başlayarak. Yoksa sus ve hiçbir konuda konuşma.”

20 Ocak 2015 Salı

Kropotkin, Çağdaş Bilim ve Anarşi


Kropotkin'in her elime aldığımda heyecan duyduğum, anarşist komünizm düşüncesinin baş yapıtlarından birisi olan bu nefis kitabını Mazlum Beyhan'ın mükemmel çevirisiyle eski basımından okuyalı 10 yıldan çok zaman oldu. Yeniden basılarak yeni okurlara ulaşacak olmasına çok sevindim.
Kropotkin, özellikle bu kitabında, anarko-komünist düşüncenin modern tarih içindeki evrimi konusunda ufuk açıcı temel bir yaklaşımı sergiler: tamamlanmış bir ideoloji ya da kapalı düşünce sistemi olarak değil, toplumların içinde egemenlerle ezilenler arasındaki mücadelenin doğurduğu özgün dayanışmacı ve doğrudan demokratik biçimlerin sürekliliği ve mücadeleler arasındaki ardışık aktarımının tarihi olarak ele alınan bir "anarşi ilkesi" tarif eder ve bunun izini "anarşi düşünce ırmağı" içinde sürer. Yani anarşi bir kavramsal soyutlama değil halk mücadelelerinin yaşayan deneyimlerinden doğup sürekli zenginleşen bir fikirler dizisidir. Anarşizm kişilere ve örgütlere indirgenemeyecek olan oluş halindeki çoğul özgürlükçü düşünce ve mücadele deneyimlerinin felsefi ifadesidir:
"Anarşi düşünce ırmağının kökenini incelerken karşımıza sürekli olarak iki kaynağın çıktığını söylemiştik: Birincisi, devletçi-hiyerarşik yapılanmalara ve genel olarak egemenliğe yöneltilen eleştiri; ikincisi ise, insanlığın ileriye doğru hareketinde geçmişte gözlenen ve günümüzde gözlenmekte olan yönelişlerin durmamacasına seçilip ayıklanması..."
Soru basit görünür ama şimdiye kadarki tüm devrimci mücadelelerin en büyük meselesini ortaya koyar: Kendi kaderlerini yeniden ele geçirmek için ortak şekilde harekete geçen insanlar, onlar üzerinde kurulan egemenliği, devlet biçimini yeniden üretmeksizin nasıl örgütlenir ve yeni bir toplumsal hayatı nasıl kurabilirler? Komünizm düşüncesi ile anarşizm düşüncesinin vazgeçilmez şekilde birbirine bağlı olduğunu gösteren en önemli başlangıç noktası işte bu kitaptır.
Elbette üzerine çok sayıda yeni anarşizm tarihi kitapları yazıldı, tarihsel bilgiler zenginleştirildi, ve elbette Kropotkin çeşitli yönleriyle eleştirildi de. Ama şu vazgeçilmez düşünceyi müthiş bir berraklıkla şimdiye kadar en iyi şekilde ortaya o koydu: anarşi olmadan komünizm, komünizm olmadan anarşi mümkün değildir.
Bugün sosyalist solun siyasal seyrinde büyük dönüşümler yaşanıyorsa; devletçi sosyalizm biçimlerinden öz yönetimci sosyalizm ya da özgürlükçü komünizm biçimlerine artık geri alınamaz bir dönüşüm yaşanıyorsa; Marksizmin ortodoks devletçi yorumları içeriden son derece güçlü darbeler aldıysa; çağdaş anti kapitalist mücadeleler ve sistem karşıtı hareketler sürekli olarak o en eski halk hareketlerinden beri ortaya çıkıp duran dayanışmacı, doğrudan demokratik, yatay örgütlenme biçimlerini yeniden keşfedip duruyorsa; anarko-komünist CNT'nin İspanya Devrimi deneyiminin yenilmiş devrimcilerinin ruhunu tekrar sahneye çağırırcasına yerel ölçekte öz yönetime dayalı özerk bölgeler oluşturma çabası ile Chiapas'ta Zapatista deneyimi, Rojava'da YPG deneyimi şu anda bütün dünya devrimcilerine ilham veriyorsa o halde Kropotkin'in Çağdaş Bilim ve Anarşi'sini şimdi pür dikkat okumak gerek.
"Hiç kuşku yok ki anarşizm, insan toplumları içinde her zaman çatışma halinde olduğunu söylediğimiz iki akımdan ilkine, yani kendileri üzerinde egemenlik kurmaya çalışan azınlığa karşı daha iyi korunabilmek için basit hukuk kurumları oluşturan yaratıcı halk hareketlerine bağlanır."
Kafka'nın 15 Ekim 1913'te günlüğüne düştüğü nottaki gibi "Kropotkin'i unutma!



Çağdaş Bilim ve Anarşi
Pyotr Alekseyeviç Kropotkin
Çeviren Mazlum Beyhan
Agora Kitaplığı, Ocak 2015

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...