28 Aralık 2011 Çarşamba

Örgüt/lenme



1- Sol geçmişte (ülkemizde ise hala) öncü-parti modelli parti ve iç işleyiş olarak ta demokratik merkeziyetçiliğe dayanan dikey örgütlenmeyi tercih etmektedir. Ne dersiniz merkezi olan bir örgütün demokratikliği olabilir mi? Öncü-parti modeli ezilenlerin derdine deva olabilir mi?

Örgütlenme kavramıyla başlayalım: oldukça çeviri kokan ve bu şekliyle de yerleşmiş olan bir sözcük bu. Biliyorsunuz eski Türkçe’deki karşılığı teşkilat idi. Teşkilat ise ‘teşkil’den yani şekil almaktan geliyor. Şekillenme ya da oluşum. Belki de şekil alarak yani bedenleşerek var olan bir bütünü kastediyordu diyebiliriz. Burada bir organlara ayrışmaya vurgu yoktur. Ama dış dünyadan şeklen farklılaşmış ve ayırt edilebilir bir sınırı ve içi olan bir bütün halini almış bir bedene gönderme vardır.

Türkçeye örgütlenme olarak yerleşmiş kavram, batı Avrupa dillerinden Türkçe söyleyişiyle olduğu gibi aktarılmış organizasyona, uygun bir öz Türkçe karşılık türetme arayışından ortaya çıkmış. “Sol” örgütlenmeyi tartışabilmek için bence ilk olarak örgütlenme/organizasyon mefhumunu tartışmak işe yarayabilir. İlk söyleyeceğim, bunun bir biyolojik metafor olduğudur. Organizasyon, ya da organlaşma. Burada apaçık ki baş, gövde ve uzuvlardan (organlardan), fonksiyonlarına göre ayrışmış, uzuvlarla arasındaki sinirsel iletişim yoluyla merkezdeki beyin tarafından koordine edilen, değişim geçirebilen bir canlı varlık imgesi hâkimdir. Bu imge günümüzde örgüt / parti ya da hiyerarşik olarak düzenlenmiş ve merkezden koordine edilen her türlü yapı için kavramsal temeli oluşturur. Öncü-parti ya da merkeziyetçi örgüt ya da devlet ya da ordu için model hep budur. Dikkat edersek günlük dilde, partinin veya parti örgütlerinin organları vardır.

Burada apaçık şekilde söyleyeyim: işlevsel şekilde uzmanlaşmış, organlara göre düzenlenmiş her yapı merkezi olmak zorundadır. Bunun merkeziyetçi olmayanından bahsedilemez. Elimizdeki kavram organizasyon /örgütlenme ise bunun biçim olarak daima işlevsel parçaların oluşturduğu merkezi koordinasyona sahip bir bütün olacağını kabul etmek zorundayız. Bu merkezde ister kararlar temsili bir ‘organ’ tarafından alınsın ister oyçokluğu, doğrudan demokrasi ya da konsensüs usulüyle alınsın, organların merkezin kararlarına göre eşgüdümle hareket etmesi esası değişmez. Yani bu anlamıyla “örgütlerde” hiyerarşiyi ortadan kaldırabiliriz, ama merkez henüz ortadan kalkmış değildir. Bunun bir diğer nedeni de organlaşmış bir bütün olarak düşünebileceğimiz her politik birlikteliğin, toplumun bütünü içinde bir etki merkezi yaratma ve bu merkezden toplumun tümüne doğru yayılan bir dönüşüm hareketi başlatmakta uzmanlaşmış olmasıdır. Bu yüzden hegemonik olması kaçınılmazdır. Anarşist bile olsa! (en azından tarihsel sosyalizmin ve tarihsel anarşizmin muratları bu bakımdan garip bir paralellik içeriyordu. Solun akibeti felaket oldu, bürokratik terör ve kendi eliyle devrimi sonlandırmak. Anarşizmin akibeti de felaket oldu, bir merkezi temsilin olduğu her yerde ya kendi varoluş mantığının yadsınması sınırına geldi çattı ya da kendi içinde gizli hiyerarşiler barındıran yapılar kurdu. Daha kötüsü ise, birey ve toplum ikiliğini temel alan  ve toplumsal mücadeleleri  bütünüyle terk eğilimini meşrulaştıran bir brieyciliğin baskın çıkması oldu).

Bu yüzden örgütlenme kavramının merkez olmaksızın düşünülemeyeceğini öne süreceğim. Örgütlenme kendi içinde merkezi olarak ortaya çıkar –kavramsal ve zamansal olarak bir baş– ve toplumun içinde bir merkeze dönüşmeye meyil eder. Çünkü ilişkilerin olası biçimlenişlerinden birisi olarak organlara ayrışmış bir yapı olarak örgütlenme, tam da bu biçimi itibariyle devlet biçimli yapılara dönüşme eğiliminden kendini kurtaramayabilir. 

Burada biçim tam da siyasal içeriği veren asli şeydir. Ezme ezilme ilişkisini, eğer yönetme ilişkisi ve hiyerarşi olarak kavrarsak, hiçbir hiyerarşi, kararları veren bir üst ile bunlara tabi olup uygulamaya sokan bir ast olmaksızın var olamaz. O halde kararların nerede alındığı ve nasıl uygulandığı sorunu devrimci özgürleşme politikalarının soracağı en temel sorular arasında olmak durumundadır. Bütün ezme ezilme ilişkilerinin temeli şudur: birileri bizim bedenimiz üzerinde bize ait olmayan bir aklın emirlerini uygulatır. Ve bedenimiz, kendi kapasitelerini yalnızca başka bir aşkın aklın istek ve arzuları doğrultusunda harekete geçirir. Biz artık bu noktada başkası için bir şey haline geliriz. O halde kararı veren ile uygulayan beden arasında bir özne-nesne yarılması yaşanmasıdır ezme-ezilme ilişkisinin temeli. Özgürleşmenin tek yolu bu ilişkiyi ortadan kaldırmak yani, nesne olmaktan, tabi olmaktan çıkmak, kararı veren ve uygulayanı tek bir bedende buluşturabilmektir. Bunu tek bir insandan, insanların oluşturduğu çokluklara doğru yayarsak, o zaman tekil bedenlerin oluşturacağı bir kolektif bedenin, ama organlaşmaya uğramamış, merkezi bir aklın tabiyeti altına alınmamış, akıl ve beden, özne ve nesne, karar alma ve uygulama arasında bölünmemiş bir kolektif bedenin ya da çokluğun oluşturacağı bir varlık. O halde buna ne diyeceğiz? Ve üstelik bu varlığın toplumun içinde,  onu kendi imgesinde dönüştürmek üzere merkezi bir uğrak olmak eğiliminden uzak durması da gerekmektedir. Yoksa kendisi bir özne ve toplum bir nesne halini alacaktır.

Buna hâlâ örgütlenme mi diyeceğiz? Bence buna artık Deleuze’ün Antonin Artaud’dan çalıp kavramlaştırdığı haliyle, ‘Organsız Beden’ demek yerinde olur. Çünkü özgürlükçü bir örgütlenme, merkezi olmayan bir örgütlenme ya da anarşist bir örgütlenme de hâlâ henüz yukarıda kastettiğim anlamda örgütlenme olmaktan çıkamamıştır. Yani organları ve beyni olan bir beden olmaktan. Bu imgeyi sarsmak için yerine koyacağımız ilişkilenme şeklinin, uzmanlaşmış işlevsel parçalara ayrıştırılmamış bir ilişki, yani bir organsız beden olması gerektiğini söyleyebiliriz.

Bu sorun henüz solun mevcut kavramsal evreni içinde kalındığı sürece çözüme kavuşamaz.
Bir kavram olarak örgütlenme (burada kastettiğimiz toplumsal devrimci amaçları olan), her farklı örnekte toplumun içindeki bireylerin bir bölümünü bir bütün halinde bir araya getirip, o toplumun tümündeki geride kalan bireyleri de dönüştürmeyi hedef alan bir merkez, ya da toplumu yeniden kuran bir karar verici organ-beyin- imgesi şeklinde tasarlar. Bundan çıkıp bir özgürleşme süreci olarak kolektif varlıklara nasıl varabiliriz? Bence bir şeyi dönüştürmekten ziyade, asıl sorun şu hâli alacaktır: bizim üstümüzde sayısız direktifle, bizi sayısız organın hücre metabolizmasına dâhil eden devasa bir organizasyon ya da örgütler toplamı olarak çağdaş toplumun karşısında özgürleşmenin yolu nereden geçer? Doğuştan itibaren bu toplum tarafından örgütlenmiş ve her gün yeniden örgütlenen tekil varlıklar olarak özgürleşme sürecinde sanırım en az iki işimiz var. Birincisi onun örgütlülüğünü terk etmek ve ikincisi onun insanları örgütleme kapasitesini felce uğratacak alternatif bir arada oluş biçimleri icat etmek. Yani yaratacağımız birliktelik biçimleri, hem bizlere özerkleşme arzusunu harekete geçirecek cesaret ve ilham vermeli hem de bizi kendine bağlayan örgütleri çözündürerek, yaşamın bütününde bu örgütleri (bunların toplamına devlet demiyor muyuz?) yıkmak. Bunları yıkmak ve yeni hayatları icat ve inşa etmek için var edeceğimiz kolektif bir araya gelişlerimiz, “bir örgütlenme” olmaktan çok, yaşamın bütün yüzlerinde sayısız kolektiviteler olarak, yani çokluklar oluşturan merkezsiz ilişki ağlarının yaratılması şeklinde gerçekleşecektir diye düşünüyorum.

Merkezsiz bir ilişki ağı, her şeyden önce onu yok etmek isteyecek tahakküm yapılarına karşı tek bir örgütten çok daha dayanıklıdır. Çünkü beyni yok edildiğinde çökecek bir beden değildir. İkincisi de yaşamın yapıları bir kez geriye dönüşsüz şekilde değişim geçirdiğinde bunlar artık kendilerini yeniden ve yeniden üreten, kopyalayan ve çoğaltan kolektif varlıklar halini alır (devrimci süreç, ya da eski tabirle ‘kültür devrimi’). 

2- Sendikalar, gerek örgütlenme modeli ve gerekse programlarıyla, sermayeye zarar mı verirler, yoksa karın maksimizasyonu doğrultusunda ilerlerken, krizler ve sorunlar yaratan kapitalizmin nefes almasına mı yararlar. Kapitalizme içkin değiller midir?

Sendikanın, işin kapitalist örgütlenmesi konusunu sorgu sual etmeyen bir örgütlenme oluşu, daha baştan emeğin günlük olarak geri kazanılması işlevine hizmet eden, dolayısıyla emeğin moral ve maddi çalışma şartlarını iyileştirmekten başka bir işlevi olmadığını gösteriyor. Tabi bunu sendikaların “sarı” olmasına bağlayanlar da çıkabilir. Sendikalar sarı da olsa kızıl da olsa işçilerin emeğini sermayeleştiren kapitalizm gibi, işçilerin politik mücadelesinin kazanımlarını sermayeleştiren sosyalist bürokrasinin aygıtı olmaktan öteye gidememiştir.

19. Yüzyılın bu devrimci mücadele araçlarının 20. yüzyılda solun devrimci projeyi devlet projesine dönüştürmesiyle birlikte bizzat kendisinin de kapitalist sistemin vazgeçilmez payandası haline gelmesi, bu konudaki eleştirilerin derinleşmesine yol açtı. Bu konuda otonomist literatürün çok değerli katkıları var. İnsan özgürleşmesini esas olarak emeğin toplumsal kurtuluşu şeklindeki tasavvur eden eski anlayışın yerini, eyleyişimizin kapitalizm koşullarında emek olarak tahakküm altına alınmasına, yani kapitalist işe koşumlanma yoluyla tabi kılındığımız sınıflaştırılmaya karşı koyan bir mücadele halini alması perpektifi giderek daha güçlü şekilde dile getiriliyor. Bu otonomist perspektif tutarlı olarak sendikalar ya da partiler şeklindeki sömürülen sınıfın temsilcisi yapılardan özerk, özyönetime dayalı bir politika öneriyor. Sendikaların kapitalizme içkin olması bir yana, sosyalizmin emeği yücelten versiyonunun kendisi de kapitalizme içkin bir söylem.

3- Sivil toplum örgütleri hakkında neler söylersiniz?

Bu kocaman bir genellemedir. Sivil toplum örgütleri olarak adlandırılan, eğer devletin refah politikaları dönemindeki kamusal işlevlerinin, geriletilmesiyle açığa çıkan boşluğa yerleşmiş yarı devletimsi yarı şirketimsi yapılarsa bunun için söyleyecek bir şey yok. Ancak herkesin diline eleştirmiş olmak için sakız ettiği STK kavramı, bazı toplumsal mücadele alanlarında özerk, bağımsız örgütlenmeler yaratan feminist, ekolojist veya lgbt örgütleri gibi örgütler için de kullanılan bir yafta biliyorsunuz. Bu konuda söyleyeceğim şey basit: bir örgütlenme sırf mevcut yasaların sunduğu mesela dernek gibi çerçeveleri kullanıp, bir örgütlenme oluşturduğu için STK olarak nitelendirilemez.

4- Günümüzdeki değişik örgütlenme ve mücadele deneyimi olarak en göze çarpaı olan Zapatistaların mücadelesi ve örgütlenmesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Zapatista’ları her zaman çok net şekilde günümüzün en önemli özgürlükçü haretlerinden birisi olarak görmeme rağmen,  sorunuzda yine de bunu bu kadar seçip öne çıkarmanızın yol açtığı sübjektif vurguya dikkat çekmek istiyorum: farklı mücadele alanları içinde olan farklı topluluklar için paradigmatik bir ideal model olarak düşünemeyiz Zapatistaları.

Elbette klasik bir şemaya göre başlayan silahlı yerli direnişinin dönüşüm geçirerek özgürlükçü bir hareket halini alması olarak; yerel, özyönetime dayalı bir otonomi yaratma deneyimi olarak; doğrudan demokrasiyi hayata geçirme deneyimi olarak; kapitalizmin hayatları yıkıp geçmesine karşı anti-kapitalist direnişin ilham verici bir örneği olarak; etnik-kültürel kimlikten yola çıkan bir yerli mücadelesinin artık kimliğin sınırlarını aşıp devrimci toplumsal mücadeleler herkes için belki de bugünün Paris Komünü, Ukraynası ve Barcelonası halini alması olarak; son onyılın tüm anti-kapitalist mücadelelerine direnişin ve başka bir yaşam inşasının mümkün olduğu cesaretini veren bir isyan ve kurucu politika olarak ele alıyorum Zapatista deneyimini.

Buna karşın yine de birçok farklı toplumsal mücadele var ki her biri de yaşamlarımızda bir sürü farklı tahakküm ilişkisini nasıl dönüştüreceğimiz konusunda muazzam ilham kaynakları. Bu açıdan feminist hareketlerle LGBT hareketlerini es geçmek mümkün mü? Devrimci dönüşümün burnumuzun dibindeki ilişkilerden başlayacağını, inşa edilmiş kimliklerimizi dönüştürmenin ve özel olanın politik olduğunu, tahakküme karşı verilen hiçbir mücadelenin diğerinden bütünüyle ayrılamayacağını, bu nedenle devrimin, tüm bu mücadelelerin artılarını içeren bir ortak kültür yaratmaktan geçtiğini de söylemek istiyorum. O halde Zapasitaları liste başı yapmaya gerek yok.

Mesela bir feminist örgütlenme ya da yerel ekolojik mücadelenin, ya da Topraksızlar Hareketi’nin ayrı dinamikleri ayrı koşulları vardır. Bunların ve daha kapitalizme ve patriarkal tahakküm yapılarına karşı birçok direniş ortaya koymaya çalışan çeşitli mücadelelerin içinde Zapatistaları seçerek öne çıkarmak yerine onun neye ilham olabileceğine bakmak ilginç olabilir. Bugünlerde Kürt özgürlük hareketinin bir dönüşüm geçirmeye başladığını, Demokratik Özerklik projesini ortaya atarken, ve Türkiye’deki toplumsal hareketlerle ağsal etkileşimlere girerken, büyük ihtimalle gelecekte Zapatistalara benzer bir harekete dönüşmeye dair potansiyel taşıdığını ve bunda da çok büyük ihtimalle onlardan etkilendiğini söyleyebiliriz.

5- Yukarıdaki sorulara verdiğiniz cevaplar bu soruyu da kapsayacaktır, ancak yine de ayrı bir soru olarak sormak isteriz. Size göre nasıl bir örgüt/lenme olmalı?

Nasıl bir kolektif eylem şeklinde cevabını vermeye çalıştığım şey, aynı zamanda ne için kolektif eylem sorusunu da birbirine bağlar. Kolektif eylem ve politik mücadele, ister klasik bir örgütlenme içinde sürsün ister ağlar şeklinde ilişkilenmiş çokluklarda, kendi apaçık hedefinden ya da hedeflerinden ayrıştırılamaz. Eğer “toplumu dönüştürmek” sorunu merkezde olmak üzere, amacınız devlet iktidarını ele geçirmek için bir siyasal devrim yapmak ise örgütlenmeniz de parti-devlet şeklinde bir devlet prototipi olarak vücut bulacaktır.

Ancak bugün apaçık hedefin siyasal devrim değil toplumsal bir devrim olduğunu söylemek bizim yüreğimizi hemen rahatlatmaz. Devrimin herkes için apaçık özgürleşmeler serisi halini alabilmesi için, kolektif eylem ve politik birlikler ya da toplumsal hareketler oluşturma sorununu daha genişletmemiz gerekiyor. Hangi tür pratikler yaşamın çeşitli yüzlerini geri dönüşsüz şekilde dönüştürür? Bu dönüşümün mümkün olabilmesi sadece bir örgütlenme sorununu çözmeye mi bağlıdır, yoksa yaşamı oluşturan bütün yüzeylerde hepsi de içkin öznelliklerin kendi kudretini sınırlamak yerine serpilip gelişmesini sağlayacak yepyeni kavramlar, yepyeni mekân düzenlemeleri, yepyeni algılama biçimleri ve yepyeni diller de yaratmak bunun boyutları değil midir? Eğer yaşamlarımızda bir dönüşüm gerçekleştirmek için bizi kalıba sokan ilişkileri terk edecek ve yeni hiyerarşik olmayan ilişki biçimleri icat edeceksek, bu arzunun bir değil sayısız bir araya gelme biçimi yaratması gerekmez mi? Ya da bir değil sayısız “örgütlenme” diyelim. Ancak bu sayısız ilişki biçimlerinin, katılaşmak ve öznelliği bastırmak eğilimindeki yapılardan farklı olarak kendi kendisini sürekli olarak dönüştürebilen, devrimci ilişkileri sürekli olarak yayan özelliğe sahip olması da gerekir, değil mi? Buna hala bir örgütlenme diyebilmekte zorlanıyorum, çünkü spesifik bir politik örgütlenme yaşamın bu denli büyük boyutlarına tümüyle nüfuz edemez. Her şeyi bu çapta etkileyecek bir örgütlenme ise politik parti-devlet modelinden çıkamaz. Bu yüzden sürekli çoğalan direniş hatları boyunca oluşan, yaşamın tümünü kaplayacak merkezsiz bir ağ olarak düşünebiliriz bunu belki de. Ama ne başı ne de sonu olan. Yaşamın bütün ilişkilerini çözündüren, parçalayan ve yeni ilişkiler kuran bir ağ. Devlete karşı devrimci politikanın içkinlik düzlemini yaratmak için, böyle bir ağı yaratmak için onu küçük ilişkilerden başlayarak sürekli olarak örmek diye tahayyül ediyorum ben mücadele(leri). O yüzden spesifik her soruna göre biçimlenmiş spesifik örgütlenmeler/ya da kolektif bir araya gelişler, kendi özgül kurallarını belirleyebilme kapasitesine de sahiptir. Yaşamın aşkın düzenlemelere tabiyetine son verecek her spesifik bir araya geliş, onu oluşturan öznelliğin salt yıkıcı değil aynı zamanda kurucu bir güç ortaya koymasını getirir. Burada güç derken de, kolektif varlığın gücünden söz ediyoruz. Onu temsil eden bir iktidardan değil. Kendi gücünü oluşturan her kolektif varlık, hedeflerini ve biçimlerini bizzat kendisinin tayin etmesi yoluyla çokluğun anarşisine katılacaktır. Ancak o bunu içinde yer aldığı kolektiflik içinde bizzat kendisi doğrudan somutlaştırabilir. Başka hiç kimse onun adına değil.

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...