8 Kasım 2012 Perşembe

Anarşizmin bu topraklardaki alımlanışına ve güncel durumuna dair

Bir süreden beri 'anarşizmin kavramlarıyla konuşan bir liberalizmle karşılaştığımızı' düşünüyorum. Her an otoriter akıl yürütmelerin eline geçebilecek kadar kaygan bir 'beyan esastır' düsturunu bir kenara bırakıp, 'ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz' demeyi zorulu kılan bir durumla karşı karşıyayız. Bunun da ötesinde bütün muhalif kesimleri ilgilendiren kritik politik konulardaki anarşistler arasındaki değişen tavır alışlar ve beyanatlara bakıp, bu beyanların bir kısmının -özellikle pek çok örneğini itaatsiz.org ve anarşist isimli derginin çevresinde gördüğümüz- özellikle siyasal liberallerin ve liberal sosyalistlerin tutumlarıyla konjontürel dalgalanmalar içindeki benzeşmesini takip edersek bu tarif ettiğim durumu daha net görürüz. Son olarak açlık grevleri karşısındaki burada özetlemek bile gerekmeyecek -artık anarşistler arasında neredeyse herkesçe bilinen- tutumlar ayrışması bunun tipik göstergesi oldu. Benzer ayrışmaların şiddetin kullanımları, anti-militarizm, Kürt özgürlük hareketine yaklaşım, anarşizmin toplumcu-komünist geleneğine yaklaşım, Marksizm’in anarşizmle de yakınlaşabilecek heterodoks yorumlarına yaklaşım, sosyalist çevrelerle ilişkiler, örgütlenme konusundaki yaklaşımlar, din-İslamiyet konularına bakış farkları gibi eksenlerde de yaşandığı biliniyor.
 Kısaca bütün ayrışmalar ilk bakışta ideolojik veya farklı anarşizm anlayışları üzerinden kuruluyor gibi görünse de kırılma daha farklı: siyasal iktidarın saldırılarına karşı mücadele yürüten politik öznellikler arasında anarşistlerin, anti-otoriter ya da liberter olduğunu beyan edenlerin nasıl bir rol oynayacağı hususunda şekilleniyor bütün ayrışmalar. tabi bu ayrışmaların 'anarşizmin otantik özünü korumak isteyen' has anarşistlerle onu 'reel siyaset'e bulaştırmak isteyenler arasında olduğunu öne süren zayıf bir demogoji de mevcut. Bu demogojinin kendi kendisini çürüttüğü nokta ise tam olarak şu: bu demogojiye sıkça başvuranların neredeyse ortak hattını oluşturan sol liberalizm, demin de saydığım belli başlı tüm kritik siyasi konularda tavır alışlarının özeti oluyor. Yani otantik anarşizmin katiyetle saf, bozulmamış bir halinin gereklerini dile getirdiğini iddia edenler, her ne hikmetse tam da gündelik siyasetin en temel noktalarında sol liberal akımlarla -siyasi liberaller ve liberal sosyalistlerle- neredeyse aynı dili, ama onun biraz daha bireyci bir versiyonunu paylaşıyorlar. yani kendi siyasi pozisyonları da elbette hepimizin olduğu gibi, yaşadığımız ülke ve dünya gündemini enine boyuna kesen tüm mevcut siyasal fay hatlarıyla belirleniyor. Ancak yine de gündelik politikaya bulaşmadan tertemiz bir konumda anarşizmin saflığını koruduklarını iddia edebiliyor bahsettiğim çevreler. Tuhaf bir durum: toplumsal devrim değil de anarşizmin müritleri olmanın kendisi amaç haline geliyor.
 Kabaca iki hat çıkıyor karşımıza: bir tarafta içe dönük, kapalı topluluk kurma eğilimli, anarşist kimliğini vurgulayan, bireyciliğe daha fazla değer biçen ve kendi varoluşunu sol karşıtlığını, hatta karalamacılığını misyon edinmek üzerinden kuran, pratik mücadeleler yaratmaktan çok anarşizmin tarih üstü değişmez ilkeleriyle bir grup olarak saflığını koruma çabasını öne çıkartan bir anarşizm yorumu. diğer tarafta radikal toplumsal mücadeleler içinde kompleks duymadan diğer devrimci gruplar ve bireylerle birlikte varolmakta, yeri geldiğinde işbirlikleri kurmakta beis görmeyen; anarşizmin tarihsel devrimci hattını ve günümüzün toplumsal mücadelelerini tutarlı bir şekilde sahiplenen; anarşist kimliğinden ziyade, anarşizmin, devrimci mücadeleye kattığı anti-hiyerarşik örgütlenme ve atak isyankar boyut, doğrudan eylem, temsilin reddedilmesi gibi pratik yönlerini öne çıkartan; ekolojist, hayvan özgürlüğü mücadelesi, göçmen mücadelesi, feminist, lgbt, kent mücadeleleri, emek mücadeleleri, Kürt özgürlük hareketi, savaş karşıtı protestolar gibi alanlarda farklı çevrelerle işbirliğine-eylem ortaklığına ya da birlikte mücadele yürütmeye yatkın; anarşizmin fikri saflığından çok çağdaş düşünce içindeki birbiriyle kesişen özgürlükçü radikal düşünce hatları arasında bağlantılar kuran ve bu anlamıyla çeşitli güncel toplumsal mücadele alanlarına etki eden ve buralarda yatay örgütlenme biçimleri geliştiren bir hat. Elbette bu kalın çizgilerle belirlediğim ayrımın homojen olduğunu söyleyemem, her iki hat da içinde çeşitlilik barındıyor. Ancak bu ayrışmanın özneleri özellikle belirgin konularda birbiriyle oldukça sert seyreden tartışmalara girdiğinde, sol liberal bir ziyniyet yapısının ilk hatta çok bariz bir şekilde olgunlaştığı görülüyor. Beraberinde entelektüel planda anarşist bir devrimci tutumla ilgili olamayacak türden muhafazakâr ve liberal görüşlerin tuhaf melezleriyle de karşılaşıyoruz.
 Bugünlerde birisinin anarşistlik beyanından, hiç de onun devrimci, özgürlükçü, radikal anlamda eşitlikçi, anti-kapitalist, cinsiyetçilik ve homofobi karşıtı, genel ahlak karşıtı, muhafazakârlık karşıtı ya da yaşadığımız coğrafyayı boydan boya sınıfsal ve kültürel olarak kesen beyaz türk / kürt kimliğinin yarattığı yarılmayı aşmaya yönelik gerçekten eşitlikçi bir politikadan yana olduğu gibi bir sonucu yazık ki çıkaramıyoruz. Anarşist dendiğinde, daha çok metodolojik bireyciliği benimsemiş, apolitik, örgütsüzlüğü özgürleşme olarak gören, bireysel farklılığı yücelten, eylemciliği yüzeysel bir gösteriye, isyanı da sadece kuru bir ruh haline indirgeyen bir tipoloji akla geliyor daha çok. Bu tek taraflı olarak anarşizme gıcık olan "solcu"ların ürettiği bir stereotip değil. Aynı zamanda anarşistlerin de kayda değer bir kısmının severek benimsediği veya kendilerinin de yeniden  ürettiği bir kalıp.
 Bu çerçevede, anarşizmin olmazsa olmaz bir boyutunu oluşturan anti otoriterlik,  soyut bir kavrama dönüşüyor ve yalnızca pratikte kolektif mücadele yolları geliştirmenin altını oymaya yarayan, aşırı kuşkucu bir mazeret halini alıyor. Sanki insanların kolektif bir araya gelişleri zorunlu olarak otorite doğururmuş gibi illüzyonlar ortalığı sarıyor. ki bu yapmacık tutum, liberallerin her örgütlü mücadelenin potansiyel olarak totaliter olduğu ve terörizme meyledebileceği vehminden bir tık farklı değil. öte yandan, bir sürü uyumsuz ve uygunsuz konum alış da kendini 'anarşizm' etiketi altında beyan edebiliyor ve bu da farklılığın onaylanması havasına büründürülüyor. bu tür bir alakasızlar yelpazesinin tuhaflıkları tartışmaya dahi açıldığında feryatlar kopuyor, bunu tartışanlar anarşizm dışı, hatta otoriter ilan edilmeye çalışıyor. Egemenlerin hizmetindeki kavramlarla konuşup, yine de ortalıkta anarşistlik beyan edenlerden geçilmiyor. Böylelikle anarşizm ölçü dışı hale geliyor: "beyan esastır!"
 Milliyetçiliğe yaklaşan yerlici fikirleriyle, liberallerin özgürlükçü olarak bağra basılmasıyla, koyu taassuba sempatiyle yaklaşan bir esneklikle, devletin bürokratlarının ağzına yakışacak sözlerle devrimci gruplara eleştiri yöneltebilmenin hoyratlığıyla, İslamiyet’in Sünni akımlarına ve halk ortalamasının sıradan ahlak değerlerine hayırhah tutumlarıyla, kurban ritüelini tasvip etmekten kürtaj yasağını savunanlara yaklaşanlarla aynı argümanları dillendirmeye varacak kadar muhafazakârlıkla içli dışlı olabilen, Ergenekon soruşturması müsameresinde iktidar partisinin toplumu militarizmden uzaklaştırdığı mavalını tekrar üretebilen birçok siyasal basiretsizlik örneğini bir bir görüyoruz ilgili cenahlarda.
 Anarşizm içindeki "her türlü farklılığı" muteber kılarak eleştirelliğin önünü kesmeye çalışan; eleştirel tartışmalara tahammülsüzce yaklaşıp kendisini dokunulmaz, saf, arı anarşizmin hakiki temsilcisi ilan eden; anarşizmi bir kimlik haline getiren, ancak özneler arası kolektif alanda inşa edilecek bir pratik olduğunu bir kenara koyan; anarşi mefhumunu sadece bir mistifikasyon haline dönüştüren; politika tartışmayan; iktidarın saldırılarına karşı toplumsal karşı koyuşların nasıl üretileceğine kafa yormayan; "her türlü şiddete karşı olma" şiarını dillerden düşürmeyip, anti-militarizmin şiddetsizliği temel alan bir biçimini anarşizmin resmi ideolojisi haline getirerek, anarşist tarihi inkar edercesine bunun antimilitarizmin olası tek biçimi olduğunda inat eden; klasik liberaller gibi sol düşmanlığını meslek edinmiş; ama muhafazakarlığa, toplumun "değerlerine" son derece hoşgörülü; kendi içindeki sınıfsal farkları ve bunun doğurduğu bakış açısı uyumsuzluklarını ve konformizmi görmezden gelmeye çalışan bir liberalizmin anarşizmin ta kendisi olarak hegemonik kılınmak istendiğini, ama bunu yapamayınca da hırçınlaştığını görüyoruz. Lakin bu anarşizm türevi, hegemonya kurabilmek şöyle dursun, teşhir edildikçe yalnızlaşıyor, kendi kemikleşmiş ön kabullerini tartışmaya açmıyor ve giderek de bu izole varoluşunda kendisini tüketiyor.
 Anarşizmin mutlak bir biçimi olmasa da, her akımında devrimci olmayanı olandan ayırmanın ölçütlerinin neler olabileceği hakkındaneyseki birçok insan hemfikir. Bu devrimci eğilimi sahiplenenler, eşitler arası bir diyaloğa hiçbir yararı olmayan gereksiz bir nezaketi bir yana bırakarak, anarşizmin kavramlarıyla konuşan bu liberalizm anlayışının, diğer sol liberaller, sosyal demokratlar, anarko kapitalistler ve liberteryanlerle aynı soydan geldiğini artık apaçık görüyorlar ve açıkça da dillendiriyorlar. Çünkü zaman içinde bu eğilim tıpkı solun önemli bir bölümünü domine eden ulusalcılık ve sol liberalizmin giderek berraklaşması gibi anarşizme sirayet eden sol liberalizm de daha belirgin şekilde kendisini şekillendirip söylemini netleştiriyor.
 Zira liberalizmin radikal bir türevi gibi görünen anarşizm çeşidi, anarşizmin devrimci eğilimleriyle kurduğu düşmanca ilişkide görüldüğü gibi hiç de antiotoriter olmadığı gibi özgürlükçü bir toplumsallaşmayı telaffuz edebilecek bir içeriğin de altını doldurabilmekten aciz. Varlığını sürtünmesiz uzayda ve ideal koşullarda tasavvur etmeye devam ediyor. Anarşizmin kavramlarıyla konuşan liberalizm, gündemin en kırılgan konularında sözüm ona bir üçüncü yol belirleme çabası içinde kabak gibi kendi kendisini daha da teşhir ediyor. aslında zaman zaman dillendirilen bu üçüncü yol her zaman en risksiz, kendine ahlaken üstün bir mevki tayin eden steril bir sinizm konumu almaktan ibaret.
 Tabi ki en bariz ayrışma noktası yine Kürt özgürlük hareketine yaklaşım meselesi: pek çok kez bu eğilim siyasal iktidarın Kürt hareketi ve onun direniş yöntemleri karşısındaki söylemine meşruiyet zemini oluşturacak açıklamalarda bulunuyor. Hoş devede kulak, kim takar sol liberal anarşistleri değil mi? Ama bu manzara, hegemonik siyasetin etkilerinin nerelere kadar uzanabildiğini görebilmek açısından anlamlı. O kemikleşmiş otantik anarşizm söyleminin, kendinden hoşnut hareketsizliğin, örgütlenme karşıtlığını öven tutumların geldiği son nokta ise saf liberalizmin anarşizmin terimleriyle konuşmaya başlamasıdır ve bazı mahfillerde anti-kapitalizmin bile anarşizmin temel bir niteliği olmaktan çıkarılmasını önermeye kadar gidiyor. Toplumsal mücadeleden, kolektivizmden, komünizmden filan söz ettiğinizde dinozor muamelesi görürsünüz. Lakin 80ler ve 90lar bitti, rüyadan, ya da kâbustan uyanmanın vakti geldi. 

1 Kasım 2012 Perşembe

İçimizdeki patriyarkaya karşı


Kadına yönelik şiddet, kadınların maruz kaldığı toplumsal baskının ya da cinsiyet tahakkümünün en çok görünen yüzünü, buzdağının su yüzündeki kısmını oluşturuyor. Kadın cinayetlerinin son on yıl içinde sayıca yüzde 1400 civarında artması ve dayak, hakaret, aşağılama, taciz ve tecavüz gibi vakalar sayısal olarak bu kadar çok iken, tecavüzcüler lehine aklayıcı kararlar veren yargı kurumu varlığını sürdürürken öncelikle şiddetin bu dolaysız yüzünü görünür kılmak, sürekli gündemde tutmak çok önemli. Bugüne kadar feminist hareket içindeki kadınlar, mücadeleleriyle bunu var güçleriyle ortaya serdi, en azından sınırlı da olsa bir farkındalık yaratılmasını sağladılar. Ancak bu tek başına yeterli değil, yetmiyor. Artık bu farkındalığın erkeklerde oluşması ve yaygınlaşması gerekiyor, birbirimizi dürtmemiz, aymazlıktan çıkmamız gerekiyor.
Kayda geçen şiddet vakaları, kadınlara karşı bir savaşı andıran taciz, tecavüz ve cinayet vakaları, artık gazetelerde veya resmi istatistiklerde bir sayısal veri olarak dillerde dolaşıyor. Ancak istatistik haline gelmesi, konunun “biz”im yani erkeklerin uzağında bir vaka olarak ele alınabilmesini mümkün kılan rahatlatıcı bir mesafe de sağlıyor. Görünür şiddetin değil de görünmez hale getirilen, görmezden gelinen, inkâr edilen, çarpıtılan hatta doğallaştırılan cinsiyet tahakkümüne doğrudan, ve kendimizden doğru bakmaya çalışmalıyız. Çünkü şiddet orada, bizden ırak bir yerde değil, daima açığa çıkmaya hazır bir potansiyel olarak, her gün sayısız ayrıcalıklarından ikiyüzlü bir ittifakla istifade ettiğimiz erkek kimliğimizin kuruluşunun temellerinde duruyor.
Erkekler açısından cinsiyet körlüğünü aşmak olarak da adlandırabileceğimiz farkındalık sadece şiddete, kadına yönelik şiddetin en çıplak, düz biçimine başvurmayı onaylamamak, reddetmek ve bunu kendi hayatından çıkarmış olmakla yırtacağımız bir mesele değil. Ne kadar istatistikler kadın cinayetlerinin arttığını bize gösterse de kendisinin, modern, steril bir temizlik noktasından şiddeti asla onaylamadığını, hayatta kimseciklere şiddet uygulamadığını ortaya koymak isteyecek bir çok erkek var, öyle değil mi? Peki bu erkekler, iç rahatlığıyla şiddeti üreten erkek egemen düzenin hiçbir şekilde parçası olmadıklarını, onu yeniden üretmediklerini de kanıtlayabilirler mi, sahiden?
Cevap basitçe Hayır. Sorunumuzu başka türlü ortaya koyalım: Evet patriyarkal bir düzen var ve bu düzen biz erkeklerin de öznelliklerini inşa ediyor. Verili erkeklik kurgusunun dışına çıkmak, başka türlü olmak, cinsiyet belirleniminin boyunduruğundan kurtulmak mümkün mü sorusunu sormak bizim için de geçerli bir soru. Şimdiye kadar bu soru sadece feminist ve lgbt hareketlerinin, kadınların ve lgbt bireylerin sorusuymuş gibi algılana geldi. Hâlâ durum çok parlak değil, erkekler cinsiyetçiliği soludukları oksijen kadar doğal ve zorunlu olarak görmeye devam ediyorlar. Ancak en azından son yıllarda dünyanın pek çok yerinde, feminist ve queer düşünceden ve politikadan beslenen erkeklerin sayısı çoğalıyor. Ve bu yüzden başta kadına yönelik erkek şiddeti olmak üzere, hegemonik erkekliği sorunsallaştıran ve kendini dönüştürmenin yollarını arayan eleştirel erkek hareketleri de artık var. Akademide de kayda değer bir çalışma alanı olarak eleştirel erkeklik çalışmaları genişliyor.
Eğer hegemonik erkekliğin dışına çıkmanın ön koşulu, sadece kadına yönelik şiddeti reddetmek ve kadınlarla ortak yaşam alanlarında iş yükünü eşit bir şekilde paylaşmayı öğrenmiş olmak olsaydı, bu yeterli olsaydı, o vakit bir çok erkeğin bu pek de zorlu olmayan sınavdan geçerek başarılı bir “performans” sergileyebileceğini söyleyebilirdik. Kadın dövmeyen, kimseleri taciz etmeyen, ve iş yükünü eşitlikçi şekilde paylaşan, kadınların söz hakkını tanıyan “kibar”, “centilmen” erkekler, bu hegemonik erkekliği bütünüyle yeniden üreten kişiler de olabilir pekala.
Erkekler açısından cinsiyet körlüğünü aşmak, yaşadığımız dünyada bir vicdan sorunu değil. Cinsiyet körlüğünü aşmak ve cinsiyetler eşitsizliğinin giderildiği bir dünyanın oluşmasına çabalamak, tıpkı kapitalist sömürü düzeninin sona ermesini tahayyül etmek gibi, radikal bir eşitlik ve pozitif özgürlük sorununu önüne koyan her muhalif bireyin başlangıç sorunlarından birisidir artık.
O halde erkekler açısından patriyarkayı anlamaya, kendi kimliğinin inşasındaki etkilerini görmeye ve bu kimliği dönüştürmeye çalışmak, başkalarının özgürlüklerine dair bir mesele değil, bizzat kendi özgürlüğümüze dair bir mesele olarak kabul görmek zorunda. Cinsiyetçi düzeni anlamak, iktidar ilişkilerinin hayatlarımızın en kılcal damarlarında nasıl işlediğini görme ve buna karşı bir pozitif özgürlük inşa etme meselesi olarak çıkar karşımıza.
Bu noktada şiddet, iktidarın bir veçhesi olarak görüldüğünde, temel mesele sadece şiddet vakalarının azaltılması değil, cinsiyetçilik de dahil, şiddet potansiyeline yaslanarak inşa edilen iktidar ilişkileri üstüne kurulu bir hayatı özgürlükçü yönde dönüştürme meselesidir.
Çünkü erklerin eşitsiz dağılımı olarak iktidar ilişkileri, başkalarının potansiyellerini kısıtlarken, iktidar sahibinin potansiyelini de yalnızca kendinden daha erksiz olan başkalarını kısıtlamak üzere iktidar teknikleri geliştirmeye zorlar. Bu yüzden iktidar ilişkileri içinde kimse özgür değildir, iktidar sahibi bile olsa.
Bir adım daha giderek, şiddetin ve patriyarkal tahakkümün kendi kişiliklerimizin inşasında da nasıl bir rolü olduğunu düşünmeye çalışmak, kadına yönelik şiddetin uzaktaki bir mesele olmadığını görünür kılar.
Biraz hafızalarımızı yoklasak, başta kendimiz olmak üzere her erkek çocuğunun ve yetişme dönemindeki genç erkeğin, çevreden gelen şekillendirmeler, telkinler yaptırımlar, kıyaslar karşısında ne kadar kırılgan ve kendilerinden beklenen erkek gibi olma çabasında aslında ne kadar çaresiz kaldığını, dayatılmış erkeklik idealine ulaşmaya çalışırken verilen her insani tavizin nasıl da kişiyi hırçınlaştırdığını, sevgisiz, sert bir hale getirdiğini, duygulanımları körelttiğini hatırlarız.
Bunu hatırlıyorsak, erkeklerin kendi aralarındaki iktidar ilişkilerinde de şiddet dilinin birincil kimlik inşası aracı olduğunu yeniden hatırlarız. Erkekçe jestlerin, erkek olmayı kutsayan bütün nitelemelerin, sahip olduğu gücün şiddet olarak dışavurumunu yeri geldiğinde çekinmeden gerçekleştiren ya da bunun gösterisini yapan bir teşhircinin tavrı olduğunu da anlarız.
Erkek cinsiyet kimliği, tahakkümün hem nesnesi hem de öznesidir. Eril tahakkümün hedefinde sadece kadınların durmadığını, daima bir başka erkeğin de durduğunu hepimiz biliriz. Çocukluğumuzdan itibaren “erkek adam” olmaya aday olmak, etraftaki olası tehditlere karşı, kendi egemenlik alanımızı açabilmek ve koruyabilmek için –dünya nasıl bir yerse her an tehdit altındayız, paranoyak devletler gibi– güçlü olmayı ve gücü kullanmayı öğrenmesi gereken varlıklarız, bu yüzden de sert olmalıyız. Tehdit ise kadınlardan değil daima bir başka erkekten gelir. Bu bir ritüel olarak oyunlara kadar girer ve en sıkı erkek dostluğu ortamlarında bile erkekler arasındaki gerilimin kaynağını oluşturur. Birbirimiz üstünde gücümüzü devamlı olarak sınayarak, kadınlar üzerinde de iktidar uygulamayı öğreniriz.
Hegemonik erkekliğin bu iki yönlülüğü erkeklerin, buna karşı mücadele etmesini zorlaştırıyor. Çünkü, kişinin hem başkasına uyguladığı iktidarı fark etmesi hem de bunu reddetmeyi öğrenmesi zordur. Bundan daha da zor olanıysa iktidar konumunda olmak için sürekli baskı altında olan erkeklerin, kendilerini bu cendereden çıkarıp hegemonik erkeklikten özgürleşmeye çalışan bir erkek olmanın neye benzer olduğunu bilememeleridir. Ya da bunu tahayyül edecek cesaretlerinin olmamasıdır. Bütün güçlü görünme histerisi bundan kaynaklanıyor. Erkeklerin her an yaşadığı en büyük korku, o özgürleşme halinin daima ‘erkek olmayana’, erkekten başka bir şeye benzer olduğunun bilincinde olmaktır. Aslında bu yanlış bir varsayım değildir. Hegemonik erkekliğin iktidarla neredeyse özdeş olması, bu erkekliğin reddedildiğinde, zayıf, güçsüz bir varlık olarak kabul edilen kadın imgesine tekabül etmesinin yarattığı korkudan kaynaklanıyor.
O halde erkeklerin, erkek olarak kalabilmek için daima hem başka kadınları ve erkekleri baskı altına almaları, hem kendi gibileriyle iktidar savaşımına girmeleri,  hem de aynı zamanda sürüp giden bu düzene itiraz etmeden, onaylamaları gerekiyor. Yani evet biz birilerine şiddet uygulamıyoruz diye işin içinden çıkabileceğimizi düşünsek de, sürüp giden erkek egemenliğine yüksek sesle karşı çıkmadığımız sürece bu onay mekanizmasının içindeyiz. Bu da bizlere bahşedilen erkek ayrıcalıklarından yararlanmaya devam etmemizi sağlıyor. Kısaca iktidar ilişkilerinin ortağıyız.
Erkeklerin kendilerine biçilmiş cinsiyet kimliklerinden özgürleşme yolunda çaba sarf etmelerinin en belirgin boyutu, erkek olmaya çalışmaksızın yaşamanın yarattığı bu korkuyu yenme yönündeki gayretleri olacaktır. Hayatları boyunca kendilerine hiçbir şeyden korkmaması öğretilen erkeklerin, en çok korktukları şeyden özgürleşmeleri… Yani iktidarı “yitirmeyi” öğrenmeleri gerekiyor.

Bu korku başkalarına ve kendilerine neler pahasına iktidar olmaya mahkûm olmak ve başkalarını da kendi iktidarlarına mahkûm etmek durumunda kaldıklarını fark etmelerini en çok zorlaştıran şeydir. Bu yüzden de erkeklerin en solcusu, devrimcisi, anarşisti de dâhil olmak üzere, hegemonik erkeklik üzerinden kendilerine bir eleştiri geldiği vakit hemen kendini savunma eğilimine girerler.
Erkeklik, hem kadınlık ve heteroseksizmle ilişkisi açısından hem de kapitalizm, devlet, hiyerarşi, militarizm, doğanın tahakküm altına alınması, milliyetçilik ve otoriterlikle ilişkisi açısından ele alınması ve dönüştürülmesi gereken bir iktidar üretim alanıdır. Bu iktidar üretim alanının orta yerinde, hegemonik erkeklik içinde kaldığımız sürece, benliklerimizi sağlıklı ve özgür bir şekilde kurma şansını daha başından kaybetmiş olan tüm erkekler, ancak patriyarka sorununu diğer politikalara bağlarsak yaşadığımız ortamda insan ilişkileri içinde sağlıklı bir eşitlikçi ortam tesis edebiliriz.
Erkeklerin kendilerini özgürleştirmek için vermeleri gereken mücadelenin henüz bir adı yok. Ama bu alanın düşünsel kaynakları çok zengin; bu alanı kurabilmek için örnek alabileceğimiz deneyimler de çok zengin. Bu alanın öznesi verili: hegemonik erkeklik.
Siyasal mücadelelerin verileceği son büyük savaş alanlarından birisi bu eril tahakküme karşı olacak. Bunun için eğer illaki bir ezilen özne arıyorsak, önce erkeklerin baskısı altındaki tüm dünyayı görmeli ve hala bunun parçası olmak istiyor muyuz diye sormalı, sonra da biz erkekler, hepimiz bu dayatılmış erkeklik kimliğinin altında biz kendimiz de eziliyoruz diye çığlık atıp kendimize bir yol bulmaya çalışmalıyız. Adı olmayan ama neyi devirmesi gerektiği apaçık olan bu mücadelenin hedefi içimizdeki patriyarkayı ortadan kaldırmaktır. Gündelik şiddeti sona erdirmenin bundan başka yolu görünmüyor.


Varlık dergisi Kasım 2012

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...