28 Aralık 2011 Çarşamba

Örgüt/lenme



1- Sol geçmişte (ülkemizde ise hala) öncü-parti modelli parti ve iç işleyiş olarak ta demokratik merkeziyetçiliğe dayanan dikey örgütlenmeyi tercih etmektedir. Ne dersiniz merkezi olan bir örgütün demokratikliği olabilir mi? Öncü-parti modeli ezilenlerin derdine deva olabilir mi?

Örgütlenme kavramıyla başlayalım: oldukça çeviri kokan ve bu şekliyle de yerleşmiş olan bir sözcük bu. Biliyorsunuz eski Türkçe’deki karşılığı teşkilat idi. Teşkilat ise ‘teşkil’den yani şekil almaktan geliyor. Şekillenme ya da oluşum. Belki de şekil alarak yani bedenleşerek var olan bir bütünü kastediyordu diyebiliriz. Burada bir organlara ayrışmaya vurgu yoktur. Ama dış dünyadan şeklen farklılaşmış ve ayırt edilebilir bir sınırı ve içi olan bir bütün halini almış bir bedene gönderme vardır.

Türkçeye örgütlenme olarak yerleşmiş kavram, batı Avrupa dillerinden Türkçe söyleyişiyle olduğu gibi aktarılmış organizasyona, uygun bir öz Türkçe karşılık türetme arayışından ortaya çıkmış. “Sol” örgütlenmeyi tartışabilmek için bence ilk olarak örgütlenme/organizasyon mefhumunu tartışmak işe yarayabilir. İlk söyleyeceğim, bunun bir biyolojik metafor olduğudur. Organizasyon, ya da organlaşma. Burada apaçık ki baş, gövde ve uzuvlardan (organlardan), fonksiyonlarına göre ayrışmış, uzuvlarla arasındaki sinirsel iletişim yoluyla merkezdeki beyin tarafından koordine edilen, değişim geçirebilen bir canlı varlık imgesi hâkimdir. Bu imge günümüzde örgüt / parti ya da hiyerarşik olarak düzenlenmiş ve merkezden koordine edilen her türlü yapı için kavramsal temeli oluşturur. Öncü-parti ya da merkeziyetçi örgüt ya da devlet ya da ordu için model hep budur. Dikkat edersek günlük dilde, partinin veya parti örgütlerinin organları vardır.

Burada apaçık şekilde söyleyeyim: işlevsel şekilde uzmanlaşmış, organlara göre düzenlenmiş her yapı merkezi olmak zorundadır. Bunun merkeziyetçi olmayanından bahsedilemez. Elimizdeki kavram organizasyon /örgütlenme ise bunun biçim olarak daima işlevsel parçaların oluşturduğu merkezi koordinasyona sahip bir bütün olacağını kabul etmek zorundayız. Bu merkezde ister kararlar temsili bir ‘organ’ tarafından alınsın ister oyçokluğu, doğrudan demokrasi ya da konsensüs usulüyle alınsın, organların merkezin kararlarına göre eşgüdümle hareket etmesi esası değişmez. Yani bu anlamıyla “örgütlerde” hiyerarşiyi ortadan kaldırabiliriz, ama merkez henüz ortadan kalkmış değildir. Bunun bir diğer nedeni de organlaşmış bir bütün olarak düşünebileceğimiz her politik birlikteliğin, toplumun bütünü içinde bir etki merkezi yaratma ve bu merkezden toplumun tümüne doğru yayılan bir dönüşüm hareketi başlatmakta uzmanlaşmış olmasıdır. Bu yüzden hegemonik olması kaçınılmazdır. Anarşist bile olsa! (en azından tarihsel sosyalizmin ve tarihsel anarşizmin muratları bu bakımdan garip bir paralellik içeriyordu. Solun akibeti felaket oldu, bürokratik terör ve kendi eliyle devrimi sonlandırmak. Anarşizmin akibeti de felaket oldu, bir merkezi temsilin olduğu her yerde ya kendi varoluş mantığının yadsınması sınırına geldi çattı ya da kendi içinde gizli hiyerarşiler barındıran yapılar kurdu. Daha kötüsü ise, birey ve toplum ikiliğini temel alan  ve toplumsal mücadeleleri  bütünüyle terk eğilimini meşrulaştıran bir brieyciliğin baskın çıkması oldu).

Bu yüzden örgütlenme kavramının merkez olmaksızın düşünülemeyeceğini öne süreceğim. Örgütlenme kendi içinde merkezi olarak ortaya çıkar –kavramsal ve zamansal olarak bir baş– ve toplumun içinde bir merkeze dönüşmeye meyil eder. Çünkü ilişkilerin olası biçimlenişlerinden birisi olarak organlara ayrışmış bir yapı olarak örgütlenme, tam da bu biçimi itibariyle devlet biçimli yapılara dönüşme eğiliminden kendini kurtaramayabilir. 

Burada biçim tam da siyasal içeriği veren asli şeydir. Ezme ezilme ilişkisini, eğer yönetme ilişkisi ve hiyerarşi olarak kavrarsak, hiçbir hiyerarşi, kararları veren bir üst ile bunlara tabi olup uygulamaya sokan bir ast olmaksızın var olamaz. O halde kararların nerede alındığı ve nasıl uygulandığı sorunu devrimci özgürleşme politikalarının soracağı en temel sorular arasında olmak durumundadır. Bütün ezme ezilme ilişkilerinin temeli şudur: birileri bizim bedenimiz üzerinde bize ait olmayan bir aklın emirlerini uygulatır. Ve bedenimiz, kendi kapasitelerini yalnızca başka bir aşkın aklın istek ve arzuları doğrultusunda harekete geçirir. Biz artık bu noktada başkası için bir şey haline geliriz. O halde kararı veren ile uygulayan beden arasında bir özne-nesne yarılması yaşanmasıdır ezme-ezilme ilişkisinin temeli. Özgürleşmenin tek yolu bu ilişkiyi ortadan kaldırmak yani, nesne olmaktan, tabi olmaktan çıkmak, kararı veren ve uygulayanı tek bir bedende buluşturabilmektir. Bunu tek bir insandan, insanların oluşturduğu çokluklara doğru yayarsak, o zaman tekil bedenlerin oluşturacağı bir kolektif bedenin, ama organlaşmaya uğramamış, merkezi bir aklın tabiyeti altına alınmamış, akıl ve beden, özne ve nesne, karar alma ve uygulama arasında bölünmemiş bir kolektif bedenin ya da çokluğun oluşturacağı bir varlık. O halde buna ne diyeceğiz? Ve üstelik bu varlığın toplumun içinde,  onu kendi imgesinde dönüştürmek üzere merkezi bir uğrak olmak eğiliminden uzak durması da gerekmektedir. Yoksa kendisi bir özne ve toplum bir nesne halini alacaktır.

Buna hâlâ örgütlenme mi diyeceğiz? Bence buna artık Deleuze’ün Antonin Artaud’dan çalıp kavramlaştırdığı haliyle, ‘Organsız Beden’ demek yerinde olur. Çünkü özgürlükçü bir örgütlenme, merkezi olmayan bir örgütlenme ya da anarşist bir örgütlenme de hâlâ henüz yukarıda kastettiğim anlamda örgütlenme olmaktan çıkamamıştır. Yani organları ve beyni olan bir beden olmaktan. Bu imgeyi sarsmak için yerine koyacağımız ilişkilenme şeklinin, uzmanlaşmış işlevsel parçalara ayrıştırılmamış bir ilişki, yani bir organsız beden olması gerektiğini söyleyebiliriz.

Bu sorun henüz solun mevcut kavramsal evreni içinde kalındığı sürece çözüme kavuşamaz.
Bir kavram olarak örgütlenme (burada kastettiğimiz toplumsal devrimci amaçları olan), her farklı örnekte toplumun içindeki bireylerin bir bölümünü bir bütün halinde bir araya getirip, o toplumun tümündeki geride kalan bireyleri de dönüştürmeyi hedef alan bir merkez, ya da toplumu yeniden kuran bir karar verici organ-beyin- imgesi şeklinde tasarlar. Bundan çıkıp bir özgürleşme süreci olarak kolektif varlıklara nasıl varabiliriz? Bence bir şeyi dönüştürmekten ziyade, asıl sorun şu hâli alacaktır: bizim üstümüzde sayısız direktifle, bizi sayısız organın hücre metabolizmasına dâhil eden devasa bir organizasyon ya da örgütler toplamı olarak çağdaş toplumun karşısında özgürleşmenin yolu nereden geçer? Doğuştan itibaren bu toplum tarafından örgütlenmiş ve her gün yeniden örgütlenen tekil varlıklar olarak özgürleşme sürecinde sanırım en az iki işimiz var. Birincisi onun örgütlülüğünü terk etmek ve ikincisi onun insanları örgütleme kapasitesini felce uğratacak alternatif bir arada oluş biçimleri icat etmek. Yani yaratacağımız birliktelik biçimleri, hem bizlere özerkleşme arzusunu harekete geçirecek cesaret ve ilham vermeli hem de bizi kendine bağlayan örgütleri çözündürerek, yaşamın bütününde bu örgütleri (bunların toplamına devlet demiyor muyuz?) yıkmak. Bunları yıkmak ve yeni hayatları icat ve inşa etmek için var edeceğimiz kolektif bir araya gelişlerimiz, “bir örgütlenme” olmaktan çok, yaşamın bütün yüzlerinde sayısız kolektiviteler olarak, yani çokluklar oluşturan merkezsiz ilişki ağlarının yaratılması şeklinde gerçekleşecektir diye düşünüyorum.

Merkezsiz bir ilişki ağı, her şeyden önce onu yok etmek isteyecek tahakküm yapılarına karşı tek bir örgütten çok daha dayanıklıdır. Çünkü beyni yok edildiğinde çökecek bir beden değildir. İkincisi de yaşamın yapıları bir kez geriye dönüşsüz şekilde değişim geçirdiğinde bunlar artık kendilerini yeniden ve yeniden üreten, kopyalayan ve çoğaltan kolektif varlıklar halini alır (devrimci süreç, ya da eski tabirle ‘kültür devrimi’). 

2- Sendikalar, gerek örgütlenme modeli ve gerekse programlarıyla, sermayeye zarar mı verirler, yoksa karın maksimizasyonu doğrultusunda ilerlerken, krizler ve sorunlar yaratan kapitalizmin nefes almasına mı yararlar. Kapitalizme içkin değiller midir?

Sendikanın, işin kapitalist örgütlenmesi konusunu sorgu sual etmeyen bir örgütlenme oluşu, daha baştan emeğin günlük olarak geri kazanılması işlevine hizmet eden, dolayısıyla emeğin moral ve maddi çalışma şartlarını iyileştirmekten başka bir işlevi olmadığını gösteriyor. Tabi bunu sendikaların “sarı” olmasına bağlayanlar da çıkabilir. Sendikalar sarı da olsa kızıl da olsa işçilerin emeğini sermayeleştiren kapitalizm gibi, işçilerin politik mücadelesinin kazanımlarını sermayeleştiren sosyalist bürokrasinin aygıtı olmaktan öteye gidememiştir.

19. Yüzyılın bu devrimci mücadele araçlarının 20. yüzyılda solun devrimci projeyi devlet projesine dönüştürmesiyle birlikte bizzat kendisinin de kapitalist sistemin vazgeçilmez payandası haline gelmesi, bu konudaki eleştirilerin derinleşmesine yol açtı. Bu konuda otonomist literatürün çok değerli katkıları var. İnsan özgürleşmesini esas olarak emeğin toplumsal kurtuluşu şeklindeki tasavvur eden eski anlayışın yerini, eyleyişimizin kapitalizm koşullarında emek olarak tahakküm altına alınmasına, yani kapitalist işe koşumlanma yoluyla tabi kılındığımız sınıflaştırılmaya karşı koyan bir mücadele halini alması perpektifi giderek daha güçlü şekilde dile getiriliyor. Bu otonomist perspektif tutarlı olarak sendikalar ya da partiler şeklindeki sömürülen sınıfın temsilcisi yapılardan özerk, özyönetime dayalı bir politika öneriyor. Sendikaların kapitalizme içkin olması bir yana, sosyalizmin emeği yücelten versiyonunun kendisi de kapitalizme içkin bir söylem.

3- Sivil toplum örgütleri hakkında neler söylersiniz?

Bu kocaman bir genellemedir. Sivil toplum örgütleri olarak adlandırılan, eğer devletin refah politikaları dönemindeki kamusal işlevlerinin, geriletilmesiyle açığa çıkan boşluğa yerleşmiş yarı devletimsi yarı şirketimsi yapılarsa bunun için söyleyecek bir şey yok. Ancak herkesin diline eleştirmiş olmak için sakız ettiği STK kavramı, bazı toplumsal mücadele alanlarında özerk, bağımsız örgütlenmeler yaratan feminist, ekolojist veya lgbt örgütleri gibi örgütler için de kullanılan bir yafta biliyorsunuz. Bu konuda söyleyeceğim şey basit: bir örgütlenme sırf mevcut yasaların sunduğu mesela dernek gibi çerçeveleri kullanıp, bir örgütlenme oluşturduğu için STK olarak nitelendirilemez.

4- Günümüzdeki değişik örgütlenme ve mücadele deneyimi olarak en göze çarpaı olan Zapatistaların mücadelesi ve örgütlenmesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Zapatista’ları her zaman çok net şekilde günümüzün en önemli özgürlükçü haretlerinden birisi olarak görmeme rağmen,  sorunuzda yine de bunu bu kadar seçip öne çıkarmanızın yol açtığı sübjektif vurguya dikkat çekmek istiyorum: farklı mücadele alanları içinde olan farklı topluluklar için paradigmatik bir ideal model olarak düşünemeyiz Zapatistaları.

Elbette klasik bir şemaya göre başlayan silahlı yerli direnişinin dönüşüm geçirerek özgürlükçü bir hareket halini alması olarak; yerel, özyönetime dayalı bir otonomi yaratma deneyimi olarak; doğrudan demokrasiyi hayata geçirme deneyimi olarak; kapitalizmin hayatları yıkıp geçmesine karşı anti-kapitalist direnişin ilham verici bir örneği olarak; etnik-kültürel kimlikten yola çıkan bir yerli mücadelesinin artık kimliğin sınırlarını aşıp devrimci toplumsal mücadeleler herkes için belki de bugünün Paris Komünü, Ukraynası ve Barcelonası halini alması olarak; son onyılın tüm anti-kapitalist mücadelelerine direnişin ve başka bir yaşam inşasının mümkün olduğu cesaretini veren bir isyan ve kurucu politika olarak ele alıyorum Zapatista deneyimini.

Buna karşın yine de birçok farklı toplumsal mücadele var ki her biri de yaşamlarımızda bir sürü farklı tahakküm ilişkisini nasıl dönüştüreceğimiz konusunda muazzam ilham kaynakları. Bu açıdan feminist hareketlerle LGBT hareketlerini es geçmek mümkün mü? Devrimci dönüşümün burnumuzun dibindeki ilişkilerden başlayacağını, inşa edilmiş kimliklerimizi dönüştürmenin ve özel olanın politik olduğunu, tahakküme karşı verilen hiçbir mücadelenin diğerinden bütünüyle ayrılamayacağını, bu nedenle devrimin, tüm bu mücadelelerin artılarını içeren bir ortak kültür yaratmaktan geçtiğini de söylemek istiyorum. O halde Zapasitaları liste başı yapmaya gerek yok.

Mesela bir feminist örgütlenme ya da yerel ekolojik mücadelenin, ya da Topraksızlar Hareketi’nin ayrı dinamikleri ayrı koşulları vardır. Bunların ve daha kapitalizme ve patriarkal tahakküm yapılarına karşı birçok direniş ortaya koymaya çalışan çeşitli mücadelelerin içinde Zapatistaları seçerek öne çıkarmak yerine onun neye ilham olabileceğine bakmak ilginç olabilir. Bugünlerde Kürt özgürlük hareketinin bir dönüşüm geçirmeye başladığını, Demokratik Özerklik projesini ortaya atarken, ve Türkiye’deki toplumsal hareketlerle ağsal etkileşimlere girerken, büyük ihtimalle gelecekte Zapatistalara benzer bir harekete dönüşmeye dair potansiyel taşıdığını ve bunda da çok büyük ihtimalle onlardan etkilendiğini söyleyebiliriz.

5- Yukarıdaki sorulara verdiğiniz cevaplar bu soruyu da kapsayacaktır, ancak yine de ayrı bir soru olarak sormak isteriz. Size göre nasıl bir örgüt/lenme olmalı?

Nasıl bir kolektif eylem şeklinde cevabını vermeye çalıştığım şey, aynı zamanda ne için kolektif eylem sorusunu da birbirine bağlar. Kolektif eylem ve politik mücadele, ister klasik bir örgütlenme içinde sürsün ister ağlar şeklinde ilişkilenmiş çokluklarda, kendi apaçık hedefinden ya da hedeflerinden ayrıştırılamaz. Eğer “toplumu dönüştürmek” sorunu merkezde olmak üzere, amacınız devlet iktidarını ele geçirmek için bir siyasal devrim yapmak ise örgütlenmeniz de parti-devlet şeklinde bir devlet prototipi olarak vücut bulacaktır.

Ancak bugün apaçık hedefin siyasal devrim değil toplumsal bir devrim olduğunu söylemek bizim yüreğimizi hemen rahatlatmaz. Devrimin herkes için apaçık özgürleşmeler serisi halini alabilmesi için, kolektif eylem ve politik birlikler ya da toplumsal hareketler oluşturma sorununu daha genişletmemiz gerekiyor. Hangi tür pratikler yaşamın çeşitli yüzlerini geri dönüşsüz şekilde dönüştürür? Bu dönüşümün mümkün olabilmesi sadece bir örgütlenme sorununu çözmeye mi bağlıdır, yoksa yaşamı oluşturan bütün yüzeylerde hepsi de içkin öznelliklerin kendi kudretini sınırlamak yerine serpilip gelişmesini sağlayacak yepyeni kavramlar, yepyeni mekân düzenlemeleri, yepyeni algılama biçimleri ve yepyeni diller de yaratmak bunun boyutları değil midir? Eğer yaşamlarımızda bir dönüşüm gerçekleştirmek için bizi kalıba sokan ilişkileri terk edecek ve yeni hiyerarşik olmayan ilişki biçimleri icat edeceksek, bu arzunun bir değil sayısız bir araya gelme biçimi yaratması gerekmez mi? Ya da bir değil sayısız “örgütlenme” diyelim. Ancak bu sayısız ilişki biçimlerinin, katılaşmak ve öznelliği bastırmak eğilimindeki yapılardan farklı olarak kendi kendisini sürekli olarak dönüştürebilen, devrimci ilişkileri sürekli olarak yayan özelliğe sahip olması da gerekir, değil mi? Buna hala bir örgütlenme diyebilmekte zorlanıyorum, çünkü spesifik bir politik örgütlenme yaşamın bu denli büyük boyutlarına tümüyle nüfuz edemez. Her şeyi bu çapta etkileyecek bir örgütlenme ise politik parti-devlet modelinden çıkamaz. Bu yüzden sürekli çoğalan direniş hatları boyunca oluşan, yaşamın tümünü kaplayacak merkezsiz bir ağ olarak düşünebiliriz bunu belki de. Ama ne başı ne de sonu olan. Yaşamın bütün ilişkilerini çözündüren, parçalayan ve yeni ilişkiler kuran bir ağ. Devlete karşı devrimci politikanın içkinlik düzlemini yaratmak için, böyle bir ağı yaratmak için onu küçük ilişkilerden başlayarak sürekli olarak örmek diye tahayyül ediyorum ben mücadele(leri). O yüzden spesifik her soruna göre biçimlenmiş spesifik örgütlenmeler/ya da kolektif bir araya gelişler, kendi özgül kurallarını belirleyebilme kapasitesine de sahiptir. Yaşamın aşkın düzenlemelere tabiyetine son verecek her spesifik bir araya geliş, onu oluşturan öznelliğin salt yıkıcı değil aynı zamanda kurucu bir güç ortaya koymasını getirir. Burada güç derken de, kolektif varlığın gücünden söz ediyoruz. Onu temsil eden bir iktidardan değil. Kendi gücünü oluşturan her kolektif varlık, hedeflerini ve biçimlerini bizzat kendisinin tayin etmesi yoluyla çokluğun anarşisine katılacaktır. Ancak o bunu içinde yer aldığı kolektiflik içinde bizzat kendisi doğrudan somutlaştırabilir. Başka hiç kimse onun adına değil.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Kavramları belirginleştirmek: Anti militarizm ve Savaş karşıtlı Hareket


Anti-militarizmin ne olduğunu belirleyebilmek için, öncelikle karşı koyduğumuz militarizmi nasıl ele aldığımızı belirginleştirmeliyiz. Militarizmi kendi başına bir görüngü olarak tespit etmek yerine, eşitsizliğe ve sömürüye dayalı karmaşık bir toplumsal yapının, tahakküm ilişkilerinin ve hiyerarşinin bütünleyici bir boyutu olarak tarif etmek politik bir mücadele alanı olarak anti-militarizmi nasıl kurguladığımızı belirleyecektir. Meseleye böyle bakmak, elbette her bakış açısının tartışmasız ortak kabul edebileceği bir anti-militarizm tanımı yapabileceğimiz anlamına gelmez. Bunun bir diğer sonucu da, tahakküm ilişkileri içinde militarizmi merkeze koyarken diğer tahakküm ilişkilerini onun çevresinde konumlandıran, muhalif söylemin merkezine anti-militarizmi yerleştirirken onu kendi başına bir mücadele alanı olarak yeterli gören, giderek apolitikleşmeye yazgılı tavrın devrimci bir alternatifini üretmektir. 
Kapitalizm ve devlet egemenliği ile belirlenen modern toplumları türlü eşitsizlik ilişkilerine bölen kırılma eksenleri çokludur. Birbiri içine eklemlenmiş farklı tahakküm ilişkileri, devletin zor kullanma hakkını tekelleştirmiş örgütlü bir şiddet aygıtı olarak tüm bu ilişkilerin bekasını sağlayan garantör rolüyle tamamlanır. Aksi takdirde toplumsal yapı içerdiği gerilimlerin yarattığı çatışma ile parçalanırdı. Toplumsal cinsiyet ve sınıf ilişkileri, etnik ve kültürel farklılıklar, yaş ve bilgiden kaynaklanan otorite, bireylerin devletin ve sermayenin disipliner ve üşgücüne dayalı talepleri uyarınca terbiye edildiği aile ve okul kurumu, ücretli çalışma köleliği, hayatın tüm düzenlenişini hiyerarşik hale getirir tahakkümü sürekli kılar.
Ancak tüm bu tahakküm ilişkilerinin hepsi toplumun geneli üzerindeki idare, kontrol ve zor aygıtı olarak varlığını gösteren devletin belirlenimi içinde kalır. Tüm toplumların, egemenlik altında istikrarlı bir şekilde varlıklarını sürdürmeleri, hem itaat etiğinin içselleştirilmesi hem ideolojinin uyuşturması hem de şiddetin hayatın her alanını kaplayan bir tehdit olarak varlığını sürdürmesiyle mümkün olur. Şiddet, tahakkümün her düzeyde gerçekleşmesindeki başlıca yollardan birisidir. Devletin hususiyeti, şiddet tehditini kendi tahakkümünün temeline yerleştiren ve şiddet tekeline sahip yegane iktidar mertebesi olmasıdır. Militarizm bu şiddetin uzmanlaşmış olarak örgütlenmiş halidir. Bu bakımdan, kendi başına ele alınabilecek bir olgu olmadığı gibi, diğer tahakküm ilişkilerini üreten ve onların da yeniden ürettiği bir doğası olduğunu mutlaka belirtmek gerekir.
Yani militarizmin eleştirisini yapmaya başladığımızda, yalnızca bir devletin, sürekli silah altında tuttuğu bir düzenli ordusu ve bunu meşrulaştırıcı bir ideolojisi olduğunu belirtmekle yetinemeyiz. Militarizm kendisini talep edecek bir teritoryal egemenliği, bürokratik devleti, meslek olarak politikayı, tahripkar teknolojileri, heteroseksist ataerkil cinsiyet ilişkilerini, milliyetçiliği ve bunları ayakta tutacak hukuki ve ekonomik sömürü sistemini gerektirir.
Militarizm, hiyerarşinin en katı çizgileriyle üretildiği ve normalleştirildiği bir düzenlemedir. Hiyerarşi ve tektipleştirmenin mantığını genelleştirir, normalleştirir ve topluma yayar. İnsan bedeninin nesneleştirilmesinin en uç noktasıdır. Disiplini okula, fabrikaya, hapishaneye ve polis teşkilatına ihraç eder ve onlarla karşılıklı etkileşime girer. Toplumdaki yok edilemez farklılıkları yok sayıp, soyut yurttaşlık temelinde türdeş bireyler topluluğu ve kandaş bir büyük aile olarak tasavvur edilen millet kurmacasının imalatçılarından biri ordudur. Görevlerinden belki de en önemlisi bu zihinsel tutkalı insan varoluşunun temeline yerleştirmek ve toplumdaki çatışmaların örtbas edilmesine katkıda bulunmaktır. Şiddet kullanımını erkekliğin başlıca niteliklerinden birisi olarak normalleştirirken, askerlik tezgahından geçirilmiş her erkeği topluma salarak hegemonik erkekliğin üretimi fonksiyonunu da yerine getirir. Bu yönüyle kadına yönelik şiddetin de homofobik şiddetin de üretilmesinde militarizmin büyük rolü vardır.
*******
Anti-militarizm, egemenliğin ve tahakküm ilişkilerinin devamını sağlamak üzere şiddet araçlarını kurumsallaştıran ve yeniden üreten siyasal sisteme karşı gelişen çeşitli 19. Yüzyıl sonlarında anarşist ve sosyalist eleştirilerin ortak kesenlerinden birisi olarak belirginleşir.
Askeri ya da diğer güvenlik aygıtları anlamında zor ve şiddetin kurumsallaşması kendi başına olgular değildir. Ulus-devlet egemenliğine ve kapitalizme olduğu kadar toplumda varolan sınıf ilişkilerine,  hiyerarşiye, erkek egemenliğine, heteroseksizme ve doğanın tahakküm altına alınmasına da sıkı sıkıya bağlıdır. Bu tahakküm biçimleri arasında karşılıklı birbirini besleme ve yeniden üretme ilişkisi vardır.
Bu nedenle anti militarizmi yalnızca devlet egemenliğinin tamamlayıcısı olarak varolan zor ve şiddet kurumlarına ya da zorunlu askerlik sistemine karşı koyan bir siyasal eleştiri ve bu zor ve şiddet araçlarının bulunmadığı bir gelecek tahayyülü olarak sınırlandıramayız. Anti militarizm, zor ve şiddet araçlarını kurumsallaştırmayı mümkün kılan ve birbirlerine karşılıklı bağımlı olan tüm toplumsal ilişkilerin ve tahakküm biçimlerinin bütününe yönelen bir dizi devrimci toplumsal eleştirinin özgül bir parçasıdır. Anti-militarizmin tutarlı bir şekilde dile getirilmesi, devletin, tahakkümün ve sömürünün olmadığı özgür topluluklara dayalı bir anarşist ya da komünist siyasal tahayyülün ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Yani açıkça söylersek toplumu bir arada tutan tahakküm ilişkileri olarak cinsiyetçilik, heteroseksizm, otorite, hiyerarşi, kapitalizm, ulus-devlet ve doğanın tahakküm altına alınmasına da bütünlüklü bir şekilde karşı çıkan bir eleştiriler zincirinden birisidir anti-militarizm.
Anti-militarizm zorun ve şiddet araçlarının kurumsallaştırılmasının kesin bir eleştirisi olarak ortaya çıktığından ötürü bunu besleyen diğer tahakküm ilişkilerinin hepsine de tutatlı bir şekilde karşı koyan bir dile sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Öte taraftan tersini söylemek de mümkün, feminist hareketlerin, lgbtt mücadelelerinin; kapitalizm, devlet, milliyetçilik, hiyerarşi ve otorite karşısındaki bazı ulus devletçi olmayan bazı heterodoks sosyalist, komünist akımlarla otonomist Marksist, anarşist, anarko komünist ve anti-otoriter akımların, doğanın tahakküm altına alınması karşısındaki politik ekolojist akımlar da anti militarizmi bir ortak kesen olarak içerir.
Anti-militarizm tarihsel olarak devlete ve kapitalizme karşı mücadele eden sosyalist ve anarşist akımların bir ortak ilkesi olarak kendisini gösterir. Kendi siyasal öznesi ve ayrı bir eylem hattı olan ayrı bir mücadele alanı olmaktan ziyade anarşist ve sosyalist veya komünist akımların sürdürdükleri siyasal mücadelenin bir parçası olarak şekillenir tarih boyunca.
Özellikle yirminci yüzyıl başlarında yaygın bir akım olan pasifizmden ve İkinci dünya savaşı sonrasında şekillenen yeni toplumsal hareketler bağlamında ortaya çıkan barış hareketlerinden farklı olarak 19 yüzyıl başında zorunlu askerliğe dayalı yurrttaş orduları modelinin yerleşmesine paralel olarak gelişen antimilitarizm, kapitalizme ve devlete karşı mücadelenin belirli bir eylem alanı olmuş, dönemin işçi hareketleri içinde savaşa karşı kitlesel mobilizasyonun bir politik ifadesi olarak kendisini şiddet karşıtlığından farklı bir yerde kurmuştur. Antimilitarist perspektiften mücadele eden sosyalist, komünist ve anarşistler, devletin şiddet tekelinin ortadan kaldırılmasının başlıca yolunun, halkın silahlandırılması ve sivil bir milis gücünün ortaya çıkması anlayışını savunmuşlardır.  Şiddetin veya kuvvet kullanımının, zorunlu durumlar haricinde insan ilişkilerinin bir boyutu olmasına her zaman karşı koyan anti-militaristler, direniş ve meşru müdafa hallerinde şiddetsizliğin savunusunu yapan pasifistlerden daima ayrılmıştır.
Daha güncel bir bağlamda, geleneksel sosyalist ve anarşist akımların özellikle 60lardan sonra geçirdiği dönmüşüm ve yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkmasıyla birlikte antimilitarist bir eleştiri daha geniş bir bağlamda geçerlilik kazanmaya başlar. Liberter veya anti otoriter akımların yanı sıra feminist, lgbtt ya da ekolojist hareketler de antimilitarizmi ilkesel olarak sahiplenen diğer özgürlükçü siyasal akımlar olarak görünür. 
Antimilitarizmi  tüm bu siyasal akımların ve mücadelelerin ortak keseni olarak düşünmek, aynı zamanda bu akımların anti-militarizm bağlamında bir çoklu özne olarak düşünülmesini de mümkün kılar. Bunu hem ittifaklar ya da koalisyanlar olarak düşünebilir hem de antimilitarist mücadelelere içkin öznelerin çeşitliliğinden doğan farklı taktiklerin ya da mücadele biçimlerinin çeşitliliği olarak da kavrayabiliriz. .

Savaş karşıtı Hareket
Savaş karşıtlığı ifadesinin ve anti-militarizmin aynı anlamda kullanıldığına sıkça tanık olduğumuzdan bu ikisinin özdeş olmayıp aradaki farkı vurgulama gerekliliği sık sık duyuyorum.  Bana göre en basit haliyle anti-militarizm bir dizi net politik tavır alışlar gerektiren tutarlı bir siyasal anlayış iken “savaşa karşıtlığı” ile yetersiz şekilde ifade edilmeye çalışılan olgu yalnızca fiili savaş durumları ya da ihtimalleri karşısında mobilize olan türdeş olmayan bir çeşitliliğin pratikteki eylemlerini ifade eder. Bu yüzden “savaş karşıtlığı” diye tutarlı bir siyasal zemin tarif edilemez. Burada söz konusu olan savaş durumlarında ortaya çıkan bir toplumsal hareket olarak “savaş karşıtı hareket”tir. Yani bireysel bir tercihten ziyade çok farklı toplumsal kesimlerden insanların eylem ortaklığının doğurduğu bir toplumsal hareket. Bu oldukça karmaşık bir çeşitliliğin harekete geçtiği aralarındaki tek ortak noktanın var olan savaşa karşı koymak olduğu bir toplumsal mobilizasyon anlamına gelir.
Anti-militarizm ise savaş ve militarizmin tüm uygulamaları karşısında tutarlı ve kapsamlı bir karşı koyuşu mümkün kılacak siyasal zemini tarif etmenin tek yoludur:
1) Militarizm kapsam ve genişliği bakımından savaşla özdeş değildir. Militarizmin ideolojik eklemlenmeleri kapsamca çok geniş, otoriter, hiyerarşik ve erkek egemen pratikler üzerinden sürekli bir kuruculuğu olan ve ulus devlet egemenliğinin somut pekişmesini sağlayan, sadece orduda değil kuvvet kullanımına başvuran her güvenlik aygıtında süreklilik gösterebilen bir ideoloji ve pratikler bütünüdür. Bu nedenle güvenlik paradigmasının genişlediği ve çeşitlendiği bir küresel güvenlik döneminde, militarizm aynı zamanda ordu, polis, özel güvenlik güçleri, sınır polisleri gibi birçok alana doğru genişleyen bir etki göstermektedir.  Anti-militarizm tüm bu güvenlik sisteminin karşısında bir politik dil üretmeyi gerektirir.
2) Militarizm gündelik hayatın olağan ritmi içinde işler. Savaşın ve baskıcı bir kuvvet kullanımının her daim bir ihtimal olarak kapıda olması esasına göre var olur. Fiilen hiç savaş olmasa bile. Bu yönüyle potansiyel bir faşizmin de temelini oluşturur.
3) Savaş, bir toprağın üstünde devlet egemenliğini tesis etmek ya da bunu yeniden organize etmek için toplumsal iktidara sahip politik aktörlerin giriştiği büyük ölçekli organize şiddet seferberliği olarak tarif edilebilir.  Savaş halinde bütün gündelik hayat yeniden şekillendirilir ve olağanüstü halin devreye girip süreklilik kazanmasını sağlar.
4) Savaş, olağan zamanlarda görünmeyen, ya da içselleştirilmiş militarizmin ve onunla bağlantılı tahakküm, sömürü ya da egemenlik mekanizmalarının görünürleşmesine sebep olur. Bu yüzden savaş felaketi, olağan zamanlarda militarizmin varlığının dahi farkında olmayan insanların, savaş zamanında tüm bunları daha fazla görmesine yol açar. Zira savaş militarizmin kuvveden fiile geçmesinden çok daha fazlasını içerir. 
5) Yukarıdaki durumun kutupsal karşıtı olarak, savaş zamanı, toplum üzerinde iktidarın manipülasyonu da en üst safhaya çıkar ve  her savaş kendi yandaşlarını ve karşıtlarını daha önceki zamanlardan çok daha keskin karşıtlıklar içinde yaratır. Kısacası savaş, fiilen öyle bir felaket halidir ki, militarizmin genellikle sessiz ve derinden işleyen pratiği ile karşılaştıramayacak denli büyük bir yıkıcılıkla bütün hayatı karşısına alması nedeniyle, aciliyetin en üst noktaya çıktığı bir toplumsal muhaelefete sebep  olur.
6) Militarizmin kapsamı ve gündelik hayata nüfuz eden etkisi, açıklığa kavuşturulabilmesi için oldukça derinlikli bir eleştirel bakış gerektirir. Buna karşın savaş çırılçıplak yok ediciliğiyle en kör vicdanlara bile durumun aciliyetini fark ettirmeye başlar. 

Bunları antimiilitarizm ve savaş karşıtı hareket ilişkisine getirip bağlayacak olursak kısaca şunları söyleyebiliriz:
- Anti-militarizm konuyu genişletmeye ve bakışı derinleştirmeye meyleden  bir ideoloji eleştirisi sunar, hem de toplumun antagonist karşıtlıklar içinde, özel mülkiyetin egemenliğine ve devlet iktidarına dayalı bölünmüş yapısının devrimci bir eleştirisi için hem savaş hem de barış zamanlarında meşru bir mobilizasyona, politik mücadeleye kurucu bir zemin sağlar. Ancak meşruiyetinin en yüksek olduğu zamanlar -ve doğaldır ki iktidar odakları tarafından en çok düşmanlaştırılarak vatan haini ilan edileceği zamanlar- yine fiili savaş halleridir. Bu bakımdan anti militarizmin şiddet karşıtlığı ya da hümanist bir barış severlikle benzer bir hoşgörüye maruz kalmayacağı aşikardır.
- Antimilitarizm, berrraklığı ve kapsamı ile bir tür politik netlik doğurur dolayısıyla safi ahlaki ya da vicdani nedenlerle savaşa karşı koymanın konjontürel tutumundan farklı olarak politik ve derinlemesine eleştirel bir tavır sergiler. Bu yüzden de savaşa karşı çıkan toplumsal muhalefetin içinde genellikle azınlık olmak durumunda kalır. Savaş karşıtı haereketler ise geniş bir toplumsal konsensus sağlayabilecek ve asgaride olsa etkili bir söz ortaklığı üzerinden mobilizasyon yaratabilecektir. Bu bakımdan anti-militarist bir zeminde ortaya çıkacak aktivistler koalisyonunun, ya da Judith Butler’ın ifadesiyle “queer ittifakların” bir savaş karşıtı hareket örgütlemesi de eş zamanlı olarak her zaman mümkündür.
- Örnek: 2003 1 mart teskere eylemleri dünyada 60- 100 milyon civarında insanı Türkiye'de de 100.000 insanı harekete geçirdi. Normalde derinlikli bir antimilitarizm söylemi ile bu kadar insanı mobilize etmenin politik zeminini kuramamıştır.
- Geniş bir toplumsal ittifak ya da mobilizasyon yaratması her zaman mümkün olan "savaşa karşı çıkmak" ideolojik politik ya da ahlaki olarak birbirini tutmayan bir çeşitliliği  barındırabilir. Antimilitarist eleştiri ise bir tutarlılık zemini kurar bu yüzden de böylesi bir ittifakın özneleri nitelikçe daha bütünlüklü bir toplum eleştirisinin failleri arasında yer alır. Ancak kaçınılmaz olarak azınlıkta kalır. 
Bu gibi önermeler çoğaltılabilir, ama sonuç olarak söylemek istediğim şey, anti-militarizm derinlikli bir politik bakış açısını ve bundan türeyen bir aktivizmi ifade eder. Savaş karşıtı hareketler ise, sadece fiili bir savaş halinin aciliyetinin dürtüklediği bir toplumsal mobilizasyona, protestolara veya toplumsal hareketlere yol açar. Bu ikisini savaş karşıtlığı yüzeysel ifadesiyle bir veya özdeş olarak tarif etmek, iyi ihtimalle toplumsal hareketin çeşitliliği ile net bir politik yaklaşımın berraklığı arasındaki farkı gözden kaybeder. Ancak daha kötüsü, bir toplumsal harekete sebep olan motivasyonların meşruluğunu yalnızca kendi tutarlı ahlaki söyleminin kıstasına vurarak ölçmeye kalkar ki bu da eyleme geçmiş sıradan insanların samimiyetinin sorgulanmasına yol açar. Bu tür bir mantık istemeden de olsa bir protestoya veya toplumsal harekete doktriner bir şekilde bakma tehlikesini doğurur.  Aynı zamanda, bu tür bir indirgemecilik anti-militarizmin standartlarıyla savaş karşıtı hareketleri değerlendirmeye kalktığında, bir tür ahlaki püritanizmle pratik mücadeleler karşısında kuşkucu bgir geri çekilişe yol açabilir ki bunun başlıca nedeni de bizce antimilitarizmin yaygın şekilde şiddet karşıtlığı ve pasifizmle karıştırılıyor olmasıdır.
Anti-militarist bir aktivizmin, savaş karşıtı hareketin yaratılmasındaki olumlu etkisi, savaş karşıtı bilincin yaygınlaşması ve geniş bir toplumsal mobilizasyonun oluşması için  ortaya koyduğu güçlü eleştiri ile sergilenebilir. Fakat antimilitarist bakışı meseleyi savaşın durdurulmasıyla veya barışın tesis edilmesiyle sınırlamayacak, dahası savaşlara, örgütlü şiddete ve doğanın ve insanın çok büyük yıkımlarına yol açan toplumsal sistemin ve egemenlik ilişkilerinin devrimci bir dönüşümü talebini yaygınlaştırmaya dönük propaganda ve mücadele alanı olarak meseleyi politikleştirecektir.

Bu konunun bağlanacağı bir diğer eklem ise "savaş karşıtlığı" ya da “şiddet karşıtlığı” veya "her türlü savaşa karşı olma" ifadelerinin yetersizliğidir. Bir toplumsal mobilizasyon olarak savaş karşıtlığı her zaman, her örnekte belirli bir savaşa, çok çeşitli nedenlerle karşı çıkan geniş bir insanlar çeşitliliğinin bir araya gelmesi olarak tezahür eder. Bir çok farklı sesi eylem alanında ittifak haline getirir. Her türlü savaşa karşı olma söylemi ve bunu da anti militarizm olarak özetlemek ise bu geniş bir-aradalık zemininin aşındırır, altını oyar, aynı zamanda da antimilitarizmin politik tutarlığını zayıflatır. Bu nedenle antimilitarizm anti-kapitalist bir perspektif olmadan tutarsız, antikapitalizm de anti-militarist bir perspektif olmadan zayıf ve yetersiz kalacaktır. 


29 Haziran 2011 Çarşamba

Blok ve Radikal Soldaki Değişim


 
BDP ve ittifak yapan radikal solun desteğiyle oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adayları 36 milletvekiliyle meclise girdi. Eş zamanlı olarak bu seçimlerde, 4–5 yıldır Türkiye’deki sağın en uçtaki unsurlarından birisi olan ulusalcıların farklı siyasi fraksiyonlarının oluşturduğu Cumhuriyetçi Güç Birliği’nin esamisi dahi okunmadı. Tahminen büyük oranda CHP ve MHP tarafından absorbe edildiler. Bu veri, -solun bir kısmının Kemalizmi ve ulus-devletçiliği sahiplenişi üzerinden reaksiyoner bir yoldan neo-faşizme varabilmesinin en yaygın şekli olan- Ulusalcı akımın siyaseten yok olmasının belirtisi olarak okunabilir. Ulusalcı akımın paralize olması önemlidir, çünkü ulus-devletçi ve Kemalizm’e meyilli bir antiemperyalizm söylemiyle ulusalcılığa çok yaklaşan bazı geleneksel sosyalist çevrelerin de etkisizleşmesinin belirtisi olarak görülebilir. Bu açıdan TKP’nin bir önceki dönemde 90 bin oy alırken şimdi 60 bin oya gerilemesi, ulus-devletçi sosyalist bir zihniyetin taraftar kaybına uğramasının benzer bir alametidir. Politik atalet, iç örgütlenme sorunları, ardı kesilmeyen bölünmeler ve değişip karmaşıklaşan toplumsal sorunlar karşısında söylemini yenilemek ve mücadele alanlarını çoğaltmaktan uzak geleneksel sosyalist akımların da durumları pek parlak değil. Peki, BDP’nin yükselişini bu çerçevede nereye oturtabiliriz?
BDP şüphesiz güçlü olduğu bütün noktalarda etkili bir örgütlenme çalışması yürüttü. Ancak Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak baktığımızda, İstanbul, İzmir, Mersin, Adana gibi illerde diğer sosyalist örgütlenmelerin taraftarlarından da kayda değer bir destek aldı. BDP’nin oylarının yükselişini yalnızca Kürt halkının kendi partisine daha fazla sahip çıkmasıyla açıklayamayız. Eşzamanlı olarak radikal solun önemli bir kısmının 60’lar ve 70’ler devrimci hareketinden miras Kemalizm etkisinden uzaklaşmasına da bağlayabiliriz. Bu sayede radikal solun Kürt hareketi ile daha çok kanaldan gerçekleşen ilişkilenmesi mümkün olmuştur.
Yakından takip edenler bilir, sadece bazı sosyalist çevreler değil, bazı ekolojist, feminist, lgbt ve hatta çok küçük de olsa anarşist çevrelere kadar Blok’a destek verenler oldu. Radikal sol derken esasında çeşitli örgütlenme ve parti çevrelerinde bulunan insanlarla sınırlı olmayan bir olguyla karşı karşıyayız. Hali hazırdaki siyasal örgütlenmelerden bağımsız pek çok bireyin veya aktivist grupların bloğa desteği bu radikal sol şekillenmeyi örgütler üstü bir çokluk (Hardt &Negri) olarak düşünebilmeyi mümkün kılıyor.
Bu desteğin ya da farklılıklarla beraber ortak hareket etme eğiliminin, sayısal çokluğundan ziyade asıl önemli olan bir taraftan sembolik bir etki, diğer taraftan da Blok içerisinde farklı muhalefet mecralarının nispeten daha geniş bir politik vizyon ortaya çıkarması. Kemalizm ve ulus devletçiliğin etkilerinden uzak, çok sayıda örgütlenme arasında daha diyaloğa dayalı kalıcı bir ilişki zeminini doğurmaya aday bir siyasal dönüşümden bahsedilebilir. Artık cinsiyetçilik, ekoloji, heteroseksizm, ırkçılık, milliyetçilik, emek sömürüsü gibi konularda farklı örgütlenmeler birbirine daha çok yaklaşan ortak söylemler inşa edebiliyor.
Radikal solla pek çok noktada eklemlenmiş olan, birbiriyle ilişkili eylem ağları yoluyla temas eden bağımsız sosyal hareketlerin doğrudan demokratik örgütlenmelere yaslanması, bunun çoğaltan etkisi yoluyla ilişkide oldukları siyasal örgütlenmelere sirayet edebilmesini de ihtimal dâhiline sokuyor. Bu Bloğun doğurduğu önemli bir olasılıktır. Blok, yalnızca büyük kısmı Kürtler adına siyaset yapacak olan 36 milletvekilinin meclise sokulmasından ibaret bir seçim başarısı olarak görülemez. Bu sürecin yarattığı ve güçlendirdiği politik sinerji, muhtemelen bundan sonra radikal sol siyasal hareketlerin birbirleriyle daha etkileşimli ve her biri kendisine özgü gündemlerine karşın daha çok ortak terimle hareket etmelerini sağlayacak. Bu da yeni bir anti-kapitalist sol radikalizmin dış çerçevesini çizmeye adaydır.
Bu dış çerçevenin içsel unsurunun nasıl bir örgütlenme ve nasıl bir mücadele sorusuna cevap aramakla gelişeceği açıktır. Verilebilecek en yalın cevaplardan birisi her türlü ayrımcılık, eşitsizlik, sömürü ve tahakküme karşı ortaya çıkan mücadele alanlarının bizatihi kendi öznelerine yaslanan öz-örgütlenmeler yoluyla yürütülmesi gereğidir. Doğrudan demokrasi ilkesinin bütün siyasal hareketlerde eşitsizler arasında eşitliği yaratacak, merkeziyetçilik ve iktidar oluşumunu dışlamaya yönelik bir ilke olduğunu belirtmek gerekiyor. Yaratılacak bir radikal solun, hali hazırda mevcut sol karşısında azınlıkta kalsalar da feminist, lgbt, ekolojist, anarşist veya otonomist bileşenlerinin bu konuda çoğunluk soldan daha fazla söyleyecek şeyi var. Kürt hareketi de siyasi istikametini katılımcı demokrasiye dayalı yerel yönetimler üzerinde yükselecek bir demokratik özerklik projesine yönlendirdiğinden beri, doğrudan demokrasinin önemini belki de radikal sola anlatacak en önemli bileşenlerden birisi halini alabilir. Başka deyişle Kürt hareketinin radikal bir demokrasi ve siyasal öznellik inşasındaki deneyimiyle etkileşime girmeden, sol/sosyalist/radikal sol hareketler için güçlü bir toplumsal muhalefet zemini oluşturmak olanaksız görünüyor.
Bu yüzden parlamentoya girmenin yalnızca Türkiye’de sürmekte olan etnik eşitsizliğin ve ayrımcılığın üstesinden gelmekte sembolik bir basamak olduğunu, asıl olanın ise örgütlü mücadele içindeki toplulukların doğrudan demokratik öz-örgütlenme deneyimleri geliştirmeleri olduğunu belirtmek gerekiyor.
Parlamentoya aday olmak ya da mevcut siyasal partiler eliyle yürütülen siyaset biçimi, içerik ve söylem olarak ne kadar sistemin dışında kalsa da burada belirleyici olan içerik değil biçimdir. Partilere dayalı siyasetin biçimi, mantığı gereği yaslandığı insan topluluklarını siyasetin öznesi kılmaktan çok onların temsilcisi olarak hareket etmeye eğilimlidir. Milletvekillerinin seçilmesi siyasetin mevcut oyunu içinde egemenlerin tekerine bir çomak sokacaktır muhakkak; lâkin Türkiyeli ve Kürt siyasal hareketlerinin kendi aralarında kuracağı yatay ilişkilenmeler, sisteme reformlar dayatmanın ve hak talep etmenin ötesine geçerek toplumsal dönüşüm için asıl mecraları oluşturacaktır.
İçinde bazı anarşistlerin, feministlerin, lgbt bireylerin, ekolojistlerin, kent hareketlerinde yer alan aktivistlerin, emek ve demokrasi alanında mücadele eden pek çok farklı sol/sosyalistin de bulunduğu çeşitli radikal çevrelerden Bloğun destek almasını bu minvalde okumak gerekiyor. Tahminimce, bu çevrelerin büyük kısmı, parlamenter temsilin aşağıdan yükselen toplumsal muhalefete bir temsil imkânı oluşturduğu için önem atfediyor değil. Aksine tam da bunu hiç oluşturamayacağı için, bu yüzden de temsil krizinin derinleşerek toplulukların oluşturacağı öz-örgütlenmelere güç aktarımının daha önemli olduğunu görünür kılacağı için. Aynı zamanda bu destek ağı içinde yer alan ayrı ayrı öznelerin her biri kendi özgürleşme siyasetleri açısından, siyasal kaderlerini ve kurucu perspektiflerini Kürt özgürleşme mücadelesinden bütünüyle ayrı ve onunla ilişkisiz bir yere konumlandırmadığı için.
Blok, ortak mücadeleler, geçici veya uzun süreli yatay ittifaklar yoluyla, devlet tarafından daraltılıp idare sorununa indirgenmiş olan siyaseti açarak, siyasetten dışlanmak istenen farklı ezilen grupların siyasal alana dâhil olma iradesi göstermeleridir. Salt muhalefetle yetinmeyen, siyasal alanın belirlenmesinin devlete, orduya, sermayeye ve cemaatlere bırakılmasına karşı bir kurucu politika arayışıdır.

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...