Türkçe’de Spinoza üstüne ikinci kitabını[1] yazan Çetin
Balanuye’nin ismiyle ilk karşılaşmam Kemal İnal’ın derlediği Gezi, İsyan
Özgürlük-Sokağın Şenlikli Muhalefeti[2] kitabında yayınlanan bir yazısı yoluyla
oldu. “Demokrasi, Çokluk ve Sözleşme: Diren Türkiye!”[3] isimli bu deneme
başlığı nedeniyle ilk dikkatimi çeken yazı olmuştu. Balanuye, yazısında,
1999’da Seattle ile 2010’da Tahrir meydanında gerçekleşen isyanlardan yol
çıkarak bu dönem boyunca sistem karşıtı protestoları ve isyanları doğuran
toplumsal dinamiklere odaklanıyor, daha sonra da Gezi isyanını ortaya çıkaran
koşulları anlamak üzere Spinoza’nın etik ve siyasal teorisinin kavramlarını
kullanıyordu.
Gezi isyanı hakkındaki yazıların çoğunda, cepte duran sol
angajmanların getirdiği kolaycılıkla olayın özgünlüğüne ve maddi niteliklerine
yüzeysel bir bakışla, birbirine benzeyen açıklamalara başvurma eğilimi
yaygındır. Ancak bu yüzden, Gezi’nin getirdiği, henüz tamamen tükenmemiş
politik potansiyel, sığ ana akım siyasetin dümen suyuna teslim edilir. Gezi
direnişi ve ardından gelen toplumsal isyanda görünür hale gelen dönüşüm ve
başka siyaset arayışı göz ardı edilir ve olayın biricikliği gözden kaybedilir.
Nadir yazılar ise Gezi’yi ana akım siyasal çıkarların penceresinden okumak
yerine, Gez’nin ifade siyaseti arayışını ve nasıl bir deneyimler dizisi ortaya
çıkardığına dair mütevazı analizler ortaya koyar. Bu analizlerden bazıları da Spinoza
felsefesine referans veren ve yukarıdan stratejik akıl vermelere eğilim
göstermeyen, direnişin doğurduğu sevinçli duygulanım ortaklığını ve gelmekte
olan yeni siyaseti anlamaya çalışan yazılardı.[4]
Bir olay olarak Gezi direnişi, ülke tarihinin kendisini
önceleyen dönemiyle basitçe bir süreklilik uğrağı olmayıp, dönemin küresel
çaptaki diğer anti-kapitalist isyan hareketleriyle birlikte bir kopuş uğrağı
olarak, halen gelmekte olan siyasetin belirgin bir faslı olarak anlam
kazanıyor. Liberal demokrasilerin mevcut hallerinin bile artık işlemez hale
gelişiyle birlikte artık iktidarların eski yönetim teknikleriyle yönetmeyi
sürdüremedikleri, demokrasi sonrası yeni otoriterlik evresine giriyoruz. Buna
karşılık, tüm isyan hareketlerinde, demokratik sistemlerin kesinlikle
karşılayamayacağı bir arayış öne çıkıyor: doğrudan demokrasinin hemen
uygulamaya geçirilmesi, lidersiz eylem ve yatay örgütlenme biçimlerinin her
tekil mücadelenin içinde tekrar tekrar icadı.[5] Başka bir deyişle, biz, bu
sisteme isyan edenler, küresel kapitalist sistemin içinden tam olarak hangi
yollarla, ne tür seferberliklerle çıkabileceğimizi henüz tam olarak bilemesek
de, ne tür bir toplumsal siyasal örgütlenme istemediğimiz konusunda artık
oldukça çok fikre sahibiz.
O halde toplumsal değişim/devrim isteyenler için siyasal
sorunsal gittikçe değişiyor. Şimdiye kadar uygulanan sol stratejilerin ve
örgütlenme modellerinin artık işlevsizleştiği, ancak bunların yerini alacak
yeni modellerin icat edilmesinin henüz açık uçlu sorular ve zengin tartışmalar
olarak karşımızda durduğu bir dönemde yaşıyoruz. Gezi’nin parçası olduğu bu
dönemi anlamaya çalışmak için kavramlarımızı da yenilememiz gerekiyor. Gelmekte
olan temsil ve devlet karşıtı/doğrudan demokratik siyasetin kavramsal inşasında
bu yenilenme halen sürmekte. Ancak, eski temsile/devlete dayalı siyaset
biçimleriyle eşzamanlı bir şekilde, bir arada. Bu anlamıyla Gezi ve diğer
isyanlar, bizi, modern siyasal tarihten kopmaya, modern tarihin siyasal
tasavvurlarının ve felsefi kaynaklarının dışında ve ötesinde yeni kaynaklar
aramaya, icat etmeye, yeniden okumaya ve mevcut paradigmalarımızı değiştirmeye
zorluyor. Geleneksel solun politik krizini izleyen entelektüel kriz, bizi,
temsile dayalı olmayan bir demokrasi düşüncesinin kaynaklarına kadar sürüklüyor
ve işte tam orada karşımıza zamanını aşan bir aşırılık, bir anomali olarak
Spinoza çıkıyor.
Balanuye’nin yazısı, tüm dünyada sürdürülen zengin
entelektüel araştırma alanından gelen bir etkiyle, Spinozacı gözle Gezi’ye
bakıyordu. Gelmekte olan siyasetin gramerine aykırı eski kavramları terk etme
çabasının, yeni bir siyasetin araştırılması olarak siyasal analizin bir
örneğini somutlaştırıyordu.
Belki şu anda Gezi’nin ve onun yol açtığı kudret artışının
ve sevinç duygulanımının çok uzağında olabiliriz. Ancak güçlerimizin
kısıtlandığı bu evrede de egemenin devamlı kılmak için çok çaba sarf ettiği
kederli duygulara teslim olmamak ve aynı zamanda iktidarın insanları hangi
yollarla kederlendirip egemenliğini sürdürdüğünü anlamak için yine Spinoza’ya
dönmemiz gerekiyor. Fakat bu yeniden dönmenin bir yolu da Spinoza’yı yalnızca
bir siyasal filozof olarak okumakla sınırlamamak; gündelik hayat içinde bir pratiğin
kurulmasına ilham veren bir filozof olarak okumak da önemli hale geliyor.
***
Spinoza’nın Türkiye’de muhalif entelektüel çevrelerin
belirli bir kesiminde yaygın bir ilgiyle etraflıca okunması, önemli bir
filozofa olan meraktan çok öte bir durumdan, sol entelektüel hayatın krizini
takip eden bir kavramsal krizden kaynaklandı. Devletçi sosyalist düşünce ve sol
politikanın krize girmesi, solun toplumsal hayatın içinde etkin bir güç
olmaktan çıkmasına sebep olurken, entelektüel arayışlar üretken şekilde çeşitli
yönlere uzandı. Bu yönlerden bir tanesi de Marksizm’in çağdaş Fransız felsefesi
ve İtalyan radikal politik düşüncesi eksenlerinde yenilenmesi oldu.
Spinoza’nın Türkiye’de hem özgürlükçü yönelimi öne çıkan bir
heterodoks Marksist eksende hem de anarşist radikal okurlar arasında bu yoğun
okunma sürecinin 2000’den sonra şekillendiğini söyleyebilirim. Bu merakı aniden
kışkırtan etkenlerden ilk akla geleni, ODTÜ Sosyoloji bölümünün efsaneleşmiş
figürü, 2007’de kaybettiğimiz Ulus Baker’in yaydığı Spinoza etkisidir. 2000
yılında Körotonomedya ortak çalışması olarak ve Ulus Baker tarafından derlenip
çevrilen Gilles Deleuze’ün Spinoza Üzerine On Bir Ders kitabıyla başlayıp, Ulus
Baker’in Spinoza üstüne yazılarıyla devam eden yazınsal üretimi, bu okumaların
yönünü belirleyen kaynaklardan ilkidir. 1993’te kurulan körotonomedya
topluluğunun web sitesi de 2000’lerin başlarında yaygın şekilde izlenmeye
başlandı.[6] Körotonomedya sitesinin adının, İtalya’da 1970’lerdeki Autonomia
hareketinden ilhamla 80’li yıllarda New York’ta kurulmuş olan anarşist –
otonomist – situasyonist çizgide ve özellikle 60’lar sonrası Fransız radikal
teorisinin kitaplarını İngilizceye çeviren bir yayınevi olan Autonomedia’dan
esinlendiği açıktır.[7] Site, post-otonomist düşünce, Antonio Negri,
Zapatistalar, Spinoza, Deleuze ve çağdaş video art gibi konulara ayrılmış
başlıklar altında makaleler sunarken, Spinoza’nın, özellikle Deleuze ve Negri
düşüncesi ile ilişkisi çerçevesinde ve dolaylı olarak da çağdaş anti-kapitalist
hareketler ve heterodoks komünist/anarşist bir gözle okunması üzerinde belirgin
bir etken oldu.
Bir diğer güçlü etken ise Hardt ve Negri’nin İngilizce ilk
baskısı 2000 yılında yapılan, dünya kapitalist sisteminin ulus devletler ötesi
iktidar ağları etrafında yeniden şekillenmesini ele aldıkları ve
anti-kapitalist hareketlerdeki eylemciler ve entelektüeller arasında motivasyon
kaynağı haline gelen başlıca kitaplardan birisi olan İmparatorluk’un 2001 yılı
sonundaki Türkçe çevirisi oldu. Bu yoğun ve kapsamlı kitabın okunuşu, ondan
etkilenen hemen herkesi, eşzamanlı olarak hem Deleuze’ün fark ontolojisine hem
Foucault’nun biyopolitik iktidar analizlerine hem de Deleuze düşüncesinin
olduğu kadar Antonio Negri’nin post otonomist düşüncesinin başlıca teorik
kaynaklarından birisi olan Spinoza’yı incelemeye yönlendirdi. Bu kitabın
yayınlanmasının etkisi ile oluşmuş bir tartışma ve politik kolektif olarak
2002’de kurulan Otonom yayınları, otonomist Marksist kaynakları ve çağdaş
anti-kapitalist mücadelelere dair çalışmalar ile Deleuze, Foucault, Nietzsche,
Spinoza üstüne çalışmaları yayınlamaya başladı. Etienne Balibar’ın Spinoza’nın
etiğini ve siyaset felsefesini komünist bir çerçeveden analiz ettiği Spinoza ve
Siyaset (Türkçe basımı 2004) bu yayınlardan biriydi.
Aynı dönemde siyaset ve hukuk felsefesi alanında çalışmalar
yapan Cemal Bali Akal hocanın Spinoza üstüne yıllardır yürüttüğü çalışmaların
ürünü olan, Varolma Direnci ve Özerklik ile Özgürlüğün Geleceği Yoktur:
Edebiyatta Spinoza (Türkçe basımları 2004) kitapları ve ardından da
editörlüğünü yaptığı Spinoza eserleri dizisi geldi. Cemal Bali Akal, sonraki
yıllarda Spinoza kitaplarının Türkçe çevirilerinin tamamlanmasını sağlayan
dizinin editörlüğünü yaparken bir yandan da Spinoza üzerine konferanslar da
organize etti ve bu konuda yazmaya devam etti. Cemal Bali Akal da, Spinoza’nın,
klasik liberal sözleşmecilik ve hukuki iktidar modeline karşılık bir demokratik
siyaset felsefesi çerçevesi etrafında anlaşılmasına en çok katkıda bulunan
isimlerden birisi oldu. Aynı dönemde yayın hayatına başlayan Norgunk yayınları
ise Deleuze külliyatına, Ulus Baker’in çevirisiyle Deleuze’ün Spinoza: Pratik
Felsefe (Türkçe basımı 2005) isimli kitabıyla başladı. Tüm bu 2000-2005 arası
yoğun başlangıç dönemi ve ardından düzenli olarak bu tür yayınların devam
etmesi, Spinoza okumaları üzerinde halen tayin edici olmaya devam ediyor.
***
Spinoza, eserlerini yazdıktan sonraki en az 200 yıl boyunca,
kabul edilemez bir aşırılık, Negri’nin deyişiyle ‘kural dışılık’ örneği
olmasından dolayı gerçek bir dışlanmaya maruz kalmışken, özellikle 1960’lardan
itibaren modernliğin eleştirisinin içinden geçen radikal filozoflarca yeniden
keşfedildi. 1960’larda dünya sistemini şekillendiren siyasal modeller bir şey
vaat etmez hale gelirken, tüm dünyada toplumsal ayaklanmalar baş gösteriyordu.
Ulusal hareketler, kalkınmacı modeller, Sovyet devriminin otoriter sosyalizm
modeli, üçüncü dünyacılık, liberal demokrasinin krizleri dünyanın her yerinde
yerel protestolara ve isyanlara sebep olurken, tüm dünyada cinsiyet, yaş, yüksek
düşük kültür, cinsel yönelim, kültürel fark, bölge, etnisite, batı/doğu,
batı/batı-dışı, uygarlık/doğa ve insan/hayvan temelli hiyerarşileri alt üst
eden bir kültürel devrim başladı ve bu dönemden itibaren toplumsal hareketler,
kalıcı politik mücadele formlarına dönüştü. Bu kültürel devrimi süreklileştiren
1968 devrimiyle birlikte modern düşüncenin hâkim paradigması olan ulus fikrinin
de altı oyulurken, egemenliğin bir kavramsal yaratımı olan ulusun yerini ortak
bir üst kimlik altında toplanamayacak farklı yaşamların heterojen çokluğu, hem
pratik deneyimde hem de bir kavram olarak gündeme gelmeye başladı. Ancak bu
kültürel devrimin pek çok açıdan sistem içinde absorbe edilmesiyle yeni bir
siyasal toplumsal sistemin kurulma fırsatı kaçırıldı, radikal siyaset kültürel
politikalara sıkıştı.
Spinoza’nın radikal düşüncede keşfi tam da bu evreye denk
gelir. Kapitalist toplumsal sistemin tüm kavramsal arka planıyla birlikte
topyekûn reddi sorununun bir kriz olarak belirmesiyle birlikte, liberalizmin
kurumsallaşmasından önce, insanların iktidarlara nasıl tabi kılındığı ve nasıl
özgürleşecekleri, herkes için ortak bir özgürleşmenin zemini olabilecek en
elverişli siyasal yönetim biçiminin ne olduğu üzerine kafa yoran bu yıkıcı
filozofun siyasal ufku tam olarak idrak edilmeye ancak bu dönemden itibaren
başlandı. Modern tarihi kuran ulus-devlet ufkunun ötesine geçen bir doğrudan
demokrasi tasavvurunun oluşturulmasında, Spinoza’nın siyasal bir filozof olarak
yeniden keşfi ve ana referanslardan birisi haline gelmesi, 20. yüzyılın sonunda
komünist filozofların komünizmin kuruluşuna dair 19’uncu yüzyıl devletçi
tahayyülünü terk etmesiyle mümkün oldu.
Spinoza ontolojisinin her türlü düalist tasavvuru ve felsefe
tarihi boyunca zihinleri meşgul eden aşkıncılığı ontolojiden tümüyle kapı
dışarı etmesi, insana evrende ayrıcalık tanıyan insan merkezci ve özne odaklı
görüşlere son vermesi, sıkı bir materyalist evren modeli ortaya koyması, zaman
ve mekân aşırı nihai ahlak yargılarının geçerliliğini ortadan kaldırması onu,
ancak günümüzde, sistem karşıtı hareketlerin ufkunda karşılık bulabilecek
radikal bir filozof haline getiriyordu. İnsanların bir siyasal topluluk halinde
bir arada yaşamalarını ve baskıcı bir devletin oluşmamasını sağlayacak en iyi
yönetim biçimi olarak, kalabalıkların/çokluğun önceden verili ideallere göre
hareket etmediği bir ifade özgürlüğü, hak ve demokratik yönetim modeli inşa
etmeye girişiyor ve tüm ontolojisi ve etiği ile de bunun hayata
geçirilebilmesinin rasyonel dayanaklarını ortaya koymaya çaba sarf ediyordu.
Ama en önemlisi, insanın köleliğinin nasıl sürdüğünü açıklayan bir duygular
teorisi (bir psikoloji) geliştiriyor ve kişinin kendi kudretlerini arttırarak
bir özgürleşme ve direnme pratiğini hayat boyu nasıl sürdürülebileceğini ve
bunun bir ortaklık politikası olarak nasıl mümkün olduğunu ortaya koyuyordu.
***
Spinoza üzerine Türkçe’de yapılan yayıncılık faaliyetinde
görebildiğim kadarıyla, Spinoza’nın özgürleşme teorisinin en belirgin unsuru
olan duygular üstüne analizlerinin nasıl pratik bir yaşam felsefesine
dönüştürülebileceği, çoğunlukla, pratik bir mesele olarak ele alınmıyor, daha
ziyade bir aktarım olarak kalıyor. Her ne kadar Spinoza’nın felsefesi tam bir
gündelik hayat felsefesi olmaya uygun olsa da, Spinozacı teorilerin
yoğunlaştığı siyasal ontoloji genellikle gündelik hayattan oldukça uzakta
kalıyor. Spinoza bir özgürleşme teorisinin politik imkanlarını ortaya koyarken,
bir yandan da insanların iktidara boyun eğmesine ve aynı zamanda da iktidara
direnmesine yönelik duygusal mekanizmalara dair bir psikoloji ve bir eylem
teorisi de ortaya koyuyor.
Spinoza’nın felsefesi, ilk bakıştaki bütün retorik
karmaşıklığına ve sert mantıksallığına rağmen, siyasal okumanın daha öne
çıkması nedeniyle, bir felsefe olarak pratikte göz ardı ediliyor. Spinoza üstüne
yapılan okumaların, yorumların ve sohbetlerin, eserinin amaçlarına aykırı
şekilde entelektüel malumata dönüştürülmesi veya oldukça soyut bir teorik
analizin kavram deposu kılınması, hatta ezoterik bir söz öbeği halini alma
tehlikesi, dikkat çekici bir eğilim olarak göze çarpıyor. Bundan daha da
kötüsü, yerleşik ahlak ya da siyaset tasavvurlarındaki aşkıncı ideallerle hiç
çarpışmadan, Spinoza’nın kavramsal bir zenginlik olarak kullanılması ama
gündelik pratiğe tekabül edecek bir etiğe kaynaklık etmemesi. Bu riskin
üstesinden gelmek için Spinoza’yı, kendi pratikliği içinde kavrayarak bir
yaşama felsefesi kaynağı olarak okumanın -hatta gerekirse vulgerleştirme gibi
görünecek bir girişimin- zamanı gelmişti. Belki de coşkulu bir siyasal yükseliş
ve isyan döneminin ardından gelen içekapanışın melankoliye dönüşmemesi için,
bir kez daha kendi kudretlerimiz dahilinde nasıl direnebileceğimize ilham
verebilecek bir etik referans olarak Spinoza.
***
Çetin Balanuye ile sonraki karşılaşmalarım, onun iki ayrı
konferansta yaptığı sunumları dinlememle oldu. Bu kez sinirbilimden,
psikolojiden ve biyolojiden bahsediyor ve Spinoza’yı daha önce başkasından
duymadığım şekilde doğa bilimleriyle bağlantılı şekilde tanıtıyordu. Bu ikinci
karşılaşmanın coşkusu ilkinden de fazla oldu. Çünkü tam da aynı dönemlerde ben
de felsefe ve toplumbilimlerin çok dışında alanlara eğilmeye başlamıştım. Yeni
kitabını çıkar çıkmaz rafta görüp okumaya başlamam ise üçüncü karşılaşmamız
oldu.
Çetin Balanuye, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?
Reddedilemeyecek Felsefi Bir Teklif isimli çalışmasında, yukarıda uzunca
anlattığım siyasal okumalara girmeden, Spinoza’yı çevreleyen filozofların
belirleniminden bağımsız olarak bir Spinoza portresi ortaya koyuyor. Çağdaş
felsefede Spinoza’yla çok yakından ilgilenenlerin bile çoğu zaman ıskalayıp
geçtikleri bir meseleye, Spinoza çalışmanın gündelik hayata nasıl bir etkisi
olacağına, onun nasıl kullanışlı bir filozof kılınacağına odaklanıyor. Ancak bu
yeni portre, aslında felsefenin eninde sonunda ne işe yaradığı sorusu ile
birlikte düşünülmeli. Kitabın asıl hedef okur kitlesi belki ilk bakışta
felsefeye şöyle üstün kötü giriş yapmış olanları dahi içine alabilecek kadar
geniş görünüyor. Yanlış anlaşılmasın, Çetin Balanuye bir çeşit ‘Yeni
Başlayanlar İçin Spinoza’ ya da ‘90 Dakikada Spinoza’ türünden bir kitap yazmış
değil. Onun kitabını, biraz okuma alışkanlığı olan ve felsefe tarihi, hatta
Spinoza bilmeyen herkes okuyabilir. Bu sarihliğin altının çizilmesi gerekiyor.
Ancak bence Balanuye’nin daha bariz bir derdi var: Spinoza’yı kendi gündelik
yaşamımızda etkin bir filozof haline getirmek, onu metinsel bir yorumlama
nesnesi olmaktan kurtarıp gerçekten pratik bir filozof haline getirmek.
Bu durumda şu en basit sorulardan başlamak gerekiyor:
Felsefe okumak neye yarar? Felsefe nedir, kimin için yapılır, kim felsefe
yapar? Bu soruların her felsefe yaklaşımında ve filozofta yeniden verilen
cevapları olduğunu biliyoruz. Geçerli cevaplardan birine ulaşmak için felsefenin
Antik Çağ’daki ilk dönemine bakabileceğimizi bize Pierre Hadot örnekliyor.
Antik çağ felsefesi üstüne klasikleşmiş çalışması Ruhani Araştırmalar ve Antik
Felsefe isimli kitabındaki yazılarının pek çoğunda Hadot, felsefenin, çağımızda
anlaşıldığı gibi bir akademik faaliyet olmadığını, felsefe adı altında toplanan
etkinliğin öncelikle bir yaşam tarzı, her an deneyimlenmesi gereken, tüm yaşamı
dönüştürmesi gereken bir var olma tarzı da olduğunu ortaya koyuyor. Hadot’nun
antikler üstüne yaptığı yorumlarda öne çıkan nokta, philo-sophia “bilgelik
aşkı” olarak felsefe kavramının, felsefenin nihai arzusunu açıklamak için
yeterli olduğu. Hadot, felsefeyi, kişinin “olma tarzının kökten bir dönüşümünü
gerektiren bir ruhani ilerleyiş yöntemi”, “bir yaşam tarzı”, sadece bilmeyi
değil, “aynı zamanda farklı olmayı” da sağlayan bir bilgelik arayışı, “ruhun
dinginliğini, içsel özgürlüğünü, kozmik bilinci beraberinde getiren bir yaşama
şekli”, “sıkıntıyı iyileştirmeye yönelik bir tedavi yolu” ve “bağımsızlığı,
içsel özgürlüğe ulaşmak için bir yöntem” olarak ele alır. Antik bilge, her an
kozmosta yaşamanın bilincinde ve kozmosla uyum içindedir. Hadot’nun yazılarında
çeşitli kereler antik felsefedeki kaynaklara sadakatle bir bilgelik pratiği
olarak ele alınan felsefenin aslı olan felsefi yaşam şekli, dünyanın veya
varlığın çeşitli kısımlara bölünmüş bir teorisi değildir. Mantığı, fiziği ve
etiği yaşamaya dayanan tek bir eylemdir. Felsefe mantığın, doğru konuşmanın ve
düşünmenin, fiziksel dünyanın teorisi olarak değil, doğru konuşma ve düşünmenin
pratiği olarak, ahlakın teorisi olarak değil doğru ve haklı bir biçimde
yaşamanın pratiği olarak gerçekleşir. Bu nedenle felsefe üzerine söylem felsefe
değildir. Felsefede amaç kendi kendini dönüştürmektir.[8] Hadot, felsefe tarihçilerinin,
antik felsefenin her şeyden önce bir yaşam tarzı olması olgusuna pek fazla
dikkat etmediklerini söyler. Aynı zamanda da günümüz üniversitesinde
felsefenin, insanlara felsefe konusunda uzman olmaları için eğitim verilen bir
faaliyete dönüştüğünü anlatır. Bu, antik çağ sonunda taslağı çıkarılmış olan,
orta çağda gelişen ve bugün hâlâ felsefede varlığını hissettiren skolastik
tehlikedir. Teolojinin hüküm sürdüğü skolastik üniversiteye rağmen gerçek bir
yaratıcı felsefi faaliyet ise 16. ve 17. Yüzyıllarda, üniversite dışında
Descartes, Spinoza, Leibniz ve Malabranche ile gelişecektir. Hadot’ya göre
Spinoza’nın Etik’i, Stoacılıkta sistematik felsefi söylem olabilecek şeye denk
düşer. Antik felsefeden beslenmiş olan bu söylemin, insanın varlığını kökten ve
somut bir şekilde dönüştürmeyi, insanı sonsuz mutluluğa kavuşturmayı öğrettiği
söylenebilir, der. “Yaşam Tarzı Olarak Felsefe” isimli yazısının sonunda,
Hadot, antik felsefeyi her insanın kendisini dönüştürmesi için bir davet olarak
ele alırken, bu yolun tarifini Spinoza’ya bırakır: “Hiç kuşkusuz nadir bulunan
bir yolun çetin olması da çok doğaldır. Zaten kurtuluşumuz hemen elimizin
altında olsaydı ve onu yeniden bulmak için böyle büyük emekler harcamamız
gerekmeseydi, bunca insan şimdiye kadar onu hiç mi görmezdi? Ama bütün mükemmel
şeyler nadirdir ve bir o kadar da zor bulunur.”[9]
Öyleyse, felsefe yapmak ya da bir deneyim veya arayış olarak
“bilgelik sevgisi”, bugün hâlâ üniversitelerde süren haliyle, yaşamın pratik
deneyimine dahil olmayan alimane bir faaliyetten başka bir şey olsa gerektir.
Felsefenin doğuşundan bu yana batı geleneğinde bütün siyasal kriz dönemlerinde
ortaya çıkan her felsefede pratik sorunsal daima iki yönlü olmuştur: bir
yandan, kendi gündelik yaşamını toplumda verili ön kabullerden farklı bir
özgürleşme arayışında dönüştürmek, diğer yandan ise topluluğun politik yaşamını
dönüştürmek. Bu ikisi arasındaki bağıntıyı bir arada ortaya koyan bir pratik
olarak etik ve politik daima iç içe geçer ve bugün baktığımızda bu arayışın
tutarlı bir ilişkiye sokulmasının zirvesi de Spinoza olmuştur. Ancak, daha önce
de söylediğim gibi, şimdiye kadar Spinoza’yı ele alan çalışmalar, her ne kadar
Ethica’nın bir yaşama tarzı önerisi olarak önemini vurgulasa da radikal
politikanın güncelliğinin belirlediği ihtiyaçlar, Spinoza’yı, devletçi siyaset
felsefesinin karşısında bir alternatif inşa etmenin başlama noktası olarak ele
almaya meylediyor. Yani, politik pratiğin filozofu olarak Spinoza, bütün bu
okumalarda etik pratiğin filozofu olarak Spinoza’nın önüne geçmiştir.
Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? Reddedilemeyecek
Felsefi Bir Teklif kitabının önemi ise bu ikisi arasında bir kopukluğa sebep
olmaksızın önce birincisinden, yani gündelik hayatın içinden başlaması.
Buradaki sevinç arayışı veya kitapta söylendiği şekliyle sevince dönüşmek,
kişinin kudretini sınırlayan güçlere karşı bir farkındalık oluşturma ve
özerkleşme mücadelesi çabasıdır ki bu da her türlü özgürleşme siyasetinin
başlangıç noktası olmalı. Öte yandan böylesi bir sevinç tarifinin piyasada birçok
örneği olan kendini geliştirme, psikoloji el kitapları ya da çeşitli doğu
dinlerinden çıkarılan popüler nasihat el kitaplarıyla bir ilgisi yok.
Kitapta ilk üç bölümde tabiyet ya da tahakküm ilişkilerinin
kurulmasını mümkün kılan düşünme biçimleri ile insan zihnine çöreklenmiş ve
hüzünlü dünya görüşlerimizin temeli olan varsayımlar üzerine Spinozacı bir
analiz yapılıyor. Bu varsayımlar aşkıncılık, insan merkezli özgür iradecilik ve
erekselcilik başlıkları altında inceleniyor. Aşkıncılık varsayımı, etrafımızda
olup bitenlerin nedenlerini anlamaya çalıştığımızda kurduğumuz yanlış
neden-sonuç ilişkilerinin en başta gelen sebeplerinden birisidir. Olayları
daima kavranabilir açıklama düzlemlerinden uzaklaştırarak ve maddi bilginin
yetmediği durumlarda apaçık hurafeye veya dinsel açıklamalara giderek anlama
eğiliminin nedeni, bu dünyanın kendi içinde kavranabilir olmasına duyulan
güvensizliktir. Çetin Balanuye kitapta bunu çok güzel bir örnekle açıyor.
Gençliğinde, ellerini sarıp sarmalayan siğillerden babasının etkili telkini ve
ilk bakışta mistik denebilecek bir ritüel yoluyla kurtulmuş olmasını açıklamak
için hiçbir zaman doğa ötesi açıklamalara başvurmaya itibar etmemiş. Ve yıllar
sonra da plasebo tedavileri üzerine ciddi okumalar yaparak bu sağlık sorununun
mekanizmalarını daha iyi anlamış. Balanuye bu noktadan itibaren kitap boyunca
sürdüreceği bir gayreti ortaya koyuyor: Felsefi tavır, eski filozofların
metinlerini tefsir etmekten ibaret olamaz, aslında bu, zaten eski filozofların
da yaptığı bir şey değildi. Her biri kendi döneminde bilimlerin gelişimine çok
önemli katkıda bulunmuş bu filozofları bugün okurken, kavrayış gücümüzü
geliştiren bilimlerle birlikte okumak gerekiyor. Eğer duygular ya da düşüncenin
işleyişi alanında çalışıyorsak, örneğin, bilişsel bilimlerin ya da
nörobilimlerin zihin felsefesine yaptığı katkıyı ihmal ederek çalışamayız.[10]
Balanuye, kendi içinde bir metin yorumculuğu faaliyetine
dönüştürülmüş bir felsefe yapma tarzından uzak ve çağdaş bilimlere yönelik sıkı
bir okuma içinde. Aşkıncılık tavrından uzaklaşma çabası da bunu gerektiriyor.
Bu nokta, Spinoza açısından bilgece bir yaşama doğru atılacak ilk adım. O halde
daha belirginlik kazanması için şunun altını çizmek gerekiyor: Spinoza’dan
ilhamla bugünkü dünyada bilgece bir yaşam çabası, bu dünyayı tüm yönleriyle
kavramaya yönelik bir çabayı gerektiriyor. Günümüzde fen bilimleri ve sosyal
bilimler alanları arasında yaşanan katı iş bölümü, C. P. Snow’un ünlü
çalışmasında adlandırdığı şekliyle “iki kültür” arasında neredeyse aşılamaz gibi
görünen bir bölünmeye yol açtı. Bu ise günümüzde özellikle sosyal bilimler,
beşerî bilimler ya da felsefe gibi alanlarla uğraşanların (sözelcilerin) fen
bilimlerinden uzaklaşmalarına, bu alandan gelebilecek bilimsel açıklamaya
mesafeli kalmalarına sebep oldu. Balanuye’nin kitabı boyunca örnekleyerek
göstermeye çalıştığı şey ise, Spinoza’nın önerdiği aşkın varsayımlardan
kurtulmuş bilgece bir yaşam için bu dünyanın bilgisine erişmenin gerekli
olduğu. Spinoza’nın doğa felsefesinin kurulduğu Etika’nın birinci bölümündeki
Tanrı/Doğa üzerine temel kavramları açıklarken, sonunda bütün bu kavramlarla
doğa bilimlerinin çağdaş bulguları buluşturması, bana kalırsa, Balanuye’nin
kitabının ayırt edici bir “erdemi.” Burada, belki de sosyal bilimlerde
fazlasıyla göze batan bir yanlış varsayımdan, yani toplumsal olan her şeyin
yalnızca toplumsal bilimlerin alanı içinde kalınarak açıklanabileceği
varsayımından bahsetmek mümkün görünüyor. “İki kültür” arasındaki bölünmenin
aşılmasının bir yolu, bu iki alan arasındaki olası etkileşmelere kendini
kapatmayan bir yaklaşım geliştirmek. Balanuye, bunu özellikle felsefe ve
bilimler alanı açısından, sosyal bilimcilere de örnek oluşturacak kadar iyi
yapıyor.
Aşkıncılık varsayımı ile dinsel, mistik açıklama biçimleri
arasında mantıksal bir ilişki olduğunu ortaya koyarak ilerleyen Balanuye, bunun
bir diğer sonucunun da varlıkların önem hiyerarşisine tabi kılınması olduğunu
belirtiyor. Tanrıyı külli bir irade olarak görmenin sonraki sonucu, insanı da
kendi hayatında tam bir irade veya kontrol sahibi olarak görmek, doğanın genel
yasallığı dışında özel bir varlığa dönüştürmek. Bu varsayımların ilk kaynağı
semavi dinlerse, Balanuye’nin önemle vurguladığı gibi, ikinci kaynağı ise
Aydınlanma düşünürleridir. Resmi aydınlanma düşüncesi kapıdan kovduğu aşkıncı
varsayımları ve kadiri mutlak Tanrı’yı bacadan geri sokarken, Balanuye’ye göre,
aydınlanmanın radikal yönünü bize miras bırakmıştır. Buna karşılık Spinoza,
önemi ancak bu yüzyılda anlaşılabilecek kadar radikal bir şekilde özgür irade sahibi
insan varsayımını geçersizleştirmiştir.
Yine bu noktada çağdaş psikolojinin ve nörobilim
çalışmalarının felsefeden çok daha radikal bir şekilde bu özgür irade fikrini
nasıl geçersiz kıldığını örnekleyen çalışmalara yer veriyor Balanuye.[11] O
halde, “insanın, özgürlüğü ancak kendisini belirleyen zorunlulukların,
nedenselliklerin ya da en genel anlamda etkileşimlerin farkına varması anlamına
gelir. Bir başka deyişle insan da çepeçevre belirlendiğini kavradığı ölçüde
özgürdür.”[12] Bu yaklaşım, Spinoza’dan olduğu kadar Marx’tan ve çağdaş sosyal
bilimlerdeki inşacı yaklaşımlardan da bugün hepimize tanıdık gelebilir belki.
Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, bugün insanların belirlenimlerinden hâlâ
sosyal belirlenim anlaşılırken, insanı oluşturan biyolojik, psişik ve bilişsel
varlığının belirlenimlerini göz ardı etmek şeklindeki ortodoks bir sosyal
bilimci tavrı geçerliliğini halen sürdürüyor. Bunun bir sonucu, sosyal varoluşu
doğadan bütünüyle yalıtık hale getiren toplumsalcı bir indirgemecilik, diğer
sonucu ise kapıdan kovulan iradeciliğin bacadan geri dönmesine yol açmaktır.
Her ne kadar sosyal belirlenimler davranışlarımızın nedenleri üzerine
açıklamalar yapmamızı sağlasa da, insanın aynı zamanda bu nedenleri
kavradığında davranışını derhal değiştirebilecek süratli bir farkındalığa
varabileceğine dair kolaycı bir varsayım da sosyal bilim temelli açıklamaların
peşini bırakmaz ve iradeciliğe geri düşer.
Kitabın üçüncü bölümünde ele alınan erekselcilik
varsayımının eleştirisi, davranışlarımızın arka planında tümüyle bilincinde
olduğumuz amaçlılık ile hareket ettiğimiz düşüncesini ele alıyor. Balanuye’nin
yaptığı en şık sürpriz ise, modern biyoloji okurlarına hiç de rastlantı
gelmeyecek şekilde, Spinoza’nın Doğa/Tanrı’da herhangi bir erek, amaç ya da
niyet bulunamayacağı konusundaki haklılığının ancak Darwin tarafından ortaya
konulan evrimci biyoloji ile somut şekilde kavranır hale geldiğini öne
çıkarması. Evrim fikri, yalnızca doğada var olan canlılığın nasıl ortaya
çıktığını ve dönüştüğünü kapsamlı bir şekilde açıklamakla kalmaz, aynı zamanda,
doğanın zaman içindeki ardışık sürekliliklerinin ereksel olmaksızın, nasıl
karmaşık düzenekler halinde geliştiğini anlamayı da mümkün kılacak bir düşünce
devrimi gerçekleştirir. Böylece evrenin oluşumundan insan kültürlerinin ortaya
çıkışına, uygar toplumlardan insan bireyinin psişik yaşantısının tarihine kadar
her noktada, erekselci varsayımın yerinden edilmesi mümkün hale gelir.
Bu, tam da Spinoza’nın tasavvur ettiği türden bir
evren/doğa/tanrı fikrine uygun bir dünya görüşü biçimlendirmemize olanak
sağlayan bir düşünce dönüşümüdür. Spinoza düşüncesinde “Doğa/Tanrı’nın tastamam
bir nedensellik içinde sonsuz etkileşimlerin bir aradalığına olanak veren içkin
gerçekliğin kendisi olması, bu gerçekliğin önceden planlanmış belli bir ereğe
doğru evrildiği anlamına gelmez; dahası Spinozacı nedensellik her türden
erekselciliği dışlar.”[13] Tıpkı Darwin gibi. Böyle bir kavrayış gücü, insan
yaşamını çevreleyen modern koşullanmaların biçtiği kalıplardan sıyrılarak
yaşamımıza bakmamıza olanak sağlayacaktır, Balanuye’ye göre. “Hayatın bizler
tarafından keşfedilmeyi bekleyen saklı bir hedefinin olmayışı, o hayatı
deneyimleyen bizlerin büsbütün bir anlamsızlık ya da boşluk duygusuna mecbur
kalacağı anlamına gelmez. Evrenin bütünüyle kendi kendini organize eden,
tümüyle gelip geçici varoluş deneyimlerinden oluştuğunu fark ederek,
varlıkların sürekli olarak sahnede görünüp kaybolduğu bu eşsiz kumpanyada
rolümüz kadar yer almanın getireceği sevinci yakalayabilir, dahası, tam da bu
sürgit akış içinde bir görünüp bir kaybolan figürlerden biri olarak, o muazzam
kozmik tabloda nasıl bir hareketli estetik imaj oluşturduğumuzu
kavrayabiliriz.”[14] İşte, belki de felsefenin bütün meselesi: Hadot’nun da bahsettiği gibi, kişinin
kendisini mevcut toplumsal normlardan farklılaştırarak, içinde yer aldığı
kozmik bütünün bir parçası olarak kavrama ve kendi yaşamında etkin bir kudret
sahibi olmaktan onu alıkoyan yerleşik varsayımlardan uzaklaşma çabası.
Kitabın büyük kısmını oluşturan bu üç varsayımın incelenmesinden
sonra, Balanuye, Spinoza’daki etkin bir güce dönüşme, erdemli bir yaşam
sürdürme ve bunun toplumsal imkanını oluşturma problemi ile uğraşıyor.
Spinoza’da güç, başkalarının üstünde bir iktidar uygulaması olarak değil,
kişinin kendi doğasına uygun şekilde potansiyellerini ve ifade olanaklarını
arttırma problemi olarak ele alınır. O halde, baştan beri ele alınan
varsayımların, iktidarın mekanizmaları olduğu apaçıktır. Zira Deleuze’ün
Spinoza üstüne ünlü kitabında belirttiği gibi, bütün iktidarlar kederli ruhlara
ihtiyaç duyarlar. Yani iktidarların bizleri tabiyet altında tutabilmesi, etkin
güçler olmaktan alıkoyması, düşünce düzenimizi belirleyen yanlış varsayımlar
yoluyla evreni ve kendimizi anlama yetimizi dumura uğratması, yani aşkıncı
varsayımların toplumsal kabul görmesini sağlaması ile mümkündür. Felsefenin
radikal konumu tam da buna karşı etkin bir kavrayış gücü kazanmamızı sağlar. Bu
etkin kavrayış gücünü edinmek için çabalamak ise kudretini/gücünü arttırmakla
eş anlamlıdır Spinoza’da. Sevinçli duygulanımlar edinmenin de ötesinde,
Balanuye’nin ifadesiyle sevince dönüşmek de tam bu anlama gelir.
Spinoza’nın güç ve conatus kavramları etrafında politik
mücadele içindeki devrimcilerin kendi kendilerini güçsüz kılmalarının
sebeplerini de açıklıyor: “En kısa ifadesiyle varlıkları doğal güçlerinden
alıkoyan koşulları ortadan kaldırmak biçiminde tarif edilebilecek devrimcilik,
nasıl olmuşsa güçsüzlere duyulan bir gönüldaşlık, güçsüzlükle özdeşleşme,
güçsüzlüğe acıklı methiyeler düzmeye dönüşmüştü.”[15] Devrimci mücadele
tarzlarının yalnızca belirli eylem tiplerine odaklanmakla sınırlandırıldığı bir
devrimcilik türü için fazlasıyla doğru bir saptama. Belirli eylem tarzlarının
etkin bir şekilde toplumsal hareketlenmeyi motive edebilecek kudreti üretemediği
durumlarda bile, doğayı/toplumu kendi kanıksanmış açıklama biçimlerindeki bir
yetersizlikle değil de iktidarın çok güçlü oluşuyla açıklamaya devam etmenin
birçok devrimciyi melankoliye veya daha da etkisiz mücadele tarzlarına
sürüklemesi, bu noktada kaçınılmaz hale gelmiştir.
Etkin bir güce dönüşmek, insanın dünya ve kendine dair
kavrayışına ket vuran varsayımlardan kurtulmasıyla eş zamanlı olarak, varlığın
capcanlı ve dinamik kavranışını da beraberinde getirir. Dünya, artık olmuş
bitmiş şeylerle dolu bir yer değildir. Düşünmek, farklılaşarak olagelen, hiçbir
zaman tamamlanmayan bir oluşun kavranışı çabası halini alır. Etkin bir güce
dönüşmek, yaşamın her düzeyde olageldiği şekliyle süren çeşitlenişinin bir
kavranışı ve kendi var kalma çabamızı çeşitlendirerek sürdürme uğraşı haline
gelmek şeklinde anlaşılır, Spinozacı bakış açısından. Balanuye’nin bize en
anlaşılır ve gündelik hayatın içinden kavranılır örneklerle anlatmaya çalıştığı
şey de budur: Yaşam, kafalarımızda önceden tasarladığımız ya da bizlere belletilmiş
yaşam ideallerine göre yaşanamaz. Bu, mutsuz ve tabi bir varlık olmanın
garantili yoludur. Kendini etkin bir varlığa dönüştürmek, kendi var kalma
çabasını, ön görülebilir bir sonuca gitmeye çabalamaksızın, çeşitlendirmekten
geçer. Balanuye’nin kitap boyunca haklı olarak sürekli vurguladığı ve bence
siyasal Spinoza yorumlarında ihmal edilen nokta ise, Spinoza etiğinin tam da
gündelik hayatta etkin bir güce dönüşme problemi ile uğraşmasıdır. Etkin bir
güce ulaşmak, insanın, Doğa/Tanrı’dan türeyen bir varlık olduğunu kavrayan
fikirlerle donanmasından geçer.
Spinoza’nın etik düşüncesi ile politik düşüncesi arasında
tam bir tutarlılık ve süreklilik vardır. Spinoza’nın politik düşüncesi,
insanların eyleme kudretlerini baskılamayacak bir toplumsal düzenin kurulmasına
hasredilmiştir. Herhangi bir bireyin ya da grubun toplumun üstünde nihai egemen
güç haline gelmemesini teminat altına alabilecek bir demokrasi fikrini
temellendirir. Bugünün terimleri ile okursak, Spinoza’nın bir devlet teorisi
ortaya koyduğunu ve yurttaşların en açık şekilde ifade ve örgütlenme
özgürlüklerini garanti altına alan bir anayasal sistemi en iyi devlet modeli
olarak önerdiğini düşünmek mümkündür. Balanuye, Spinoza’nın politik teorisinin
ana çizgileri üzerinde dururken, denilebilir ki kitabının asli uğraşısı
olmadığı için ya da bu konuyu işleyen birçok başka çalışma[16] bulunduğu için
bu gibi ikincil çalışmalara dair uzun bir tartışmaya girmeksizin Spinoza’daki
devlet ve demokrasi teorisinin ana hatlarını ortaya koyuyor. Spinoza’nın
felsefesinin özgürlükçü içerimlerinin çok belirgin olmasına kıyasla, onun
siyasal teorisinin içerimleri biraz daha açık uçlu bir konudur. En azından
Spinoza’nın bir devlet ve toplumsal sözleşme teorisi ortaya koymuş olması, onun
bugün kabul ettiğimiz anlamıyla bir parlamenter temsili hükümet mi, yoksa
doğrudan demokrasiyi ya da katılımcı demokrasiyi içeren bir anayasal cumhuriyet
mi önerdiği konusunu tartışmaya açık bırakır. Bu verimli tartışmadan,
günümüzde, özellikle otonomist Marksistler, özyönetimci komünist bir doğrudan
demokrasi modeli çıkartmaya eğilimlidir.[17]
Spinoza’da siyaset teorisinin taşıdığı görece belirsizlik,
bu bölümün nispeten kısa kalmasına yol açıyor gibi. Ancak bunu kitabın bir
zayıf noktası olarak görmemek gerek. Spinoza’nın siyasal teorisinin bugüne
yönelik çok açık bir model içermemesi gerçekten sorun oluşturmaz. Dinler başta,
her türlü aşkıncı ideolojiyi reddeden radikal materyalist tutumuyla ve bireyin
özerk ve aynı zamanda topluluğun ortak yararına katılım gösterecek şekilde
varoluşunu öne çıkaran bir etik ortaya koymakta olan bir filozofun gündelik
hayata dair pratik bir okuması, radikal sonuçlar verir. Spinoza’nın bugünün
devletçi, liberal ve bürokratik baskıcı toplumuna onay vererek okunması, pek de
mümkün değil.
Problem odaklı, oldukça nitelikli popüler felsefe
kitaplarının giderek çoğaldığı bir zamanda, Çetin Balanuye’nin kitabı,
Spinoza’yı, gündelik hayatta devrimin referans noktalarından birisi olarak ve
psişik özgürleşme ile siyasal özgürleşmenin birbirinden ayrılmazlığını
göstererek sunduğu için önemli.
Entelektüel varoluşlarımızın dahi aşkıncı varsayımlardan,
pasifleştirici duygulanımlardan uzaklaşmamıza yeterli olmadığı, Spinoza
okurlarının bile kalıplaşmış söylemlerle Spinoza’yı dondururken akışkan, daimi
oluş halindeki bir hayata açılma becerisi gösteremez olabildiği bir siyasal kültür
ortamında, bize gerekli olan felsefenin birincil işlevi, yaşam içinde aktif bir
kavrayış gücü geliştirmek olmalı.
İlk yayınlanma tarihi:
Notlar:
[1]Bir önceki kitabı: ÇetinBalanuye, Spinoza: Bir Hakikat
İfadesi, Say Yayınları, İstanbul: 2012.
[2] Kemal İnal (der.), Gezi, İsyan, Özgürlük Sokağın
Şenlikli Muhalefeti, Ayrıntı Yayınları, 2013.
[3] Makale’nin ilk versiyonuna T24’ten ulaşılabiliyor:
http://t24.com.tr/haber/cetin-balanuye-yazdi-demokrasi-cokluk-ve-sozlesme-diren-turkiye,232573
[4] Gezi isyanı üzerine Spinoza’nın etiğini, duygular
teorisini, siyasal felsefesini işe koşan bazısı sıcağı sıcağına yazılmış başka
değerli yazılar da var: Ahmet Ergenç, “Kahkaha, Gelotofobi ve Direniş”
http://bianet.org/bianet/toplum/147329-kahkaha-gelotofobi-ve-direnis; Onur
Eylül Kara,“Gezi Direnişi: Etik ve Etoloji”
http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/801/gezi-direnisi-etik-ve-etoloji#.WKZLsjuLTIU;Nazile
Kalaycı, Hakikat Kavgası: Bir Parrhesia Olarak Gezi Parkı,
http://www.e-skop.com/skopbulten/hakikat-kavgasi-bir-parrhesia-olarak-gezi-parki/1407;
Haluk Sunat, “Gezi / 17 Aralık vak’aları: Demokratik eylemlilik ve Spinoza”
http://t24.com.tr/haber/gezi-17-aralik-vakalari-demokratik-eylemlilik-ve-spinoza,250323.
[5] Gezi’den önceki süreçte özellikle 2011’de ortaya çıkan
benzer toplumsal hareketlerden birisi de ABD’de ve İspanya’da gerçekleşen
meydan işgal hareketleriydi, bu hareketlerin talep ettiği ve kendi örgütlenme
biçimlerinde somutlaştırdığı siyaset biçimleri hakkında bkz.: Michael Hardt ve
Antonio Negri, Duyuru, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yayınları, 2012; W.J.T.
Mitchell, Berard E. Harcourt ve Michael Taussig, İşgal Et – İtaatsizlik Üzerine
Üç Tez, çev. Elif Ersavcı, Kolektif Kitap, 2013; Manuel Castells, İsyan ve Umut
Ağları, İnternet Çağında Toplumsal Hareketler, çev. Ebru Kılıç, Koç
Üniversitesi Yayınları, 2013.
[6] Bu topluluğun, web sayfasının ve mail listesinin
Türkiye’deki entelektüel dünyaya etkileri mutlaka en azından kurucuları
ağzından bir belgesele ya da tez çalışmasına konu olmalı. Kendi ağzından kısa
hikayesi için: http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?hakkimizda
[7]http://autonomedia.org,
https://bookstore.autonomedia.org,
[8] Pierre Hadot, Ruhani Araştırmalar ve Antik Felsefe, çev.
Kübra Gürkan, Pinhan Yayınları, İstanbul: 2012, sf. 243-254.
[9] Alıntıyı Hadot’un kitabı yerine doğrudan, Ethica’nın
Türkçe çevirisinden yapıyorum. Benedictus De Spinoza, Ethica, çev. Çiğdem
Dürüşken, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2012, s. 362.
[10] Spinoza söz konusu olduğunda özellikle nörobilimcilerin
keşiflerine dikkat etmek çok önemli bir açılım oluyor. Dünyanın en önemli
nörobilimcilerinden birisi olan Damasio’nun çalışmalarındaki Spinozacı yaklaşım
için bkz. Antonio Damasio, Descartes’in Yanılgısı, Duygu Akıl ve İnsan Beyni,
çev. Bahar Atlamaz, Varlık Yayınları, 1999; Looking for Spinoza, Joy, Sorrow
and the Feeling Brain, Harcourt Books, 2003.
[11] Balanuye’nin kitapta verdiği kaynaklara ek olarak
özellikle özgür irade fikrinin eleştirisi için şu nöropsikoloji çalışmasına da
bakılabilir: Bruce Hood, Benlik Yanılsaması Sosyal Beyin Kimliği Nasıl
Oluşturur, çev. Eyüphan Özdemir, Ayıntı yayınları, 2014.
[12] Balanuye, sf. 72.
[13] Balanuye, sf. 83.
[14] Balanuye, sf. 90.
[15] Balanuye, sf. 95.
[16] Spinoza’nın özellikle siyaset teorisi için Cemal Bali
Akal, Reyda Ergün, Antonio Negri, Etienne Balibar, Filippo Del Lucchese gibi
yazarların çalışmalarına bakılabilir.
[17] Antonio Negri, Aykırı Spinoza, çev. Nurfer Çelebioğlu,
Eylem Canaslan, Otonom Yayınları, 2012.