20 Aralık 2013 Cuma

Evet, Erkekler de Yapabilir!




Yukarıdaki foroğrafı ilk gördüğümde epeyce güldüm, dilerseniz bu fotoğrafın alt mesajına “erkekteki meme haseti” adını da verebilirsiniz. J Kadınların doğurganlık özelliklerinin onların çocukları büyütmek için de özel bir yaradılışa sahip oldukları anlamına geldiği düşüncesinin, kadını ev içine çivileyen bir toplumsal tahakküm eğiliminin gerekçesi kılındığı bir toplumda, kadınların bu yetisi karşısında dehşete kapılan kimi erkeklerin böylesi bir hasedi olabilirdi sahiden. Şaka bir yana bu resme bakınca bunu anlamıyorum. Daha çok, “ya evet, ben de bu bebeğin bakımını verme konusunda bir şeyler yapabilirim, televizyon kumandasına komutanlık eden bir erkek olmak yerine bir takım işlerin ucundan tutabilirim” diyebilen, hatta bundan daha fazlasını diyebilen yeni bir eğilimin komik bir ifadesi. “Biz içine hapsedildiğimiz erkeklik rollerine mahkum değiliz! Ortak yaşamın bütün sorumlululuklarını yerine getirebilir, anneliği de bir cinsiyet rolü olmaktan çıkartıp ebeveynliği eşitlikçi bir şekilde yeniden düzenleyebiliriz.” diyebilen bir yeni yaklaşımın mesajı var bu resimde bana kalırsa. ‘İyi’ ebeveynliği, ‘iyi’ bir baba olmayı çocuklarıyla iyi oynayan bir adam olmaya indirgemekten çıkıp, bugüne kadar sadece kadınların alanına ait olduğu sanılan konulara erkeklerin de dahil olabileceği, hatta biraz öteye giderse, aslında bu alanların zaten kadınlara ait olmadığı, bilakis kadınların bu alanlara hapsedildiği gerçeğini idrak etmeye dair bir işaret! Zira kadınlık herşeyden önce anne olma kapasitesi ile tanımlanır ve kadınların evdeki görünmeyen emeğinin sömürüsü böylelikle doğallaştırılır. Bu ilişki biçimi nasıl yıkılır peki? Bu yazıda uzun uzadıya ‘cinsiyetcilikten özgürleşme devriminin ulu reçetesini’ sıralamaya kalkışacak değilim. Daha basit bir şey anlatmak istiyorum: Erkekler de yapabilirler!
Bir dönemin feminizminin temel meseleleri arasında, kadınlara kapatılmış olan alanlara -siyaset, bilim, sanat, spor, çeşitli meslekler, toplumsal konular vs.- kadınların da girebileceğini ortaya koyabilmekti. Feminist düşünce toplumsal cisniyet temelli bu işbölümünün kurduğu kavramları ve değer yargılarını çok güçlü bir şekilde yerinden oynattı, ve bugün kadın hareketlerinin de gücüyle toplumsal sistemin içinde her alanda erk kazanan kadınlar, gittikçe yaygınlaşan bir oranda yer alıyorlar ve eşit temsil istiyorlar. Öte yandan 1970’lerden itibaren, İngiltere’de bir harekete dönüşen sonradan profeminist olarak da anlandırılacak, cinsiyetçilik / patriyarka karşıtı erkek gruplarında bilinç yükseltme çalışmalarının yanı sıra, kadınların sosyal hayata, politik mücadeleye katılımının önündeki en büyük engel olan ev işi tahakkümünün azaltılması, bir zorunluluk olmaktan çıkartılması için, erkeklerin bu alana daha fazla dahil olması gerektiğini ortaya koyan bir yaklaşım ve hareket gelişmeye başladı. Bu yaklaşımla eş zamanlı olarak günümüzde ebeveynlik ve çekirdek aile yapısı çok ciddi bir değişim geçiriyor. Artık erkekler sadece ev işlerine “yardım” etme lütfunda bulunmakla kalmıyor. Ev içindeki emeğin cinsiyeçti işbölümüne karşı çıkan erkekler de çoğalıyor.
Ancak bu işbölümünün giderilmesinin en netameli olduğu alan yine de bebek/çocuk büyütme konusudur. En radikal muhalif çevrelerdekiler de dahil olmak üzere erkeklerin çoğu teoride değilse de pratikte hâlâ kadınlık/ annelik konusunda bazı eski kafalı değer yargılarından ve bu işlere uzaklıktan çıkabilmiş değiller. Fakat her türlü kültürel dirence rağmen bu durum değişiyor. Bazı erkekler kadınlığa özgü kabul edilen bir çok uğraşın aslında böyle olmadığını keşfetmeye ve anne / baba cinsiyet rol ayrımının yol açtığı eşitsizliğe karşı koymaya başlıyorlar. Evin içinde sadece partneri bebek emzirirken, ortalığı temizleyip toz alan “iyi eş, iyi baba” modelinin eşitliği kurmakta yetersiz olduğu görülmeye başlandı. Hâlâ sokaklarda bebeklerini besleyen, altlarını değiştiren adamlara rastlamak nadir olmasına rağmen, yukarıdaki esprili resimde olduğu gibi, bakım sorumluluğunu bütünüyle eşitlikçi bir şekilde üstlenmeye çaba sarfeden, eli yatkın, becerikli, çok ilgili bir yeni nesil erkek ebeveyn (artık buna klasik anlamda ‘baba’ demek bile sorunlu geliyor bana) örneği oluşmaya başladı.
Cinsiyet eşitliğinin ev içinde sağlanması için bence en önemli başlama noktası erkeklerin, “bunu ben de yapabilir miyim?” sorusunu sormaktan bir sonraki adıma geçmek, tüm bu işleri üstlenerek pratiğe geçmek. Tabi ki eril bir rekabet saplantısına kapılmadan! Çocuk bakımı konusunda da, bazen yemek pişirme konusunda olduğu gibi ukalalıktan vaz geçemeyen erkeklerin üstünlük gösterme saplantısına kapılmadan. Özellikle annelerin yazıp çizdiklerinden öğrendiğim şikayetlerden birisi, çocuk bakım işinin sorumluluğunu yeterince üstlenmediği ve yükü eşitlemediği halde, çok bilen ve kadınlara çocuklara yaklaşım konusunda bolca pedagojik tavsiyelerde bulunup kadınlara eleştiri yapan bir eğitimli erkek modelinin varlığı.
Resimdeki espriye dönecek olursak, öncelikle emzirme duygusunu yaşamak ya da bebeği beslemek isteyen erkekler için daha gerçekçi alternatifler mevcut: protez meme, göğüs pompası ile sağılmış ve saklanmış anne sütünün biberon yoluyla içirilmesi veya devam sütü ve benzeri, ama teknik ayrıntıları bir yana bırakalım, öğrenmek isteyen bulur. J Zaten bu esprili görselin verdiği mesaj bence bir kadının yapabildiği herşeyi erkeklerin de eksiksiz yapmaya yeltenmesi değil belli ki. Bir kadının yapabildiği gibi erkeklerin de yapabilmesi mümkün olan herşeyi devralmak, bebeğin / çocuğun her türlü bakım sorumluluğunu eşitlikçi şekilde üstlenmek, paylaşmak olarak anlıyorum bunu. J

Bunu bebeklik aşamasından çocuğun büyümesine ve erişkin olmasına kadar her aşamada devam edecek bir pratik sorumluluk olarak görebiliriz. Yani kendimizi resimdeki gibi erken bebeklik evresiyle sınırlamamamız gerekiyor. Zira bir bebek dünyaya geldiğinde ilgimizin sevgimizin odak noktası oluverir ve onunla ilgilenmek çok zevklidir filan ama, “bakın ben ne iyi babayım çocuğuma biberonla mama yediriyorum” demekten daha fazlasını yapmaya gelince bir sürü erkeğin yelkenlerinin suya indiğini de biliyoruz. Sonrasında çocuğuyla oyun oynadığında yapması gereken herşeyi yaptığını düşünüyor bu adamlar.
Beni çok güldüren bir konu da uçak mühendisi bir arkadaşımın altı aylık bebeğini bezlemek hakkında, “ben onu yapamıyorum, ben yapınca mutlaka bir yerinden kaçırıyor” diye gülümseyerek anlatmasıydı J Başka bir uçak mühendisi arkadaş da yemek yapmayı beceremediğinden dem vuruyordu J “Be adamlar uçak mühendisi olmayı beceriyorsunuz ama el becerisi konusunda kendinizi geliştiremiyorsunuz” demek geliyor içimden, demeden kalıyorum, çok kolay alınıyorlar bu bizim eğitimli erkekler! Oh burada dedim en azından J
Velhasıl emzirmekten başka, 5-6 aylıktan itibaren bu bebek meyve püresi yiyecek, sebze çorbası içecek, kahvaltıya başlayacak, başlayacak vs. vs. Bunlar nasıl hazırlanır, nasıl yedirilir, bir yaşına yaklaşan bir bebeğe kendi yemek yemesi nasıl öğretilir? Nasıl yıkanır, nasıl giydirilir, nasıl uyutulur, buyüyen bir çocukla iletişim nasıl kurulur, onunla nasıl oyunlar oynanır gibi çocuğun yaşıyla birlitke giderek çoğalan bir meseleler dizisi uç uca eklenir. Erkekler genelde bu işlerin en ev dışı olanlarıyla ilginir de ev içi olanlarıyla ilgilenmeyi daha çok kadınlara bırakırlar yaygın olarak. Oysa bunların hepsi kadın-erkek fark etmez zaman içinde öğrenilebilen işler. Yani bu işlerin hiçbirisi, kadınlar için de doğuştan gelen yetiler değil, bir çok kadın benden daha iyi bilir ki kendi memesiyle bebeğini emzirmek bile öğrenilen bir şey.
O yüzden benim basit sloganım şu: Tüm bu ev içi işleri, ebeveynliğin gerektirdiği herşeyi, yapmak-öğrenmek isteyen yapar. Yani bütün eksiğimiz meme vermekti de onu mu talep ediyoruz, bırakalım o da rahmi ve memesi olanların kalsın da diyebilirim. Misal kadın bebeği emziriyor, ey baba sen bunu belki yapamazsın, ama yine de diğer besleme ihtiyaçlarını karşılaman önünde engel yok. Ayrıca hamilelik ve lohusa aşamasındaki bir kadının fevkalade özen gerektiren bakımını bizzat o kadına sen verebilirsin! Bu dönemde yapabileceklerin sadece aşeren kadına gecenin bir yarısı istediği şeyi bulup getirmek ve torbaları taşımakla sınırlı olmadığını da artık anladın. Bebeğin emzirilmesinden sonra gazını çıkarıp, uyutabilirsin pekala. Bebek gece uyandığında kalkıp yanına gidip bakabilirsin, ihtiyaçlarını anlayabilirsin, altını değiştirebilirsin. Verdiği sinyalleri, ağlama ses tonundan ve ağlama şeklinden o sıradaki derdinin ne olduğunu sana ne anlatmaya çalıştığını öğrenebilirsin. Hastlıklarında nasıl davranmak gerektiğini öğrenebilirsin. Bunların hepsi çocukla kurulan duygusal bağ ve sorumluluk duygusunun eşliğinde gelişen, kazanılan becerilerdir ve bunun için hiçkimsenin özel bir yatkınlığı olması gerekmez, zaten yoktur. Kısaca yavruyu doğurmak ve kendi memenle emzirmek dışındaki herşeyi, HERŞEYİ yapabilirsin. Bunun için kendi zihnindekiler haricinde hiçbir engel ya da yetersizlik söz konusu değil erkekler açısından. Bunları yapabilmek için kadın ya da erkek olmak zorunlu değildir. Hatta biyolojik olarak anne ya da biyolojik olarak baba olmak da zorunlu değildir. Biyolojik ebeveynlik bebeğin dünyaya gelmesine sebep olmakla sınırlı bir pratiktir. Ebeveynlik ise çocuğun dünyaya hazırlanması için gerekenleri öğrenmek ve onu hayata hazırlayan kişi olmak demektir. ‘Annelik içgüdüsü’ üstüne söylenenlerin, erkek egemen sistemin kadınlar üstündeki tahakkümlerini sürdürmek için bugünün dünyasında devam ettirilen bir mit olduğunu hâlâ anlamadık mı? Kadın ya da erkek, kim bir çocuk doğmadan evvel çocukla nasıl yaşanır, onun ihtiyaçları nasıl karşılanır biliyor ki? Bu pratik sadece ve sadece tecrübe ile edinilir: Bir insan yavrusunun hayatta kalması ve sosyal hayata hazırlanması için gerekenleri yapmak yönündeki sezgiler, ortak tecrübenin aktarımı ve bilgi yoluyla.

"Anne" ya da "Baba" doğulmaz, "Anne" veya "Baba" olunur. Hatta bunu ikili cinsiyet ve biyolojik determinizmden de çıkaralım: Ebeveynlik ortak bir yaşam pratiğidir, isteyen herkes bunu öğrenebilir. Bakılması gereken çocuğun biyolojik ebeveyni olmak gerekmez. Her çocuk onun ihtiyaçlarını karşılayan ve duygusal gelişimi için ona destek olanları benimser, onlarla derin duygusal bağlar kurar. Bu bakımı sağlayan kişilerin adının Anne / Baba olması da zorunlu değildir. Çocuklar bizler kadar yapılandırılmış kalıplarla hayata bakmazlar, onları bu kalıplara sonradan bizler sokarız. Bu yüzden çocuk bakımı konusunda iki kişilik, heteroseksüel çekirdek ailenin ürettiği Anne ve Baba rollerinin dar sınırlarına hapsolmak gerekmez.

Evet, erkekler de yapabilir! 

http://uzuncorap.com/2013/12/20/evet-erkekler-de-yapabilir/ 

5 Aralık 2013 Perşembe

“Çocuklar siyasi tutuklulardır”

“Çocuklar siyasi tutuklulardır”[i]
Kürşad Kızıltuğ

Önce sıradan bir üçüncü sayfa haberi okuduk: Harun adlı bir genç erkek, annesiyle tartıştığı sırada öfkelenip bir pencere camını kırmış ancak talihsizlik sonucu kırılan cam kazara kendi ölümüne yol açmıştı. Sonu Harun’un ölümüne varan anne oğul-tartışması Harun’un boynundaki ateşli bir öpüşmeden kalan morluk yüzünden çıkmıştı. Ayşe Arman’ın 27 ve 28 Kasım tarihinde Hürriyet gazetesindeki köşesinde yaptığı iki röportajda, Harun’un sevgilisi olan kadın ve Harun’un ablası olayı iki farklı pencereden görmemizi sağladı. Gencecik bir kadın, sürtük olmakla suçlanıyor ve sevgilisi’nin ölümüne üzülmesi bile çok görülüp hakaretleri savuşturabilmek için kendisini savunmak zorunda kalıyordu. Yaptığının masumiyetini anlatmak zorunda kalıyordu. Diğer tarafta ise egemenin suretinde konuşan anne ve abla, Harun’un ölümünün bütün suçunu neredeyse kadına yüklemek istercesine ona saldırmışlar, hakaret etmişler, oysa kendi baskıcı ahlak anlayışlarının bu ölümde payı olabileceğine dair en küçük bir içebakış belirtisi göstermemişlerdi. Ölenin yasını tuttukları esnada bile egemen ahlak değerlerinin bekçiliğini yaparak bozulan düzeni yeniden kurmaya, bir suçlu bulmaya ve onu yaftalamaya çalışıyorlardı.
Sosyal medyada ve benzeri internet ortamlarında çok fazla tartışılan bu konuda hemen herkes Harun’un talihsiz ölümüne üzülürken, sıradan bir hezeyanın yol açtığı talihsiz bir kaza olmanın ötesinde hayati bir meselenin, çok daha büyük bir bütünün parçası olduğunun farkında. Harun’un annesinin oğluna abartılı bağlılık duymasının ve onun üzerinde baskıcı bir kontrol sahibi olma çabasının ölüme sebep olduğunu, hatta annenin ruh hastası olabileceğini söyleyenler oldu.
Bu ölüme sebep olan zincirin, genç kadın ve erkekleri, çocukları, evli ya da kendi başına yaşayan kadın ve erkekleri, standart evlilik kurumu dışında hayatlar yaşamayı tercih etmiş bireyleri, heteroseksüel ilişkilerin dışında kalanları ağır bir cendereye sokan baskıcı ahlak değerleri ve bunlara hukuki boyutlar kazandırmaya çalışan muhafazakâr hegemnya olduğu noktasından bakamazsak olayı sadece münferit düzeyde açıklamak zorunda kalırız. Oysa Ayşe Arman’ın 28 kasım tarihli röportajını pür dikkat tekrar okuduğumda aklıma ilk olarak şu kelime geliyor: çoğunluk!
Tüm bunlar bir tür ‘kahverengi veba’nın yayılmakta olduğunu, kadınların, transların, eşcinsellerin, çocukların canlarını almaya, hayatlarını söndürmeye  ya da bir tür sosyal kontrol düzeni altında ezmeye yol açan muhafazakar ahlakçı hegemonya ile bu gencin ölümü arasında bir bağlantı olduğunu düşündürüyor: Her yerinden sapır sapır dökülen ama hâlâ kusursuz evrensel bir ideal olarak gösterilip herkese dayatılan çekirdek aile idealinin etrafındaki ataerkil ahlaki değerleri, gündelik hayatta herkesi birbirinin ahlak polisi, savcısı, gardiyanı, celladı olarak davranmak zorunda bırakıyor. Sıradan bir aile draması olarak yaşanan benzer her gündelik olayda, hatta olaysız geçen her günümüzde bu toplumsal yapının -ailenin- nasıl kabusa benzer bir tahakküm sistemi olduğunu yeniden görebilecek fırsatı buluyoruz. Harun’un ölümü ve Ferzan’ın yaşadıkları biraz daha sembolik bir boyut kazanmış durumda. Sanki modern aile idealinin kurallarının bir anlığına bile dışına çıkanların nasıl cezalandırılacağının trajik bir temsili gibi.
Öyle bir olay ki tek bir örnekte bile, mikro ölçekte bütün hayatı yönetmeye yarayan bir sosyal kontrol politikası olarak işleyen “aile politikaları”nın, hükümetin büyük ölçekli siyasi hedefleriyle ne kadar doğrudan ilişkili olduğunu da açığa çıkarıyor. Öğrenciyken evlenenlere maddi devlet teşviki, yargıya müdahale etmek suretiyle boşanmaların azaltılmasına yönelik girişimler, aile olarak yaşamanın teşvik edilmesi, aileye dayalı kültürel değerlerin yüceltilmesi, aile modeli dışında yaşanan hayatlara yönelik saldırgan bir dil, bakanlık isimlerinden “kadın” sözcüğünün çıkarılması, her tür muhalif hareketin aynı zamanda ahlakçı kodlarla da hedef alınması ve gözden düşürülmeye çalışılması, sürekli yinelenen üç çocuk teşviki, kürtajı yasaklamaya kalkışıp onu beceremeyince de bu kez hastanelere baskı yapıp el altından engellemeye çalışmak, kadınların kendi bedenleri üzerindeki tasarruflarını geriletmek üzere nasıl doğum yapacağına bile karışan bir Başbakan. Sahi, Harun’un ablasının sözleriyle Başbakan’ın sözleri arasındaki benzerliği herkes görebiliyor değil mi? Zaten ondan bir iki gün önce de annesi, Harun’un sevgilisinin facebook duvarına başbakana şikayet edeceğim diye yazmamış mıydı?
Tüm toplumsal kontrol mekanizmalarının yaşamımızda karşılaştığımız ilki olan aile sonraki yaşamımızda, toplumsal sisteme uyumlu birer birey olmak için edinmemiz gereken tüm itaat değerlerinin kişiliğimize işlendiği bir kurum olarak iş görüyor. Anti-psikiyatri akımının önde gelen temsilcisi David Cooper modern aile kurumunu tepeden tırnağa tartışmaya açtığı, 1968’deki devrimci dalganın bütün özelliklerini tarşıyan 1972 tarihli Ailenin Ölümü isimli kitabında şunu söylüyor: “Ailenin gücü, toplumsal aracılık işlevinden gelir. Aile, her toplumsal kuruma hayli denetlenebilir bir tarzda örnek olarak, bütün sömüren toplumlarda yönetici sınıfın etkin iktidarını pekiştirmektedir. Bu nedenle ailenin biçiminin, fabrikada, sendikada, okulda, (ilk ve ortaöğretim), üniversitede, iş kuruluşunda, kilisede, siyasal partilerde, hükümet aygıtında, silahlı kuvvetlerde, genel hastaneler ve akıl hastanelerinde varolan toplumsal yapıda kopya edildiğini görürüz. İyi ya da kötü, sevilen ya da nefret edilen “anneler” ve “babalar”, büyük ya da küçük “erkek kardeşler” ve “kız kardeşler”, hükümsüz ya da çaktırmadan denetleyen “büyük anneler” ve “büyük babalar” her zaman vardır.[ii]
Aile öyle bir kontrol mekanizması ki herkese rolünü baştan biçiyor ve ömür boyu o rolün değişen aşamalarını icra etmek kalıyor size. Bunun dışına çıkarsanız ya da çıktığınız en azından görülürse kınama, yargılama, aşağılama, dışlama, cezalandırma ve yeniden hizaya çekilip rolünüze döndürülme mekanizmaları devreye giriyor. Bu mekanizmanın asli unsuru kadınlara biçilen annelik rolü. Bir kadın yalnızca annelik kimliğini çocukluğundan itabaren içselleştirip, ona göre oyunlar oynayıp, evlenmeyi bekleyip sonra da sorgusuz sualsiz bu rolün gereklerini yerine getiren bir ev kölesine dönüştüğü zaman ideal kadın olur. Bunun dışına çıkma girişimleri, eskaza kendi duygularına ve aklına göre yaşama arzusunu bırakın yaşamak, ifade etmesi bile en ağır cezalara ya da yaptırımlara maruz kalmasına yol açabilir.  Anneliğin yüklediği en ağır yüklere isyan etmeyi engellemek için bu rol tümüyle doğallaştırılır ve kutsallaştırılır. Kadınlara anne olmaktan başka bir varoluş alanı tanınmaz. Cinsiyetçi tahakküm sisteminde kadınların onaylanmak için anneliğe sarılması bundan kaynaklanıyor. Bu yüzden annelikle olan bu özdeşleşme, beraberinde çocuklara karşı aşırı bir kontrol ve duygusal bağımlılık haline geliyor ve çocuklarını da kendilerine bağımlı kılmak istiyorlar. Bu kadınların hiç de kendi lehlerine olmayan bu durumu, zorunluluk altında içselleştirdiklerini düşünüyorum. Yani aşırı baskıcı bir cinsel tahakküm altında, kadına nefes alacak hiçbir alanın bırakılmadığı bir yaşantı içinde, duygusal doyum sağlayabilecek tek uğraş çocuklar oluyor kadınlar için. Harun’un annesinin yaşadığı durumun aşağı yukarı bu aşırı özdeşleşmeden kaynaklanan bir duygusal bağımlılığın yarattığı hezeyan olduğunu düşünmek için ruhbilimci olmaya pek de gerek olduğunu sanmıyorum. Hem annenin hem de, kız arkadaşının beyanlarından, Harun’un içine hapsolduğu boğucu aile ortamından kaçmaya / çıkmaya nefes almaya çalışan zor bir durumda olduğunu anlayabiliyoruz. Ancak annesinin ve ablasının erkek egemen mantığı fazlasıyla içselleştirmiş, onun arzularını deneylemeye çalışan birer despota dönüştüklerini de görebiliyoruz. Kadınlar toplumsal yapının her alanında güçsüz bırakıldıkları, güçlenmeye çalışmalarının bedelini her zaman erkek rakiplerinden daha fazla emek sarfederek, daha büyük duygusal baskıları savuşturmaya çalışarak varolma mücadelesi verdikleri için, çoğu zaman evden burnunu bile çıkaramayan kadınların kendilerini güçlü hissedebildikleri tek alan annelik oluyor. Harun’un babasının erken ölmüş olduğu bilgisi, anneliğin babanın rolüyle de birleştiğinde nasıl bir despotizme dönüşebileceğine dair çok fazla şey söylüyor bize. Çocukla özdeşleşen ebevevnler, hayatın yol açtığı mutsuzluğu, hayat mücadelesinin zorluklarını, kendi hayal kırıklıklarını aşmak icin tüm duygusal yatırımlarını çocuklara yapıyorlar. Harun’un annesinin trajedisi de pek çok kadında olduğu gibi, çocukları tatmin için kullanan son derece yaygın bir ebeveyn modelinin talihsiz bir sonucundan başka bir şey değil. Kadınlar özellikle de anneyseler, içine kapatıldıkları ahlâk zindanında bedenlerine ve duygularına tamamen yabancılaşıyorlar. Ablanın cinsellik, aşk, ve benzeri konularda despotun dilini tümüyle içselleştirmiş üslubu, neredeyse otoriter bir baba gibi konuşması, hatta başbakan’a özenen konuşması iki genç insanın arzularını yaşamalarındaki masumiyetin ve doğallıın karşısındaki hoyratlığı, aslında onun kendi hayatında belki de tümüyle unuttuğu, safi göreve dönüşmüş, artık yabancı hale gelmiş bir yaşantıya  -cinselliğe- duyduğu kinin, nefretin dışavurumu gibi. Bu kadar indirgenmiş bir varoluş içindeki kadın ya da erkek ebeveynler, kendi arzularını ortaya koyamadıklarında, ev kadınına / anneye ya da aile babasına indirgenmiş bu kadın ve erkekler çocuklarını duygusal olarak sömürebiliyor, onları kendi arzularının cisimleşeceği bir sahnenin oyuncuları haline getirmeye kalkışabiliyorlar. Buradaki aşırı duygusal yatırıma aileler sevgi adını verebiliyorlar, ancak bu bir ‘sevgiyse’ eğer karşısındaki daimi olarak kendisine bağımlı kılmak isteyen, onun bireyselleşmesini ve kendisinden ayrışmasını, başka bir insan olmasını kabullenemeyen canavarca bir sevgi olmalı.
Bu olayı ne kadar tartışsak az, ancak burada tek başına bir kusurlu özne, bir ruh hastası bulmaya çalışmak işin kolayına kaçmak olur. Geleneksel aile modeline ve ahlak değerlerine bağlı her örnekte,  çocuklar üstüne kurulan egemenlik onların da bu rolleri olduğu gibi üstlenmeleri ve bu toplumsal kontrol sistemini kusursuzca yeniden üretmeleridir. Harun’un ve Ferzan’ın kabahati, aslında belki de hiç sorgulamadıkları bu sosyal kontrol mekanizmasını, sırf doğal dürtüleri ve arzuları onları yakınlaştırdığı için farkında bile olmadan ihlal edecek bir falsolu hareket yapmış olmalarıdır. Eğer açığa çıkmasaydı belki onlar da bu düzenin içine çekilecek taze adaylar olacaktı. Ama açığa çıkması Harun’un ölümüne ve muhtemelen Ferzan’ın hayat boyu unutamayacağı bir travmaya dönüştü. Olayın başlangıçtaki sıradanlığına karşın sonunun trajikliği bir anda aile kurumunun herkes için nasıl bir tahakküm mekanizması olduğunu açığa çıkaran bir alamete dönüşüyor.
Fakat burada yine de Harun’u bir kurban olarak görmeye içim elvermiyor. Onu daha ziyade kendisini sarıp boğan bir aile hapishanesini çaktırmadan ihlal eden, buna boyun eğmek istemeyen, kendi arzularına göre davranmak isteyen, özgürlük arayışındaki bir genç olarak görmeyi tercih ediyorum. Tıpkı tüm toplumu kontrol etmek isteyen otoriter baba modeli despotu bir anda yerin dibine sokan Gezi isyanı gençliği gibi, belki talihsizlik onu aramızdan aldı, ama görünen o ki hem o hem de sevgilisi Ferzan boyun eğmemeyi tercih etmişlerdi.
İnsan özerkliğini yaşamının ilk yılında keşfetmez ve çocukluğundan daha sonraki dönemine özgü o keder anında da farketmezse, ya ergenlik çağının sonunda delirip çıkar, ya da ruhunu teslim edip normal bir vatandaş olur, ya da sonraki ilişkilerinde özgürlüğü bulma kavgası verir  …  İnsan ne olursa olsun günün birinde evini terk etmek zorundadır. Ne kadar erken terk ederse o kadar iyi olur heralde.[iii]


http://uzuncorap.com/2013/12/05/%E2%80%9Ccocuklar-siyasi-tutuklulardir%E2%80%9D/



[i] Gilles Deleuze
[ii] David Cooper, çev. Güzin Özkan, Ailenin Ölümü, Kıyı Yayınları, İstanbul: 1988, s. 12.
[iii] David Cooper, s. 21.


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...