Giriş
Kitle kavramı hemen her zaman nicelikle ilgili bir kavram olarak
kullanılır. Sözgelimi fizikteki anlamı bir maddenin şeklinden ve niteliğinden
bağımsız olarak sahip olduğu madde miktarıdır. Kökenini fizikten alan kitle
kavramı toplumda da hep bir sayısal çokluğu ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
Toplumu değiştirme ya da iktidarı ele geçirme amacını güden siyasal partiler
için “kitlesel destek bulmak” hayati bir sorundur. Lenin’in “Devrim kitlelerin
eseri olacaktır” sözü de aynı soruna işaret etmektedir. Burada olduğu gibi pek
çok başka kuramcı ve siyasetçi de kitle kavramını, iktidar sorunu açısından
olumlu yönden ele almıştır. Ancak buna ters yönde, sanayileşmiş modern
toplumları eleştiren bazı kuramcılar da kitleyi olumsuz bir niteleme olarak
kullanmış, “kitle toplumu” ve “kitle kültürü” kavramlarını ortaya atmış ve
geliştirmişlerdir.
Kitle toplumu eleştirmenlerinin hemen hepsi modern sanayi kapitalizminin
insanı tekbiçimlileştirdiğini görmüşlerdir. Bu öyle bir süreçtir ki insanları
bütün somut kişiliklerinden soymakta, soyut özgür vatandaş haline getirmekte,
kendi eylemlerinin sonucu olan bu toplum, onlara yabancı ve denetleyemedikleri
anlaşılmaz bir doğa gücü gibi görünmektedir. Marks ‘Yahudi Meselesi’nde şöyle
der: “Burjuva toplumunda insan, aslında profan nitelikte bir varlıktır. Burjuva
toplumunda insan, kendine ve başkalarına karşı sadece bir kişi, gerçek olmayan
bir fenomendir. Kişinin ancak kendi türünden kişilerin bir tanesi sayıldığı
devlet içinde muhayyel bir egemenlik zincirinin muhayyel bir halkası, kendi
kişisel hayatı elinden alınmış, gerçekliği olmayan bir genelliğe sokulmuş bir
nesnedir.”[1] Marks daha 1843 gibi çok erken bir tarihte bu olguyu saptamış ve
daha sonraki tüm eserlerinde geliştirmiştir.
En başta kitle kavramının maddenin niteliklerinden soyutlanmış bir nicelik
olduğunu belirtmiştik. Modern kapitalist toplumunda insan da tıpkı fiziksel bir
nesne gibi ölçülebilen, istenen kalıba sokulabilen, üzerinde işlem yapılabilen,
tüm insani niteliklerinden soyutlanmış bir nesne olarak ele alınıp maksimum kar
amacına göre programlanabilen bir varlık haline getirilmektedir. Bu durumu
gören bazı kuramcılar kitle toplumu ve kitle kültürü kavramını ortaya
atmışlardır.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarından başlayıp Avrupa ve Amerika’daki kültürel
değişimleri inceleyerek kitle toplumu kuramını ilk ortaya atanlar genellikle
kapitalizm ve demokrasi karşıtı olup çoğunlukla aristokrat kökenli veya
seçkinci kuramcılardır. Kitle toplumunun bu ilk kuramcıları ( Alexis de
Tocqueville, Friedrich Nietzsche, Oswald Spengler, Ortega y Gasset )
eserlerinde toplumu daha çok felsefi açıdan ele almışlar, ancak kitle
toplumunun bugünkü anlamda sosyolojik çözümlemesini yapmamışlardır. Alan
Swingewood “Kitle Kültürü Efsanesi” adlı kitabında kitle kültürü kuramının ortaya
çıkışını şöyle açıklıyor:
“Kitle toplumu kavramının tarihsel kökeni, dayanağı artık “halk” değil,
kitle kavramı olan modern sınıflı toplumun belirmesi için gerekli toplumsal,
siyasal ve ekonomik koşulları hazırlayan Batı Avrupa kapitalizminin On
dokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısındaki hızlı gelişimine bağlanır. Kitle
toplumunun ideal nitelikleri kapitalist işbölümünün gelişmesi, büyük çaplı
fabrika örgütlenmesi ve meta üretimi, nüfusun kentlerde yoğunlaşması, kentlerin
büyümesi, karar alma sürecinin merkezileşmesi, daha karmaşık ve evrensel
iletişim sistemleri ve oy hakkının işçi sınıfını da içine alacak biçimde
genişletilmesine dayanan kitlesel siyasal hareketlerin büyümesidir. Ama bu
“kitle” terimi, ideolojideki bir değişimi de ifade eder: bu yoğun ekonomik ve
toplumsal ilişkiler çözüldükçe, ortaya çıkan burjuva yönetici sınıf, tahakkümü
laik ve rasyonel idealler olan demokrasi, eşitlik ve maddi adalet dolayımıyla
meşrulaştırmaya çabalar. Kapitalizm, toplumsal ilişkileri kalıtsal
ayrıcalıklara ve katı güç ve statü hiyerarşisine dayanan tabakalaşma
sisteminden biçimsel eşitlikçilik sistemine doğru dönüştürür. Yeni baskın sınıf
hem feodal tabaka kalıntılarını (özellikle de aristokrasiyi) hem de doğmakta
olan proletaryayı otoritesine tabi kılmak istediği için “sınıf” kavramı rütbe
kavramının yerine geçer; akıl, geleneğe galip gelir. Yani “kitle terimi,
yükselen burjuvazinin modern kapitalist devlet içinde iktidarını
pekiştirmesinden önce toplumsal düşüncede ortaya çıkmıştır. Terim, aristokrasi
yanlısı ve kapitalizm karşıtı ideologlar tarafından ticaret ve endüstrinin
değer ve pratiklerine saldırılırken alçaltıcı bir anlam yüklenerek
kullanılmıştır.”[2]
Tutucu Kuramcılar
Alexis de Tocqueville’in “Amerika’da Demokrasi”[3] (1835-1840) adlı dört
ciltlik kitabı genellikle kitle toplumunun ilk sosyolojik eleştirisi olarak
kabul görür. 1831 yılında 10 ay süreyle Amerika’da bulunan Tocqueville, kitle
toplumunun tekbiçimlileştirici etkisini, tüketim kültürünü, burjuva
demokrasisinin yarattığı özgürlük yanılsamasını, geleneksel ilişkilerin
ve zümrelerin giderek çözülüp insanları kitlenin bir parçası haline getirişini
fark etmiştir. Modern toplumun artık kalıtsal ilkeler ve geleneksel bağlılık
ilişkileri tarafından değil, yaşamın her alanını kaplayan ve bireyselcilik,
materyalizm ve toplumsal istikrarsızlığı besleyen eşitlikçilik tarafından idare
edildiğini yazmaktadır. Burjuva toplumunun bir sosyalist muhalefeti de
doğurmakta olduğunu görmüş ve bundan da sanayi devrimini sorumlu tutmuştur.
Aristokratik bir toplum eleştirisi ortaya koyan Tocqueville, çoğunluğun
haklılığı ve doğru değerleri temsil eder sayılması ile kendisini ve kendi
çıkarlarını ilgilendiren konularda herkesin kendi ölçüsünü kendisinin
saptayabileceği inancı arasındaki çelişkiye dayanan toplumsal yaşam düzenlemesinin,
Amerika’nın temel özelliği sayılması gerektiğini söylemiştir. Ona göre insanlar
arasındaki ilişkilerin genişliğinin artmasına karşılık, yoğunluk ve derinliği
azalmakta; insan kendini kalbinin yalnızlığı içine hapsetmekte; yani eşitlik,
insanları aralarında hiçbir bağ olmadan öylece yan yana koymaktadır. Bu yeni
toplumda orta sınıfın, mütevazı ve vasat derecede zengin olmasına rağmen refah
düşkünlüğü içinde olduğunu, maddi refah iptilasının esas olarak bir orta sınıf
iptilası olduğunu ve onunla birlikte yayılıp hakim duruma geldiğini
belirtmiştir. Yönetim, insanları daima bir çocukluk halinde ve sevinmekten
başka bir şey düşünmemeleri şartı ile sevinç içinde tutmaya çalışmakta, yaşamak
zahmetinden ve kendi sorunları üzerinde düşünme sıkıntısından kurtarmakta ve
böylece bireysel irade özgürlüğünü kullanma olanaklarından uzaklaştırmaktadır.
Bu yeni toplumda siyasal iktidar insanlara baskı uygulamadığı halde onların
yaşamlarını sınırlamakta, ürkek ve çalışkan hayvanlardan oluşan bir sürü haline
gelinceye kadar gevşetip tüketmekte ve budalalaştırmaktadır; ve bütün bunlar da
özgürlüğün dışsal biçimleri ile bir araya getirilerek yapılmaktadır.
Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtlarında Adorno ve Horkheimer şunu söylüyor:
“Yüzyıl önce Tocqueville’in yaptığı analiz bu arada tamamen doğru çıkmıştır.
Özel kültür tekelinin egemenliğinde gerçekten de “despotluk bedeni serbest
bırakmakta ve doğrudan doğruya ruhu hedef almaktadır. Egemen, artık benim gibi
düşünmelisin ya da ölmelisin, demiyor. Tersine şöyle diyor. Benim gibi
düşünmemekte serbestsin, yaşamın, malın mülkün sana aittir, ama bugünden
itibaren sen aramızda bir yabancısın”* Uyum sağlamayan her şey başına buyruk
kişinin acizliğinde devam eden ekonomik acizlikle cezalandırılır.”[4] De
Tocqueville, betimleyici düzeyde çarpıcı ve öngörülü düşüncelere sahip olmasına
ve hâlâ ilginç olmasına rağmen, kitle toplumunun nasıl oluştuğu konusunu
açıklayamamış, bununla beraber aristokratik tavrıyla demokrasiyi kültürel
vasatlıkla özdeşleştirmiş ve bütünüyle karamsar bir tablo çizmiştir.
“Demokratik milletlerde ihtiras ateşli ve devamlıdır ama amaçları her zaman da
asil değildir; ve yaşam genelde ulaşılabilecek küçük şeylere göz dikmek
suretiyle harcanıp gider.”
Aristokratik kitle eleştirisinde çok daha reaksiyoner bir tavır takınan
Friedrich Nietzsche[5], kitleleri, barbar ayak takımı olarak aşağılıyor ve
kitleler deyince de emekçi halk tabakalarını kastediyordu. Onları kültürü
tehdit eden yığınlar olarak görüyordu: “Bir sorun haline gelen Avrupa işçisi
ile nasıl başedebileceğimizi artık düşünemiyorum. Bu insanlar artık
sürekli daha fazla bulunmayacak kadar zengin. Eğer insan köle istiyorsa, bu
insanları efendi olacak şekilde yetiştirmek aptallık olur.” Diyen Nietzsche
aşağı sınıfların iktidarı ele geçirdiğini söylüyor ve eşitlik, kitle
demokrasisi, yığınların özgürlüğü gibi düşüncelere karşı çıkıyordu: “bugün
artık küçük insanlar efendi olmuştur da ondan bunlar hep boyun eğmeyi ve
alçakgönüllülüğü ve kurnazlığı ve çalışkanlığı ve özenmeyi ve küçük erdemlerin
daha bilmem nesini söylerler. Kadınsı olan ne varsa, köleler soyundan
gelen ne varsa, hele yığınların o yamalı bohçası -işte bunlar şimdi insanlığın
bütün yazgısına söz geçirmek istiyorlar- oh, tiksinti, tiksinti, tiksinti!” Alt
sınıfların iktidara ortak olmasından tiksinen Nietzsche bir seçkinler iktidarı
talep ediyordu: “Ey yüksek insanlar, alt edin küçük erdemleri,......, en büyük
çoğunluğun mutluluğunu”. Çünkü Nietzsche’ye göre toplumdaki geniş yığınlar asla
yüksek kültür düzeyine erişemezler ve daima seçkinlerden oluşan bir yönetim
tarafından yönetilmelidirler: “Her sağlıklı toplumda birbirine etki yapan ve
fizyolojik olarak birbirinden farklı üç değişik tip vardır. Her birinin kendi
sağlıklı yaşam yöntemi, kendi çalışma alanı, kendi mükemmeliyet ve ustalık
anlayışları vardır. .....Birincisi zeka düzeyleri erişilmez derecede üstün
olanlar ve üçüncü olarak, ne birinde ne öbüründe üstünlük gösterebilenler, yani
sıradan olanlar bu sonuncular büyük çoğunluğu oluşturur, birinciler de
seçkinleri.” Kitlelere -özellikle kendi yaşadığı dönemde Avrupa’da çok büyük
güç kazanan işçi sınıfına- karşı büyük nefret duyan ve aşağılayan Nietzsche,
kitle toplumunun oluşumu, kapitalizmle ilişkisi konularında hiçbir açıklama
yapmadığı gibi, gerçeği gizleyecek yönde kitleleşmeyi evrensel ve mutlak bir
olgu olarak sunar. Gelişen burjuva toplumuna karşı Alman aristokrasisinin
sözcüsü olan Nietzsche 20. yy’da Nazizme varacak olan Alman milliyetçiliğinin
de öncülerindendir. Nietzsche için kitlelerin eleştirisi, yitip giden geçmişin
değerlerine ve kültürüne duyulan özlemin öfkeli bir ifadesi olmuştur. Ona göre
yaşadığı dönemin kültürü dekadans (çöküş) kültürüdür. Nietzsche’nin
aristokratik ve karamsar toplum eleştirisinin mirasçılarından biri Oswald
Spengler, diğeri de Ortega y Gasset’dir.
Tarih felsefesi alanında çöküş motifini işleyen düşünürlerin başında Oswald
Spengler[6] gelir. Burjuva devrimleri ve sanayileşmenin ardından geleneksel
toplumsal ilişkilerin çözülmesi, buna paralel olarak geleneksel kültürün ve
değerlerin yerini modern kültürün bireyci ve pragmatist değerlerine bırakması
gibi olgular, aydınlanma dönemi iyimserliğine dayalı ilerlemeci tarih
anlayışının terk edilmesine yol açmıştır. Diğer yandan işçi sınıfı
hareketlerinin burjuva iktidarlarını tehdit etmeye başlaması ve 20. yy’daki dünya
savaşlarının yarattığı yıkımlar, Avrupalı entelektüellerde çöküş duygusunun
yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bunun tarih felsefesindeki karşılığı da, döngüsel
ve kaderci tarih anlayışına geri dönülerek, Avrupa kültürünün gerilemekte
olduğunun iddia edilmesi olmuştur. Bu düşünürlerin başta geleni Oswald Spengler
(1880-1938) 1917’de yayınlanan “Batı’nın Çöküşü” adlı eserinde hem kendi tarih
anlayışını ortaya koymuş hem de Avrupa Uygarlığını bu şemaya göre incelerken,
modern kültürün de köklü bir eleştirisini yapmıştır. Bu eserinde modern kitle
toplumuna ilişkin oldukça ayrıntılı düşünceler vardır.
Spengler de en çok etkilendiği düşünürlerden birinin Nietzsche olduğunu
belirtiyor. Spengler’e göre tarihte tüm kültürler, canlı organizmalar gibi
doğar, gelişir ve kaderlerini yerine getirdikten sonra ölürler. Tarih
incelemesinin baş konusu yüksek kültürlerdir. Her yüksek kültürün kendine özgü
üstünlükleri vardır. Bu nedenle tarihte bir kültürün diğerinden daha üstün
olduğu söylenemez. Böylece Spengler tarihte ilerleme ve daha iyiye ve
özgürleşmeye doğru bir gidiş olduğu şeklindeki tarih anlayışını tamamen
reddeder. Bir kültür doğar, halklar, diller sanatlar, inançlar, devletler
yaratır, bu olanaklarının tümünü tükettiği zaman da katılaşır ve alçalmaya
başlar. Bu aşama, kültürün uygarlık haline geldiği aşamadır. Bu aşamada kültür
ölmeye yüz tutar ve uzunca bir tarih süresi boyunca bu aşamada kalabilir.
“Sonunda, kültürün ruhundaki ateş dinince, son aşamasına girer –uygarlık
aşamasına-. Her kültürün kendi uygarlığı vardır. Uygarlık kültürün kaçınılmaz
kaderidir. Uygarlıklar kültürlerin son, en dışsal ve yapay durumlarıdırlar.”
Bir kültür uygarlık aşamasına geldiğinde, kültürün ilk gençlik dönemindeki
değerler yozlaşır ve yerini yeni değerlere bırakır: yuva, ırk, anavatan, kan
grubu gibi özellikler yerlerini kozmopolitlik, megapolis gibi başka özelliklere
bırakır. Yaşlılara saygı, gelenek yerini soğuk bir olgusallığa; ülkeye sahip
çıkma duygusu yerini enternasyonalizme; gerçek canlı değerler yerini para ve
soyut değerlere; halk yerini kitleye; analığın yüceltilmesi yerini cinsiyet
ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması çabasına; kendiliğinden halk bayramları
yerini yozlaşmış eğlence biçimlerine; emperyalizm, yayılmacılık ve
şehirleşmenin yaygınlaşmasına; birlik ve nitelik yerini erk tutkusu ve sınıf
mücadelesi kültüne bırakır. Kültürün daha önceki döneminin değerlerini,
kalıplarını canlandırmak için bir çok taklitçi girişimler yapılır, fakat hepsi
sonuçsuz kalır. Kültür aşamasında bütün mücadeleler, hatta en kanlı olanları
bile, bir fikrin yaşayan bir tarih olgusu halinde gerçekleştirilmesidir.
Uygarlık aşamasında kalan tek mücadele, hayvansı bir üstünlük kazanmak için
salt erk mücadelesidir. Kültür bu aşamadan sonra yaşama isteğini yitirir,
çözülmeye başlar ve sonunda tarih-dışı bir biçim olur. Bununla birlikte
ölümünden önce kültür-uygarlık ikinci bir dinsellik süreci yaşar, yeni bir
mistiklik dalgası yayılır.
Görüldüğü gibi Spengler, özellikle Avrupa kültüründe, modern kapitalist
sanayi toplumunun yarattığı büyük değişmeleri görmüş ama bunu idealist bir
şekilde mutlaklaştırmış, üstelik geçmişe dönük bir yorumla içinde bulunduğu
dönemi Avrupa kültürünün “uygarlık halinde ölüme gittiği” bir dönem olarak
tarif etmiştir. Spengler’in tüm insanlık tarihini de bir döngü şeklinde
yorumlamasının temelinde şüphesiz, Avrupalı entelektüellerin 20. yy’ın ilk
yarısında yaşadıkları karamsarlığın etkisi vardır. Yaşadıkları günü algılayış
biçimi geçmişe bakışlarını da etkilemiş ve yalnızca modernleşme döneminin
sonucu olan değişimleri bir yozlaşma süreci olarak değerlendirmişlerdir. Bu
dönemim eğilimlerini toplumsal yasalar olarak yorumlamış ve bir tarih felsefesi
haline getirmişlerdir.
Spengler’in kültürün uygarlık aşamasındaki çöküş sürecine ilişkin
betimlemeleri ve kitlelere bakışı da diğer aristokratik eleştirmenlerin
bakışıyla ortaktır: Büyük bir kültür uygarlık aşamasına geldiğinde bir şehirli
kuruluşu olan halk heyeti çözülerek biçimden yoksun bir kitleye döner. Devlet,
ulus, toplumsal tabakalar hep parçalanma eğilimi gösterirler. Şehir büyüyerek
hastalıklı bir megapolis olur -yapay inorganik ve kozmopolit. Soyluluk,
rahipler ve burjuvaziye ek olarak dördüncü bir tabaka ortaya çıkar: “kitleler.”
Devrimler ve anarşi süreci içinde sezarizm doğar, yani kitleleri peşinden
sürükleyen, soylu değerlerden yoksun kişilerin tiranca diktatörlüğü. Bu dönemde
artık soyluluğun gerektirdiği gibi yaşama politikası üzerinde zafer kazandığı
için şimdi kaba kuvvet politikası, para ve para politikaları egemen olur.
Uygarlık aşamasında incelmiş zekanın canavarca sembolü olarak dev megapolisler
ortaya çıkarlar. Bu gibi dünya merkezleri bütün anavatanı değersizleştirirler
ve kendi dışlarında kalan bölgeleri de önemsiz taşra bölgeleri haline
getirirler. Bu dev megapolisler “tümüyle zeka”dırlar. Bugünün makineleşmeye
dayalı batının dünya şehirlerinde kültürün yok oluşunu görüyoruz. İnsan
makinenin kölesi haline gelmektedir. Bu şehirlerde insanlar yaşamın bu karmaşık
biçimlerinden bıkıp usanır ve yaşamın daha yalın biçimlerine dönmek amacıyla
doğayla yakınlaşma çabasına girer. Böylece falcılık, spiritüalizm, astroloji,
Hint felsefeleri ya da başka metafizik biçimler altında ikinci bir dinsellik
dalgası ortaya çıkar. Her uygarlığın kendine özgü bir çöküş tarzı vardır,
bu çöküş döneminde ortaya çıkan ideolojiler hep dinsizce şeylerdir. Batı
kültüründe de sosyalizmin ortaya çıkışı, onun kendine özgü çöküş tarzının
işaretidir. Spengler bir kahin edasıyla batı kültürünün yarattığı büyük
yapıların, tıpkı Babil kulesinin yıkıntı halinde unutuluşu gibi ortadan kalkacağını,
Megapolisin makine tekniğinin hızla tarihinin sonuna yaklaşmakta olduğunu iddia
etmektedir.
Kültürün ilk döneminde seçkinlerin akılcı yönetimi egemendir. Ancak şehrin
yükselişiyle zeka, para ve burjuvazi önderlik rolünü devralır. Toplumsal
zümrenin yerini parti politikası alır. Uygarlık aşamasında ortaya çıkan
demokrasi kitleleri peşinden sürükleyen diktatörlerin ortaya çıkmasına yol
açar. Spengler’e göre demokrasinin diktatörlüğe dönüşme süreci şöyledir:
demokrasinin başlangıcında meydan yalnızca sorumlu, soylu ve salt zekanındır.
Ancak çok geçmeden parası olan egemenliği eline geçirir. Böylece kurnaz
burjuvazi önderliği eline alır. Siyasal mekanizma aracılığıyla oyu ve
seçmenleri denetlemeye başlar. Basın güçlü bir propaganda silahı olarak bu
mekanizmanın en etkili ve sinsi parçalarından biri haline gelir. Demokrasi,
gazete ve magazin basını ile halkın hayatından kitabı atar. Basın, kitle
eğitimi ve kitle propagandası halka gitgide daha az düşünmeyi ve basının
sunduğunu daha çok kabul etmeyi öğretir. Kitap dünyası şimdi bir azınlığın
elindedir. İnsanlar, zihni sabahtan akşama kadar büyü gibi bağlayan, ciddi
kitapları unutturan, istediği kitapları yücelten, onaylamadığı kitapları da
öldüren basının denetimine girer. Demokraside “gerçek”, basının istediği şeydir.
Basın istediği gerçekleri ortaya koyar, dönüştürür ve değiştirir. Kitle eğitimi
kitleleri basının erk alanına sürer. Böyle bir basın ve böyle bir kitle eğitimi
Sezar’lara yol hazırlamaktadır. Parti önderlerinin diktatörlüğü basının
diktatörlüğüne dayanır. Basın ve başka araçlar yoluyla, kitlelerin zihinleri ve
eylemleri partilerin demir disiplini altında tutulur. Bu partiler ise bir kaç
patronun sözcüsü ve adamıdırlar. Parlamentolar, kongreler ve seçimler halkın
kendi kaderini tayin hakkı adına sahneye konmuş bir çeşit danışıklı oyundur,
farstır. Para, zekayı yıktıktan sonra yine para yoluyla demokrasi kendi
kendisinin yıkıcısı olur. Kavgalar, huzursuzluk ve güvensizlik müzminleşir.
Bütün bu kavgalardan ve çekişmelerden bıkan insanlar bir kurtarıcının yolunu
beklerler. Böylelikle yozlaşan demokrasi ortamında Sezarizm gelişir. Sezarizm,
toplumsal, ekonomik ve siyasal örgütlenme alanında uygarlığın son perdesi
olmaktadır. Yavaş yavaş barbarlaşma başlar ve kültür çözülerek sona erer.
Spengler’in bu eseri 1911’de yazmaya başladığı ve 1917’de yayınladığı
düşünülürse sonraki otuz beş-kırk yıllık gelişmelerin, ilk bakışta O’nun
kehanetlerini kanıtladığı düşünülebilir. Avrupa’yı yıkıma götüren iki dünya
savaşı, ekonomik buhranlar, Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde faşist
diktatörlükler, Yahudi soykırımı, Almanya, İtalya ve İspanya’da başarısız
devrim girişimleri, Sovyetlerde sosyalizmin yozlaşarak totalitarizme dönüşmesi,
atom bombası, kitle imha silahları, ve soğuk savaş...
Fakat Spengler’in batı uygarlığının çökeceği öngörüsü gerçekleşmediği gibi
batılı modernleşme tarzı da tüm dünyaya yayılmıştır. Öte yandan Spengler’in
görüşlerinde betimsel olarak doğru görülen yanlar bulunmasına karşılık iki
temel hata var. Birincisi modern dönemde ortaya çıkmış bir tarihsel
durumu tüm dünya tarihindeki toplumların ortak kaderi olarak yorumlaması,
ikincisi de kültürün yozlaşması dediği evrede ortaya çıkan tüm toplumsal
sorunlardan demokrasiyi ve kitleleri sorumlu tutmasıdır. Adorno, “Spengler
Haklı mı Çıkacak?”[7] adlı yazısında şöyle diyor: “Modern kitle toplumuna
yönelik kimi fenomenler.....konusunda kehanetlerde bulunurken Spengler’in
modern mağara insanı deyimini kullanmış olması dikkat çekicidir.....Bir
Nietzsche tavrıyla Spengler, kitleyi belli bir küçümseme tavrını sergiliyor.”
Spengler kitle toplumu ve totalitarizm ilişkisini betimlerken bunun ortaya
çıkış nedenleri ve işleyiş yapısı hakkında toplumbilimsel anlamda hiçbir şey
söylemiyor. Adorno’ya göre bu bakış tarzı, “kitle davranışlarındaki bozukluk ve
irrasyonelliklerin her seferinde kitlenin üzerine binen toplumsal baskılardan
kaynaklandığı görüşüdür.” Bu aksamalar ve davranış bozuklukları
“kültürün......insanların üzerine yıktığı aksamalardır. Oysa Spengler, bu
karakteristikleri kendi kendilerini tekrarlayan birer karakteristik olarak
ebedileştirmiş gibi görünüyor.” Adorno’ya göre Spengler’in bu saptırma tarzı
onun kendi gerici siyasal eğiliminden kaynaklanıyor: “Spengler kitleleri,
onlara egemen olmayı haklı göstermek için durmadan...... aynen yeniden üretilen
bir artık ürün durumuna indirgemektedir.” Adorno’nun bu sözlerine dayanarak
tekrarlayabiliriz ki aristokratik kitle toplumu eleştirilerinin ortak amacı
modern toplumda ortaya çıkan fenomenleri açıklamak değil, ama kitlelerin bir
seçkinler iktidarı tarafından yönetilmesini haklılaştırmak için bir takım
spekülatif teoriler ortaya atmaktadır. Hiç duraksamadan bu teorilerin betimsel
açıdan oldukça önemli ama sosyolojik ve tarihsel açıdan türlü metafizik
genellemelerle dolu olduğu söylenebilir. Adorno’nun dediği gibi “Spengler Alman
faşizminin ön figürleri arasında yer alır.”
Nietzsche ve Spengler’in izini sürdüren bir diğer kitle toplumu eleştirmeni
de Ortega y Gasset’dir (1883-1955). 1930 yılında yayınladığı “Kütlelerin
İsyanı”* adlı kitabı kendi deyimiyle uygarlık tarihinde ilk kez ortaya çıkan
bir durumu, kitlelerin toplumsal iktidarı ele geçirme olgusunu analiz etmeyi
amaçlamaktadır. Fakat Gasset’in niyeti bir yana ortaya koyduğu eser Nietzsche
ve Spengler tarzında aristokratik bir modern toplum ve demokrasi eleştirisidir.
“Tarihin tamamen aristokratik bir yorumuna” inandığını kendisi de açıkça
belirtir. Tıpkı Nietzsche gibi Gasset de toplumda seçkinler ve kitlelerden
oluşan iki temel tabakanın bulunduğunu, eğer sözü edilen yozlaşmamış bir
toplumsa bunun zaten özünde aristokratik olması gerektiğini söylüyor. Öncülleri
gibi Gasset de kitlelerin egemenliğini sağlayan demokrasinin, kitlelerin
diktatörlüğüne dönüşeceğini, buna karşı duracak tek yönetimin de entelektüel
seçkinlerin iktidarı olabileceğini iddia ediyor. Günümüzde kitlelerin “O güne
kadar azınlığa tahsis edilmiş mevkileri işgal etmek, aygıtları kullanmak ve
hazları tatmak üzere toplumun ön saflarına doğru ilerlemeye karar verdiğini”
söyleyen Gasset’e göre faşizm ve sosyalizm gibi uygarlığı tehdit eden siyasal
sistemler, kitlelerin, iktidarı ele geçirmesi nedeniyle doğmuştur. Yazar
kitle terimiyle sadece emekçi alt sınıfları kastetmiyor: “kütle terimi ile
bilhassa işçiler anlaşılmamalıdır. Terim sosyal bir sınıfı değil, bütün sosyal
sınıflarda görülen ve bunun neticesi, onun bütün yönetici kudret haline
geldiğini belirtir.” “kütle, kendisi için iyi veya kötü özel sahalara dayalı
hiç bir hedef seçmeyen, kendini herkes gibi hisseden ve bu halin kendisini
düşündürmediği, gerçekte herkes gibi hissetmekle kendisini mesut hisseden
herkestir. Yazara göre insanlık iki çeşit insan tipinden oluşur demiştik:
birincisi “güçlük ve görevleri üst üste yığarak kendi varlıklarından daha büyük
talepte bulunanlar” yani seçkinler ve “yaşadıkları anı hayat diye kabul edenler,
mükemmellik yolunda hiçbir gayret göstermeyen, dalgalar üzerinde şamandıra
misali insanlar” yani kitleler. Gasset’e göre kitle insanının hayatta hiç bir
amacı yoktur ve kendini akıntıya kaptırmıştır. Günümüzde, kamu otoritesini
böyle kitleler ele geçirmiş olduklarından, ellerindeki imkanlar ve gücün
büyüklüğüne rağmen yapıcı hiç bir faaliyetleri yoktur. Ve günümüzde ortaya
çıkan tüm toplumsal sorunların kaynağı da işte budur.
Gerçekte Gasset’in dogmatikçe iddia ettiği gibi kamu otoritesi hiç de geniş
kitlelerin elinde değildir. Aksine demokratik sistemin bugünkü yapılanma biçimi
sadece halkoylamasına ve temsili sisteme dayandığı için kitlelerin -ya da tüm
halkın diyelim- aktif bir şekilde toplumun yönetimine olanak tanımaz. Böyle bir
sistemde, manipüle ettiği halkın rızasını alan her hükümet, devletin iplerini
elinde tutan, baskın sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazinin temel taleplerini
yerine getirir. Sınıfların hâlâ varlığını sürdürüyor olması Gasset’in iddia
ettiği tarzda kitlelerin kamu otoritesine hakim olmadığını gösterir. Geçmişteki
tüm toplumsal sistemlerle kıyaslandığında bugünkü demokratik sistem yine de
göreli olarak özgürlüklere en fazla yer veren sistemdir. Ama insanlığın
potansiyel olarak sahip olduğu bilgi birikimi ve özgürlükçü öğretilerin işaret
ettiği olanaklar göz önünde tutulduğunda kitlelerin hala kendi tarihlerini
bilinçli olarak yazamadıklarını görürüz. Bunun gerçekleşmesi için ise çok köklü
bir aydınlanma ve sistem karşıtı muhalefetin oluşması gerekir. Görüyoruz ki
Gasset gibiler, kitlelerin (özellikle emekçi sınıfların), bugünkü düzeyde elde
ettiği özgürlüklere bile tahammül edemiyorlar. Ve hatta kitlelerin şimdiye
kadar azınlıklara tahsis edilmiş mevkileri saygısızca ele geçirdiğini
söylüyor.
Gasset’e göre kitle toplumu, 19. yüzyılda teknik bilgi birikimi ve
sanayileşme üzerine kurulu liberal demokrasi sonucunda ortaya çıkmıştır. 19.
Yüzyılda Avrupa nüfusu üç misli artmış, genel oy hakkı, genel eğitim,
kitlelerin tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Ancak genel eğitim insanlara
toplum hayatının temel bilgi ve tekniklerini öğretmesine rağmen onları yüksek
değerlere göre eğitememiş onlara büyük tarihsel görev duyguları verilmemiştir.
Undan dolayı kitleler dünyanın kaderini ele geçirmeye çalışmışlardır. Liberal
demokrasi kitlelerin iktidara geçmesini sağlamıştır ancak kitleler böyle bir
göreve hazır değildirler. O nedenle kitleler için yasaların, liberal
demokrasinin ilkelerinin, hiçbir anlamı yoktur. Yalnızca “kahvehane köşelerinde
ortaya atılan düşüncelerin yasalar yoluyla topluma kabul ettirilebileceği”
bir “hiper demokrasi”dir söz konusu olan.
Gasset kitle toplumunun geleceğine ilişkin şöyle bir kehanette bulunuyor:
“Eğer bu beşer tipi Avrupa’nın efendisi olmaya devam ederse kıtamızın yeniden
barbarlığa dönmesi için otuz sene yetecek. Pek çok meslek sırrının ortadan
kaybolmasında görülen süratle, teşrii ve sınai teknik kaybolacak. Bütün hayat
kısılıp büzülecek. İmkanların gerçekteki bolluğu ameli bir kıtlığa, acınacak
bir iktidarsızlığa, gerçek bir çöküşe dönüşecek. Zira kütlelerin ayaklanışı,
Rathenau’nun “barbarların tepeden inme istilası” dediği şeyin ta kendisidir.”
Gasset toplumun tekbiçimlileşmesi ile modern kapitalist sanayi toplumu
ilişkisini fark etmiş ancak bunu sosyolojik olarak çözümlemekten çok eski
toplumsal ilişkilerin ve değerlerin yıkılıp gidişine bir eleştiri ortaya
koymuştur.
Toparlarsak, Tocqueville, Nietzsche, Spengler ve Gasset gibi düşünürlerin
hepsi de 19.yy ortalarından başlayarak, modern kapitalist sanayi toplumunun
doğurduğu kültürel sonuçlar olarak ortaya çıkan yaşam tarzlarının
tekbiçimlileşmesi, geleneksel değerlerin yitirilmesi, yaşamın kabalaşması,
burjuva demokrasisinin vaadettiği türden bir aydınlanma yerine insanların
yaşadıkları hayata karşı sorumsuzlaşması ve kamu sorunlarına ilgisizleşmesi gibi
olguları görmüş ve betimleyici düzeyde doğru saptamalarda bulunabilmişlerdir.
Ancak hiçbiri de sanayileşme, kapitalizm, modern kültür, kitle iletişim
araçlarının gelişmesi, kentleşme, popüler kültür ve kitleleşme ilişkisini
sosyolojik ve tarihsel temellerde analiz edememiş, daha çok da öfkeli bir
şekilde liberal burjuvaziyi ve emekçi sınıfları topyekün eleştirmişlerdir.
Radikal Kuramcılar
Bundan sonraki kısımda görüşlerine yer vereceğimiz düşünürler: C. Wright
Mills, Frankfurt okulu kuramcıları ve Walter Benjamin, modern sanayi toplumunun
tamamen olgunlaştığı 20.yy’dan yola çıkarak kitle toplumu ve kitle kültürünün
eleştirisini geliştirmişlerdir. Ancak bu düşünürler öncekilerden farklı olarak,
modern toplumu sosyolojik temellerde analiz etmeye girişmişlerdir. En önemlisi
de kitle toplumunun oluşumunda kitle iletişim araçlarının ve popüler kültürün
rolünü çok güçlü bir şekilde analiz etmişlerdir. Ayrıca diğerleri gibi tutucu
değil radikal kuramcılardır. Yaşadıkları modern toplumu aşarak, yabancılaşmanın,
sınıfsal sömürünün, insan ve doğa üzerindeki baskıcı egemenlik ilişkilerinin
aşılabilmesi amacıyla hareket etmişlerdir. Onların dilinde kitle, kitle toplumu
gibi kavramlar, bir aşağılama değil, günümüz insanını nesnel olarak sahip
olduğu potansiyellerin gerisinde tutan sistemi ve onun ideolojisini eleştirmek
üzere geliştirilmiş kavramsal soyutlamalardır. Kitle toplumu ve yaşamın
tekbiçimlileşmesi verili bir durumdur. Onlar kitle toplumuna da, seçkinler
hiyerarşisine de karşıdırlar. C. Wright Mills hariç diğerleri Marksizm’in, Batı
Marksizmi de denilen çağdaş ve ortodoks olmayan bir yorumundan hareket ederler.
C. Wright Mills Marksist olmamasına rağmen, radikal bir demokrattır,
yöntemi de Amerikalı Marksist İktisatçı Paul Sweezy’nin söylediği gibi Marksizm’e
yakındır. Fakat hepsinde de modern toplumun bugününe ilişkin karamsar bir
yaklaşım vardır. Özellikle Frankfurtçular, işçi sınıfının tarihsel devrimci
rolünü yitirdiğini ve kapitalist iktidarın güdümü altına girdiğini
düşünmektedirler.
C. Wright Mills’in[8], sosyal bilimler ve siyaset bilim alanında bir klasik
haline gelen “İktidar Seçkinleri” (1956) adlı yapıtı Amerikan toplumunda
ekonomik, siyasal ve askeri seçkinlerden oluşan iktidar sistemini, Amerikan
demokrasisini ve kitle toplumunu inceliyor. Aslında sadece Amerika üzerine
yapılmış bir çalışma olmasına karşın, bütün modern sanayileşmiş kapitalist
toplumlar için geçerli savlar içeriyor. Amerika’da, kuruluşundan itibaren
pre-kapitalist üretim tarzlarının ve aristokratik toplumsal ilişkilerin
bulunmaması, hızla sanayileşmesini ve engelsiz bir burjuva demokrasisinin
gelişmesini sağlamıştır. Bu anlamda 20.yy’da modern toplumların –ve tabiatıyla
yarattığı tüm sorunların- ideal bir örneği sayılabilir.
Mills, Amerikan toplumunda iktidarı “iç içe üç çember gibi birleşmiş
bulunan askeri, ekonomik ve siyasal iktidar seçkinlerinden” oluşan, “hemen her
çeşit kararda birlikte hareket eden” ve çok sıkı örgütlenmiş bir topluluğun
elinde tuttuğunu söylüyor. Tüm bu üst çevreler arasında bir çıkar birliği
bulunmaktadır. İktidar seçkinlerini oluşturan bu çevrelerin hemen hepsi de bir
biçimde çok büyük şirketlerin yönetim kademelerinde yer almaktadır. Hemen hemen
hepsi iyi eğitim almış, yine yüksek toplumsal tabakalardan gelen insanlardan
oluşmuştur. Mills’in seçkinler kavramını diğer “seçkinci” kuramcılardan ayıran
şöyle bir nokta var; O, seçkinler iktidarına dayanan toplumu verili bir durum
olarak analiz eder. Şöyle demektedir: “İnsanlık tarihinin her döneminde ve her
ulusta yaratıcı bir azınlığın, egemen bir sınıfın, ya da sınıfsız
iktidara sahip bir seçkinler topluluğunun her tarihsel olaya biçim
verebildiğini söylemiyorum. Bu tür sözlerin, dikkatli bir inceleme yapıldıktan
sonra, esası olmayan “safsatalar” olduğu açıktır.” Seçkinler, komuta
mevkilerini işgal eden iktidar, servet ve ün sahibi kimseler olduğu için
Amerikan toplumunun en üst tabakasını oluştururlar. Bunun karşı tarafında da
kitleler bulunur. Amerikan demokrasi sisteminde kitlelerin toplum yönetiminde
büyük bir rol oynadığı iddia edilmektedir ancak Mills göstermektedir ki, “kitle
toplumu” haline gelmiş Amerikan halkı kitle iletişim araçlarının da etkisiyle
manipüle edilerek iktidar seçkinlerinin çıkarları doğrultusunda
yönlendirilmektedir.
Mills kitabında kitle toplumu sorununu ayrıntılı olarak ele alır. Sorunu,
liberal demokrasi kuramcılarının savunduğu “kitlelerin demokratik hayata tam
anlamıyla katılabildiği ve toplum üzerinde iktidar sahibi olduğu kamu toplumu”
kavramını eleştirerek ve kitle toplumu-kamu toplumu karşılaştırması yaparak ele
alır.
Klasik demokratik teorinin dayanağı olan kamu kavramının özellikleri
şunlardır: Kamuoyu özgür düşünce ortamı içinde istediği her şeyi tartışabilir,
her türlü fikre karşılık cevap verme hakkı vardır, kamuoyuna açık kanaat
oluşturucu organlar vardır, kamunun en geniş ölçüde katıldığı açık
tartışmalardan ve kararlardan yola çıkarak, yasama organları kararlarını verir
ve yasalaştırır. Liberal demokrasinin bu kamu anlayışına göre kamuoyu, herkesin
kendi başına düşünüp, düşündüğünü ifade edebildiği ve tartışmaların sonucunda
da toplum için en doğru olan kararın verildiği bir ortamın ürünüdür. Bu teoriye
göre toplum sayısız denecek kadar çok tartışma çevrelerinden oluşur. Bu
çevreler arasında kanaat aktarımı vardır. Yüksek makamlarda yer alan kamu
görevlileri halk tarafından seçilir, bundan dolayı toplumdaki çeşitli kamu
kesimlerinin düşünce ve kanaatlerine değer vermek zorundadır. İstediği
politikaların gerçekleşmediğini gören kamu, görevlendirdiği kamu yetkililerini
eleştirebilmeli, gerekirse görevine son verebilmelidir.
Mills’in özetlediği klasik demokrasi kuramcılarının kamu kavramı Amerika’da
siyasal iktidara meşruiyet kazandırmak için temel alınmaktadır. Ancak Mills’e
göre “bütün bu anlatılanlar toplum hayatının gerçekleri karşısında tatlı bir
masaldan öteye” anlam taşımamaktadır. “Bu anlatılanlar Amerikan toplumundaki
iktidar sisteminin işleyiş biçimini kıyısından köşesinden bile olsa
açıklamaktan uzaktır. Günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki
kararlar bile kamu tarafından alınmamaktadır.” Kamuoyuna dayalı liberal
demokrasi anlayışı 19.yy’ın temelsiz iyimserliğini yansıtmaktadır. Gerçekte ise
19.yy’ın ikinci yarısından itibaren kitle toplumuna geçilmiştir. Modern toplum
kamu ile aktif karar alma güç ve iktidarına sahip olanları birbirinden ayırmaya
başlamıştır.
Mills’in görüşüne göre günümüz Amerikan toplumu ne tam anlamıyla bir kamu
toplumu ne de tam anlamıyla bir kitle toplumudur. Her ikisi de bir soyutlama
olan bu kavramlar realitenin ancak bazı yönlerini gösterebilir. Toplumsal
realite daima bu iki aşırı durumun bir alaşımıdır. Bir toplumun kamu toplumumu
yoksa kitle toplumumu olduğunu gösteren en belirgin yanı başat haberleşme
biçimidir: “Kamu toplumunda en önemli haberleşme biçimi tarafların görüş ve
düşüncelerini eşit koşullarda ifade edebildikleri bir tartışma ortamıdır. Kitle
haberleşme araçları ise birincil konuları birbirine bağlayarak toplumdaki
tartışma ortamını genişletmek ve canlı tutmakla görevlidirler. Kitle toplumunda
ise başat haberleşme biçimi, eşit tartışmanın dışında, biçimsel bildirişim
araçlarıyla yapılan ve kamuyu sadece bir kitle haberleşme tüketicisi ve
kendisine verilenlerin alıcısı sayan kitle haberleşmesidir. Kamu, bu kitle
haberleşmesi araçları kendisine ne veriyorsa, sadece onları öğrenebilme
durumundadır.”
Bu nokta çok önemli, Mills’in özenle vurguladığı, ayrıca Frankfurt Okulu
kuramcılarının ve Benjamin’in de dile getirdiği bir noktadır. Bir toplumun
yapısı ile onun iletişim biçimi arasında önemli bir örtüşme vardır. Marx da,
Alman İdeolojisi’nde ünlü önermesini ortaya atar: “Egemen ideoloji, egemen
sınıfın ideolojisidir.” Bir toplumun iletişim biçimi de onun ideolojisi içinde
dolayımlanmaktadır. Benjamin de “Öykü Anlatıcısı”nda, sözlü anlatım
geleneğinin, zanaatçılığın bir üretim biçimi olarak hâlâ süregeldiği ve
insanların yaşam deneyimlerinin birbirlerine sözlü olarak aktarılabildiği bir
çağın iletişim biçimi olduğunu; modern dönemin bireyinin ise roman yoluyla
anlatıldığını, 19.yy ortalarından sonra ise deneyimlerin aktarılması yerine,
tamamen yaşantılarımız dışında oluşturulmuş bilgilerle enforme edilmeye
başladığımızı anlatır. Bu da kitle toplumunun iletişim biçimidir.
Mills, Amerikan toplumunun ne tam anlamıyla totaliter bir toplumda olduğu
gibi kitle toplumu haline geldiğini ne de teorideki gibi bir kamu toplumu
olduğunu, ama daha çok kitle toplumu özelliklerini gösterdiğini ve bu durumun
giderek arttığını söylüyor. Buna biz de tüm modern toplumların aynı durumda
olduklarını ekleyebiliriz. Amerikan toplumunda geniş bir alana dağılmış küçük
iktidar çevrelerinin yerine, merkezileşmiş iktidar çevrelerine geçilmiş; güçlü
iktidar çevreleri diğer çevreler üzerinde tekelci bir denetim kurmaya başlamış;
kısmen örtülü olarak yapılan bu iş hem otorite hem de güdümleme merkezlerince
uygulanmaya başlamıştır. “Bu nedenle iktidar odakları ve büyük ticari çevreler
kitle haberleşme araçlarından yani ‘kanaat oluşturma sanayiinden’
yararlanmaktadır. Böylece kamuoyunun görüşleri birincil konular üzerinde
serbest tartışma ve rekabet yoluyla değil, kitle haberleşme araçlarının
telkinleri doğrultusunda oluşmaktadır. Bu araçlar kitleleri pasif birer
seyirci, okuyucu, dinleyici durumuna indirgemişlerdir.
Mills’in anlattığına göre Amerika’da kamu denilince daha çok bağlantısız,
örgütsüz, kendi çıkarlarının farkında olmayan, olsa da bunu dile getirmeyen
hatta kamu sorunlarına karışmamayı ve kendini bir düşüncenin, bir davanın adamı
saymamayı bir erdem olarak gören topluluklar akla geliyor. “taraf tutmayan,
yargıçlar gibi “bağımsız” ortada dolaşan ve kendilerini toplumdaki çelişkilerin
üstünde gören bu insancıklar zaten herhangi bir konuda herhangi bir tarafı
tutacak güce sahip olmadıklarının; bilgiçliklerini, ustalıklarını,
hoşgörürlüklerini, açık fikirliliklerini kimsenin önemsemediğinin farkında olma
yeteneğinden bile yoksundurlar.”
Kitlelerin modern dönemde güçlenmesi, bazı tutucu düşünürleri oldukça
endişelendirmiş, daha önce de belirttiğimiz gibi demokratik yönetimi, kitle
toplumu olarak anlamış ve eleştirmişlerdir. Mills ise şunu belirtiyor. “Hiç
kuşkusuz kitlelerin güç ve iktidar sahibi olacağını sananların, bundan ürküntü
duyanların, bu düşüncelerinin bugün doğru olmadığı anlaşılmış bulunuyor.
Zamanımızda......siyasal hayatta bağımsız toplulukların etkinlik kazanma
olanakları azalmış ve azalmaktadır. Kaldı ki, kitlelerin bugün bu alanda bir etkileri
varsa bu, bağımsız ve kendi başına hareket edebilen bir kamular topluluğunun
etkilemesi değil, bazı belirli konularda güdümlenmiş kitlelerin, kalabalıkların
bağımsız olmayan siyasal gösteri eylemleri niteliğinde olmaktadır.”
Günümüzde siyasal, askeri ve ekonomik alanlarda iktidar seçkinleri, kendi
iktidarlarına karşı olumsuz nitelikte, kitlelere ait hoşlanmadıkları düşünce,
kanaat ve fikirleri etkisiz hale getirebilmek için “kanaat imalatı
teknikleri”ne başvurmaktadır. Modern dönemde toplumsal kurumların hacmi çok
genişlediği için “kanaat imalatı” araçları da buna paralel bir büyüme
göstermiştir. “Bunun sonucunda modern toplumdaki iktidar seçkinleri, yönetimde,
sömürmede, şiddet kullanımında gitgide daha büyük ve daha merkezileşmiş
kurumsal araçlara sahip olmakla kalmamışlar; psikolojik güdümleme ve
yönlendirmede aynı duruma gelmek için zorunlu genel eğitimden ve kitle
haberleşme araç ve tekniklerinden yararlanma olanağı bulmuşlardır.
Kitle haberleşme araçları bugün bir çeşit psikolojik cehalete yol açmaktadır;
bunun çeşitli görünümleri şunlardır:
1) Dışımızdaki dünya hakkında kendi deneyimlerimize
dayalı bilgilerimizin oranı azalmakta, buna karşın, zihnimizdeki imgelerin çok
büyük bir kısmı ve çevremizdeki olaylar hakkında edindiğimiz bilgilerin büyük
kısmı kitle haberleşme araçlarından elde edilmektedir. Dış dünya hakkında
dolaysız bilgi edinme olanağını yitirdikçe dış gerçekliği algılamakta
yararlandığımız standartlarımız bile kitle haberleşme araçlarınca
oluşturulmaktadır. Bu etki nedeniyle bireylerin davranışları basma-kalıp
yakıştırmalar şeklinde biçimlendirilmiş (stereotypes) ve örgütlendirilmiş
dolaylı deneyimlere indirgenmiştir. Bunun sonucunda birey çıplak olgularla bile
karşılaşsa doğru değerlendirebilme yetisinden yoksun kalmaktadır.* Yani kitle
iletişim araçları bizim dış gerçekliği algılamamızı engellemekte ve bizim için,
yürürlükteki iktidar sisteminin istemleriyle uyumlu bir kurgusal gerçeklik
hatta –birçok kurgusal gerçeklik- oluşturup bize sunmakta ve hangisini
beğenirsek onu alıp “tüketmekte” ve yaşantımızı da bunu referans alarak
düzenlemekteyiz.
2) İnsanlar çok çeşitli kitle haberleşme araçlarından
ve bunların sunduğu seçeneklerden, kendi görüşlerine en uygun olanını seçip
dinlemekte, okumakta veya seyretmektedir. Böylece görüşleri bir kez daha
pekişmektedir. Bu yüzden hiç kimse alternatif araçlar aramamaktadır. Öte yandan
birbiriyle rekabet ediyormuş gibi görünen farklı araçların temelde görüşlerinin
arasında bir ayrılık yoktur, rekabetleri sadece daha ilgi çekici olmak ve daha
fazla alıcı bulmak yönündedir.
3) Kitle haberleşme araçları dış dünyayı algılamamızda
bir süzgeç rolü oynamakla kalmayıp bizi bize, kendimize bile istedikleri gibi
yansıtıp benimsetmektedirler. Ne olmamız, dışa nasıl görünmemiz, nasıl
davranmamız gerektiğini bize kitle haberleşme araçları söylemektedir.
4) Kitle haberleşme araçları bireylerin birbirleriyle
yüz yüze tartışmasını engellemekte, insanların kanaat alışveriş olanağını
yitirmelerine yol açmaktadır. Böylece kişilerin kendi deneyimlerine dayalı bir
özel hayatı kalmamakta, bu özel hayat da kitle haberleşme araçları ve eğlence
endüstrisi tarafından ele geçirilmektedir.
Bütün bu ayrıntılı açıklamalara dayanarak Mills, Amerikan toplumundaki
kitle haberleşme araçlarının, Amerikan toplumunun kitle toplumuna dönüşmesinde
baş etken olduğunu; servet ve iktidar sahibi seçkinlerin en önemli iktidar
araçlarından biri haline geldiğini söylemektedir. Ancak bu öyle bir süreçtir ki
iktidar seçkinleri doğrudan bir otorite olarak ortaya çıkmaz çünkü kamunun
toplumu demokratik ilkelere göre yönettiği yanılsamasını sürdürmek
zorundadırlar. Bunun yerine amaçlarına örtülü olarak ulaşırlar. Karar alma
süreçleri iktidar seçkinlerinin elinde olduğu halde, bu yetkinin halkta olduğu
yanılsamasının sürdürülmesi için güdümleme (manipulation) stratejik bir önem
taşır. Bu da kitle haberleşme araçları ve kitle eğitimi ile sağlanır. Böylece
halk, iktidar seçkinlerinin aldıkları kararları hiç tereddütsüz benimser ve
kendi kararı imiş gibi onaylar. Demokratik seçimler de işin seremonisidir
artık.
Bütün bu karamsar görünen tabloya rağmen Mills bunun sürüp gitmesi gereken
bir durum olmadığını tam tersine daha insanca, daha özgürlükçü bir topluma
doğru aşılması gerektiğini, bunun için de bireylerin çok köklü bir aydınlanma
yaşaması gerektiğini ifade eder.
Kitle toplumu ve kitle kültürü konusundaki en etkili düşünceler ise
Frankfurt Okulu adıyla da anılan, en başta Theodor Adorno, Max Horkheimer ve
Herbert Marcuse’ün düşünceleridir. Özellikle Horkheimer ve Adorno’nun birlikte
yazdıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı eserin “Kültür Sanayi” başlıklı
bölümünde bu konu çok zengin bir biçimde işlenmiştir. Bunun yanı sıra
Adorno’nun popüler müzik incelemeleri de kitle kültürü konusunda çok önemli
düşünceler içerir. Konuya Frankfurt Okulunun sanatla ilgili düşüncelerinden
girelim.
Frankfurt Okuluna göre sanat özünde daima toplumu eleştiren negatif bir öğe
taşımalıdır. Yani “toplumsal çelişkilerin gerçeklikle giderilip uzlaşıma
kavuşturuluncaya dek sanatın ütopyacı ahenginin daima bir protesto öğesi
taşıması gerekir.” Ancak Okula göre “sanatın bu negatif momenti” bugün eskisi
kadar şansa sahip değildir. Onların kitle kültürü eleştirisinin en temel
vurgusu, günümüzde sanat ürünlerinin gitgide daha fazla olumlayıcı kültür
niteliği taşıdıkları ve başka bir yaşama duyulan özlemin kaybolmakta olduğudur.
Toplumdaki tüm üretim süreçlerinin teknikleştirilmesi ve kapitalist sistemin
rasyonalitesine göre işler hale getirilmesi sonucunda bağımsız sanat da giderek
ortadan kalkmaya başlamış, standartlaştırılmış, kitlesel sanayi ürünleri haline
gelmiştir. Buna Kültür Sanayi demektedirler. Adorno’nun popüler müzik
konusundaki şu düşüncesi bütün kültür ürünleri için geçerlidir: popüler
müziğin, standartlaşması ve sözde-bireysellik taşıması en önemli özelliğidir.
Müzikte alışılmış ve bilinen şeylerin algılanması kitle dinleyicisi için
esastır. Bu, daha gelişkin düzeyde bir zihinsel dinleme ve izleme yerine,
kendisi bir amaç durumuna gelmiş bir müzik dinleme biçiminin oluşmasına
yarıyordu. Belirli bir müzik formu bir kez tuttu mu endüstri bunu alıp tekrar
tekrar kullanıyor ve ortalığa hep bu aynı şeyin benzerlerini sürüyordu. “Bugün
kültür her şeyi birbirine benzetiyor. Sinema, radyo, dergiler bir sistem
oluşturuyor. Her alan kendi içinde ve diğerleriyle uyum sağlıyor.”
Kültür Sanayi, Adorno ve Horkheimer’e göre tekniğin toplum üzerinde otorite
kazanmasına yol açan zemin, ekonomik güce sahip olanların toplum üzerinde
iktidar kurdukları zemindir. Öyleyse tekniğin rasyonelliği toplumun kendi
egemenlik rasyonelliğidir. Bu rasyonellik, kendisinden yabancılaşmış toplumun
baskıcı ve zorlayıcı kendi doğasıdır. Bu durum teknolojinin kendi gelişim
yasasının bir sonucu olmayıp, teknolojinin bugünkü ekonomideki işlerinin
sonucudur. Yazarlar burada, sözü geçen ekonominin, emekçi sınıfın artı
değerinin sömürüsüne dayalı kapitalist sistem olduğunu; kapitalist sistemin
baskıcı iktidar yapısının bu sömürü sisteminden kaynaklandığını; teknolojinin,
kitleleri tüketimin köleleri haline getirebilmek için kullanılmasının, teknolojinin
kendi doğasından değil, tüm bireyleri birer tüketici olarak gören kapitalist
sistemin doğasından kaynaklandığını, üstü örtülü bir dille de olsa ifade
ediyorlar.
Bu çağda toplumun nesnel gidiş yönü çelik, petrol, elektrik, kimya gibi en
büyük sektörlerin, genel müdürlerin zihinlerinde tezahür eden amaçlarında
kendini göstermektedir. Bu güçlü sektörler karşısında kültür tekelleri bağımlı
konumdadırlar. Etkinliklerini sürdürebilmek için gerçek iktidar sahiplerini
görmezlikten gelmemelidirler.
“Kitleye içerikleri özdeş olan kültürel metalar, bunların dışsal öğeleri
farklılaştırılarak verilmektedir. Böylece, gelir düzeyi, cinsiyeti, oturduğu
semt, eğitim düzeyi, etnik kökeni, vb. bakımından belirli kategorilerde
toplanan herkese bir şeyler hazırlanmış olmakta; çeşitli nitelikteki malların
hazırlanması yoluyla herkes için bir şeyler sunularak hiç kimsenin kaçmaması,
kaçamaması sağlanmış olmaktadır.” Kültür ürünleri sadece biçimsel olarak
birbirinden farklı, içerik olarak ise aşağı yukarı aynı temaların ve konuların
sayısız tekrarından oluşur. Kültür ürünlerinde kullanılan ayrıntılar
standartlaşmış hazır klişelerdir. Sözgelimi “sinemada genellikle filmin
nasıl biteceği, kimin ödüllendirilip kimin cezalandırılacağı ya da unutulacağı
hemen anlaşılmaktadır.”
Adorno ve Horkheimer’e göre modern toplumlarda kültür sanayi insan
bilincini öylesine ele geçirmiştir ki insanların hemen her türlü davranışı bu
yolla egemen ideoloji tarafından biçimlendirilmektedir.
“Dünya kültür sanayinin süzgecinden geçirilerek yönetiliyor. Sokağı, biraz
önce izlediği ve günlük olgular dünyasını olduğu gibi yansıtmak isteyen filmin
devamı olarak algılayan sinema seyircisinin eski deneyimi film üretiminin genel
kuralı haline gelmiştir. Film üretiminin, ampirik nesneleri iki katına çıkaran
teknikleri yoğun ve eksiksiz hale geldikçe, seyirciyi, filmde tanıyıp
izlediklerinin dış dünyanın kesintisiz devamı olduğu yanılgısına düşürmesi bu
denli kolay olmaktadır.”
Kültür sanayinin en önemli tüketicileri “işçiler, memurlar, çiftçiler ve küçük
burjuvalar” yani alt sınıf ve tabakalardır. Kapitalist üretim “onları beden ve
ruhlarıyla o şekilde içlerine alır ki, kendilerine sunulan şeylere hiç
direnmeden kapılırlar.” Böylece kitleler yönetenlerin ahlak anlayışını
benimsemekte, kapitalist sistemin başarı mitine kapılmakta, böylece
kapitalizmin yarışmacı çalışma anlayışını hayatlarına egemen kılmaktadır.
Kitleler yönetenlerin isteklerini benimseyerek hem çalışma düzeninin hem de
tüketimciliğin ve hazcılığın kölesi haline gelmelerine neden olan ideolojiye
ısrarla sarılmaktadırlar.
Kültür sanayinin tüketiciler üzerinde etkisini göstermesi bir baskı yoluyla
gerçekleşmez, eğlence yoluyla dolayımlanır. “eğlence geç-kapitalizm
koşullarında çalışmanın uzantısıdır ve mekanikleştirilmiş çalışma süreciyle
yeniden başa çıkmak için bu süreçten kaçmak isteyenlerce aranmaktadır. Çalışma
saatlerinde işyerinde istihdam edilen kitleler, çalışmadan kalan serbest
zamanlarında da kendilerine kültür sanayince sunulan eğlence etkinliklerine
kanalize edilerek adeta yeniden istihdam edilmektedirler. Fabrika ve
buradaki mekanikleştirilmiş çalışma sürecinden kaçmak, boş zamanlarda bu sürece
yeniden uyumlanmakla mümkündür. Özünde eğlence ve boş zaman etkinlikleri
insanın kendini geliştirmesi ve özgürleşmesi açısından önemlidir. Ancak kültür
sanayi eğlencenin bu işlevini ortadan kaldırır, eğlence sadece kaçmak istediği
günlük yaşantısının övgüsünü sunar. “kültür sanayi insanlara cennet diye aynı
günlük yaşamı sunmaktadır.” Kültür sanayiinde egemen sanat nitelik değiştirerek
eğlence haline gelmiştir.
Kültür sanayi insanın içinde bulunduğu yaşama karşı direniş öğesini
bastırmak için, bu acımasız yaşama nasıl ayak uydurması gerektiğini alıştırarak
öğretir. “İzleyiciye günlük yaşamda yıpratan sürekli umut kırıcı durumlar
tekrar yansıtılırken, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde, insanın varolmaya
devam edebileceğine dair birer vaat haline gelmektedir. İnsanın yalnızca kendi
değersizliğini fark etmesi, yenilgiyi kabul etmesi hemen bu kitleye dahil
olmasına yetmektedir.” Ama bir şartla: İnsan toplum tarafından kabul görebilmek
için, iktidarla özdeşleştiğini kanıtlamak zorundadır. Yani tüm bireysel özgün
niteliklerinden soyunup, kitlenin alelade –vasat- bireylerinden biri olacak!
Farklılık yalnızca dışsal öğelerde olabilir. Ama davranış çizgisi, ahlaki
tercihler, siyasal tercihler, ve....tüm bunlarda uyumlanmak durumundadır.
Böylece bireyin direnişi kırılarak ortadan kaldırılır. Artık her yerde sahte
bireysellik hüküm sürmektedir. Birey seri üretilen standartlaşmış ürünler gibi
özdeş bir varlık edinir. Sahte bireysellik kendini yalnızca dış görünüşle dile
getirir.
Dili de ele geçiren kültür sanayi sözcükle, deneyimin bağını kopartır. Dil
artık yaşayarak öğrenilemez, onun yerine kitle iletişim araçları ve kültür
sanayi tarafından öğretilir. Bunun sonucu bireylerin dili ve jestleri, bundan
önce denenmiş hiçbir yöntemin ulaşamadığı en ince nüanslara kadar, kültür
sanayi şemasına göre oluşturulur.
Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki insanın tüm davranışları
biçimlendirilebilmektedir. “Bir genç kızın gerekli randevuyu kabul ediş ve sona
erdiriş tarzı, telefondaki en senli benli durumlardaki aksanı, sohbet
sırasındaki sözcüklerin seçimi, hatta....tüm manevi yaşam insanın kendini,
kültür sanayince itkisel uyarımlara kadar temsil edilen modele denk başarılı
bir aygıt haline getirme çabasına kanıt oluşturmaktadır. İnsanların en mahrem
tepkileri bile kendilerine kıyasla o kadar eksiksiz şekilde şeyleştirilmiştir
ki, kendine özgü olma düşüncesi sadece en aşırı soyutluklarda yaşamaya devam
etmektedir: ‘personality’ kavramı artık onlara parlak beyaz dişlerden ve koltuk
altlarının terlemesinden başka bir şey ifade etmemektedir. İşte bu durum kültür
sanayiindeki reklamların zaferidir, aynı zamanda içyüzü anlaşılmış kültür
metalarına tüketicilerin öykünmeleridir.”
Buradaki düşünceleri mutlak anlamda gerçekleşmiş bir durum olarak görmemek
gerekir. Modern toplumda iktidar eski toplumlarda olduğu gibi zor gücüne
dayanarak değil kültürel alanda yapılan düzenlemelerle kendini meşrulaştırarak
varlığını sürdürmektedir. Böylece kitlelerin iktidara muhalif bilinç edinmeleri
engellenmektedir. Bu konudaki en önemli çözümlerden biri işçi sınıfını mutlak
yoksullaştırım yerine göreli yoksullaştırım yoluyla tüketimini arttırmak
ve kitle kültürü ürünlerinin tüketicisi haline getirmektir. Dolayısıyla da
kapitalizmin yarattığı temel çelişkilerin sivriliği törpülenmiş, tüketim ve
kitle kültürünün yarattığı mutluluk yanılsaması yaygınlaştırılarak kitlelerin
hoşnutsuzluğu giderilmeye çalışılmıştır. Adorno ve Horkheimer’in görüşleri bu
temelde anlaşıldığı zaman, onların mutlak bir durumu değil ama günümüzde
giderek yaygınlaşan bir durumu ifade ettikleri düşünülebilir. Bu da onların
umutsuz değil gerçekçi bir tablo çizdikleri anlamına gelir.
Frankfurt okulu ile hep belirli bir yakınlık içinde bulunmuş ama yine de
kuramsal olarak belili bir mesafe içinde kalmış olan Walter Benjamin de modern
döneme ilişkin çok önemli çözümlemelerde bulunmuştur. Modern tekniğin yıkım
kadar çeşitli özgürlük olanakları da yarattığını göz ardı etmeyen Benjamin,
biraz da Yahudi mistisizminden kaynaklanan tarih felsefesinde her zaman
kurtuluş/özgürleşme ihtimalini saklı tutmuştur. Doğrudan kitle toplumu
kavramını kullanmamışsa da yaptığı çözümlemeler modern sanayi toplumunun
kültürde yarattığı değişimleri ve geleneğin yitirilişini açığa çıkartmak
yönündedir. Bu nedenle kültürün sanayileşmesi, ticarileşmesi, ve kitlelerin
aldanımı amacıyla tüketim ideolojisinin ve fantazyaların üretimini
incelemiştir. “Pasajlar” çalışmasında 19. Yüzyıl Paris’i özelinde modern
kültürün doğuş sürecini inceler. Buradaki “19. Yüzyılın Başkenti Paris” adlı
denemsinde kentin çehresindeki değişiklikleri inceler. Sermaye yoğunlaşması
sonucu gelişen sanayiye paralel olarak büyüyen ve nüfusu artan modern kentlerde
üst tabakalarla kitleler arasında mekansal bir ayrılık kalmamış, kent
merkezlerini kalabalıklar doldurmuştur.
Paris’te, özellikle tekstil sanayiindeki gelişme yanı sıra lüks tüketim
mallarının ticaretinin artışı sonucunda alışılandan daha çok mal depo eden
büyük mağazalar kurulmaya başlanmıştır. Bu tür mağazalar 1820’lerden itibaren
yaygınlaşan “Pasaj” adı verilen bir tür kapalı çarşıda bulunur. Bu mağazalar
daha fazla müşteri çekebilmek için vitrin düzenlemesine yönelmiştir. Bununla
beraber sokak lambaları, cadde kenarlarına kaldırımlar ilk kez bu dönemde
yapılmaya başlanmıştır. İnsanlar pasajlara, gezintiye çıkmak, kendini etrafa
göstermek ve meta seyrine çıkmak gibi üç farklı amacı bir arada gerçekleştirmek
için gitmektedirler. Böylece modern kent insanının yeni eğlence biçimi
“metaların seyri” başlamış olur. Bu Pasajları günümüzün devasa alış-veriş
merkezleri ve hiper-marketlerinin öncüsü sayabiliriz.
Bu dönemde Paris’in çehresini etkileyen bir başka değişim de kent
planlaması alanında olur. Paris’li yöneticiler kentin merkezi bölgelerinden
yoksul tabakaların uzaklaştırılması amacıyla eski sokakların yıkılıp yeniden
imarına karar vermişlerdir. Eski sokaklar ve konutlar yıkılınca bu bölgelerin
fiyatları spekülasyon nedeniyle çok yükselmiştir. Buraların kiraları yükselince
de yoksullar zorunlu olarak kentin varoşlarına gitmek zorunda kalmışlardır.
Paris’in ünlü valisi Haussmann’ın bundan elde ettiği ikinci sonuç da kentin iç
savaşa karşı tahkim edilmesi olmuştur. Eski dar sokakların yerine geniş
sokakların yapılması barikat yapımını engellemeyi amaçlıyordu. Aynı zamanda
Haussmann kışlalarla varoşları en kestirme yoldan birleştiren geniş bulvarlar
kurduruyor bu çalışmasına da “stratejik güzelleştirme” adını veriyordu. Bu
durum da modern kent planlamasının insani olmayan doğasını gösterir. Hem kentin
iç savaşa karşı güvenliğini sağlamak hem de burjuvazinin egemenliğini simgesel
olarak ifade etmeye yarayan bu yeni kent mimarisinde “burjuva sınıfının
dünyasal ve tinsel egemenliğinin simgesi olan kurumların, caddelerin
sağlayacağı çerçeve içerisinde yüceltilmesi öngörülmüştür. Gerçekten bugün
büyük kamu binaları, şirketlerin ve iş merkezlerinin devasa yapıları, burjuvazinin
tüm kente tepeden bakan anıtsal yapıları – göğe uzanan tapınakları- gibi inşa
edilmektedir. Binanın yüksekliği ve görkemi sermayenin büyüklüğüne ve gücüne
delalet etmektedir.
19. yüzyılda ortaya çıkan bir başka önemli değişim de iç mekana verilen
önemin artmasıdır. Kapitalizmin çalışma yaşamına getirdiği en önemli
yeniliklerden biri iş mekanı ile yaşama mekanını, iş yaşantısı ile özel
yaşantıyı birbiriyle uzlaşmaz bir şekilde ayırmasıdır. Bunun sonucunda çalışan
birey her gün yinelenen bir döngü içerisine girer. Her gün yaşama mekanlarından
karıncalar gibi işyerlerine akan milyonlar ulaşım araçlarının kalabalığı içinde
birbirini tanımayan yığınlar halinde yolculuk ederler. İşyerleri, çok sıkı bir
hiyerarşiye dayanarak bedenin mekandaki konumunu ve hareketlerini dahi denetim
altına alarak insanları komutla harekete geçirilen bir nesne haline getirir.
Kişisel özgürlük alanı son derece sınırlanmış, tam anlamıyla programlı hale
gelinmiştir. İş çıkışı ve tekrar eve dönüş, çalışanlar için her gün yinelenen,
bir tür kölelikten özgürleşme olarak algılanır. O nedenle insanlar bir an önce
eve ulaşmanın stresini yaşarlar. Bireysel özgürlüklerine “karışılmadığı” yegane
mekan evdir onlar için. Bu nedenle iç mekanın düzenlenmesi çok önem taşır. İç
mekana herkes kendi izlerini bırakmaya çalışır. Burada insanlar özlemlerini
dile getiren simgelere sarılırlar. Mobilyalar ve türlü süs eşyaları, çoğu
zaman kullanım değerlerinin ötesinde böylesi amaçlara hizmet ederler. Değişim
değerinden ve kullanım değerinden özgürleştirilmiş, yalnızca o kimse için anlam
taşıyan simgeler haline gelmişlerdir. Bireyin içine çekildiği bu kişisel yaşam
mekanının fantazmagorileri, bu yaşam mekanının özel gibi görünmesinden
kaynaklanmaktadır. Halbuki süs eşyaları ve mobilyalar gibi birtakım nesneler,
hiçbir estetik değere sahip olmayan yalnızca ‘kitsch’ niteliğindeki bir takım
ürünlerdir. Bunlardan binlercesi standart olarak üretilir ve herkes bunları,
mekanını özelleştirmek amacıyla kullanır. Fakat bu yolla da gerçek anlamda özel
bir mekan elde edilemez. Çünkü, bu sanayi ürünleriyle birbirinin aşağı yukarı
eşdeğeri standart mekanlar oluşturulabilir ancak. İnsan iç mekanında bile tek
biçimlileştirilmiştir artık. “Birey bakımından ilk kez olarak yaşama alanı
işyerinin karşıtı olarak ortaya çıkar. Yaşama alanı iç mekanda
gerçekleşir.....Büroda gerçekler doğrultusunda davranan birey, evinin dört
duvarı arasında yanılsamalarıyla vakit geçirmek dileğindedir. İşine ilişkin
düşünce ve hesaplarının kapsamını onlara toplumsallık niteliğini kazandıracak kadar
genişletmek niyetinde olmadığından, sözü edilen gereksinim birey açısından daha
da zorlayıcı olur. Özel çevresini düzenlerken, her iki düşünceyi de kovar. İç
mekana ait fantazmagoriler, işte bu durumdan kaynaklanır......Bu iç mekanda hem
uzakta olanlar, hem de geçmişte kalanlar toplanır.”
Sanayileşmenin, tekniğin, kentleşmenin en önemli sonucu bireyin gitgide
değerini yitirmesi ve kitleleşmesidir. Bu toplum yaşamı ise insan
özgürlüklerine hem yeni olanaklar sağlar hem de yeni denetim biçimleri kurar.
“Yüzyıl, yeni teknik olanaklara, yeni bir toplumsal düzenlemeyle ayak
uyduramamıştır. Bunun sonucunda Eski’nin ve Yeni’nin yüzyılın
fantazmagorilerinin parçaları olan aldatıcı mesajları, baskın çıkar. Bu
fantazmagorilerin egemenliğindeki dünya....Modern Çağdır.”
Benjamin Pasajlar yapıtındaki bir diğer denemesi olan “Baudelaire’de İkinci
İmparatorluğun Parisi”nin “Bohem” adlı fragmanında modern kent yaşamında
iletişimin aldığı yeni biçimleri inceler. 1820’li yıllarda Paris’te gazetelerin
abone ücreti sadece zengin insanların ödeyebileceği kadar yüksektir. Gazeteler
yalnızca abonelik sistemiyle dağıtılmaktadır. Ancak buna rağmen gazetelerin
abone sayısı 1820’lerde kırk yedi binden 1840’larda iki yüz bine çıkmıştır.
Gazetelere abone olamayan düşük gelirliler ise yalnızca kafelere gidip
okuyabilmektedirler. 1840’ların ortalarından itibaren Paris’in büyük gazeteleri
üç önemli yenilik yaparlar: yıllık abonman ücretini yarı yarıya düşürmek,
reklamlar yayınlamak, ve tirajları yükseltmek için tefrika romanlar yayınlamak.
Ancak reklamlar nedeniyle çekiciliğini yitiren gazetenin yeniden ilgi çekici
hale gelmesi için de gazetenin her gün yeni bir şeyden söz ediyormuş gibi
görünmesi gerekiyordu. Bunun içinde önemli haberlerin yanı sıra önemsiz bir
takım haberlerin büyütülmesi ve sansasyonel yayıncılık başlamıştır. Böylece
fiyat düşürme politikasının sonucunda, siyasal yaşama ilişkin haberler yerine,
merak ve dedikodu niteliği ağır basan konular çoğalmaya başlamıştır. Bunun yanı
sıra yıllık anlaşmalara bağlı ve bir fabrika hızıyla roman yazan Alexander
Dumas gibi yazarlar türetilmiştir. Bu gibi yazarlar, basın için taşıdıkları
önem dolayısıyla çok yüksek ücretler almaya başlamışlar ve çok büyük ün sahibi
olmuşlardır. Kitle kültürünün yıldızlaştırdığı bu tür yazarların karşısında,
Baudelaire gibi kendisini piyasa düzenine teslim etmeyen yazarları ve
sanatçıları ise edebiyat dünyasında yer edinememe ve parasızlık bekler. Aslında
kapitalizm öncesi dönemde de sanatçılar, soylular ve para sahipleri tarafından
himaye edilmekte ve yeri geldiğinde ısmarlama ürünler de vermekteydiler. Buna
rağmen sanatçılar çağlarının ideolojisinin ötesine geçebiliyor ve örtülü bir
şekilde egemenleri eleştirebiliyorlardı. Kapitalizmin bu konuda getirdiği en
önemli değişim ise sanatçının dolaysız bir şekilde meta üreticisi, sanat
yapıtının ise standart bir ürün haline gelmeye zorlanmasıdır. Estetik bakımdan
yüksek ve eleştirel değere sahip sanat yapma olanağı da gitgide daralmaktadır.
Dahası, sanatlar bir yandan endüstriyelleşerek kitle kültürü haline gelmekte,
bir yandan da reklamcılık sektöründe insan psikolojisini etkileme teknikleri
arasında yerini alarak sanat olma kimliğinden tümüyle soyunup araç durumuna
indirgenmektedir. Böyle bir sürece direnen Baudelaire gibi sanatçılara da
“kalabalıklar içinde bir yalnız” olma dışında bir seçenek kalmamaktadır.
Sonuç
İnsan türünün ortaya çıkışından itibaren insanlık, doğayla savaşımı
sürecinde iki büyük toplumsal devrim gerçekleştirmiştir. Birincisi sabanın
icadıyla birlikte tarımsal devrim ya da neolitik devrimdir. İnsan ilk kez
doğanın verdikleri ile yetinmek yerine onu kendi amaçları doğrultusunda
değiştirmeye başlamış ve böylece bu dönem yerleşik uygarlıkların doğuşunu
sağlamıştır. Barbarlıktan uygarlığa, göçebelikten yerleşikliğe, avcılık,
toplayıcılık ve yağmacılıktan üretime geçilmiştir. İnsan doğanın karşısında
kendi yaratımı olan ikinci bir doğa yani kültürü yaratmıştır. Neolitik devrimin
en büyük sonucu da günümüze kadar gelen uygarlığın en temel kurumları olmuştur:
Meta üretimi, mülkiyetin doğuşu, toplumun sınıflara ayrılışı, devlet, ordu, din
ve soyut düşünceye ait felsefe, sanat, bilim kurumları. Böylece uygarlık öncesi
dönemde doğanın bir parçası olarak yaşayan özgür insanın köle, serf ya da
ücretli olarak boyunduruk altına alınmasına yol açan sınıflı toplumlar
doğmuştur.
İnsanlık tarihinin ikinci büyük toplumsal devrimi olan sanayi devrimi ise
insanın tüm ihtiyaçlarını sınai yoldan yani makine tekniğini kullanarak
üretebilme olanağını vermiştir. Sınai üretim sayesinde doğada var olanlardan
doğada hiç olmayan yepyeni sentezler yaratılabilmiştir. Sanayileşme ile
birlikte tarihte ilk kez tüm insanlığın ihtiyaçlarını eksiksiz karşılayabilme
olanağı da elde edilmiştir. Üretim araçları ve üretim bilgisinin gelişimi
geometrik olarak hızlanmıştır. Tüm dünya ulaşım ve iletişim ağlarıyla birbirine
bağlanarak bilginin ve kültürün evrenselliği sağlanmıştır. Sanayi devriminin en
önemli sonuçlarından bir diğeri de geçmiş toplumların mistik ve dinsel
evren tasarımlarını tümüyle yıkarak gerçekliğin nesnel bilgisine ulaşma yönünde
çok önemli adımlar atılmasıdır. Bu da toplumsal yaşamın sekülerleşmesini
sağlamıştır. Tüm bu saydıklarımız insanlığa, uygarlığın yarattığı ve bugüne
kadar getirdiği egemenlik/bağımlılık ilişkilerini kökten ortadan kaldırıp,
özgürleşme imkanı sunmaktadır. Fakat modern kapitalist sistem toplumun bu
olanaklara göre yeniden düzenlenmesini yani siyasal bir değişimi
engellemektedir. Çünkü modern toplum da özünde, egemenlik/bağımlılık
ilişkilerini yeni formlara sokmaktan başka bir şey yapmamıştır. Bu nedenle
sanayi, modern teknik ve bilim, kentleşme, kitle iletişim araçları insanı yeni
bir tahakküm sürecine, ama önceki toplumlardan farklı olarak fiziksel zora
değil kültürel düzenlemelere dayalı bir tahakküm biçimine sürüklemiştir.
Böylece insan bireyleşmek ve özgürleşmek yerine manipüle edilen yığınlar haline
gelmiştir.
Bu çalışmada adı geçen tüm düşünürler, bu süreci betimlemeye ve analiz
etmeye girişmişlerdir. Ancak yalnızca Mills, Frankfurt Okulu kuramcıları ve
Benjamin kapitalist sistem ile kitle toplumu arasındaki nedensel ilişkileri
çözümleyebilmişlerdir. Onlar soruna insanın yabancılaşmadan kurtulması ve
özgürleşmesi açısından yaklaşmışlardır. Modern çağ, gerçekten de insanın kendi
üstündeki tüm tahakküm biçimlerini ortadan kaldırarak sınıfsız, özgür bir
toplum kurabilme olanaklarını yaratmıştır. Bundan sonra insanın önündeki en
büyük görev tarihin öznesi olarak eyleme geçmek ve kendi tarihini bilinçli bir
şekilde yazmaya başlamaktır.
Notlar:
[1] Karl Marks “Yahudi Meselesi” çev. Niyazi Berkes (Sol Yayınları
1968) sf. 23
[2] Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi, sf 17
[3] Tocqueville ile ilgili alıntılar Swingewood ve Oskay’dan yapılmıştır.
* Tocqueville’den alıntılayan Adorno ve Horkheimer
[4] Adorno ve Horkheimer, Kültür Sanayi, Aydınlanmanın Diyalektiği, sf:22
[5] Nietzsche ile ilgili alıntılar Swingewood’un adı geçen kitabından.
[6] Spengler ile ilgili alıntılar Sorokin’in adı geçen kitabından
[7] Theodor Adorno, “Spengler Haklı mı Çıkacak ? (1955)”, Eleştiri- Toplum
Üzerine Yazılar, çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul, 1990
* Çeviride kitle terimi yerine aynı anlama gelmek üzere kütle terimi
kullanılmış. Burada alıntılar dışında kitle terimini kullanmaya devam edeceğiz.
[8] Mills’le ilgili tüm alıntılar İktidar Seçkinleri’nin “Kitle Toplumu”
Bölümündendir.
·Fransız felsefeci ve sosyolog Jean Baudrillard’ın bu konuda çok ilginç bir
sözü vardır: “Gerçekliğin aynadaki imgesi, kendisinden daha gerçek
görünebilir.” (Baudrillard ‘ayna imgesi’ kavramı ile kitle haberleşme
araçlarının sunduklarını kast ediyor.)
Kaynaklar:
Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi, cev. Aykut Kansu, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara, 1996
P.A. Sorokin, “Oswald Spengler”, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri
içinde, çev. Mete Tunçay, Göçebe Yayınları, İstanbul, 1998
Ortega y Gasset, Kütlelerin İsyanı, çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir
Yayınları, İstanbul, 1992
C. Wright Mills, “Kitle Toplumu”, İktidar Seçkinleri içinde, çev. Ünsal
Oskay, Bilgi Yayınları, Ankara, 1973
Martin Jay, “Estetik Kuram ve Kitle Kültürü”, Diyalektik İmgelem, çev.
Ünsal Oskay, Ara Yayınlar, İstanbul, 1989
Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Kültür Sanayi”, Aydınlanmanın
Diyalektiği içinde, çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1996
Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 1994
Ünsal Oskay, “Walter Benjamin’in Baudelaire Üzerine Çalışmaları” AÜ SBF
Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllık, 1981
Ünsal Oskay, 19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri,
Der Yayınevi, İstanbul, 1993
Georg Simmel, “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, çev. Bahar Öcal Düzgören,
Cogito Dergisi, 8. Sayı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996
Karl Marx, Yahudi Meselesi, çev. Niyazi Berkes, Sol Yayınları, Ankara, 1968
Karl Marx, Komünist Manifesto, çev. Muzaffer Ardos, Sol Yayınları, Ankara,
1993