16 Mayıs 2015 Cumartesi

Oy Kullanmak Politik Bir Eylemdir

Türkiye’deki sistem karşıtı hareketlerin siyasal iktidarları ve sermaye birikim politikalarını frenleyebilecek bir karşı güç oluşturmasını ve hakim millet tasavvuruyla asimile edilemeyen Kürtlerin ve sisteme entegre edilmeye çalışılan ancak her zaman dışlamaya maruz bırakılan Alevilerin ülke yönetiminde kendi adlarına söz sahibi olmasını engellemekte, devletin süreklilik gösteren güvenlik politikalarının muhalif hareketleri yok etmeye yönelen şiddeti kadar, dünyadaki en yüksek seçim barajı uygulamasına dayalı seçim sisteminin de belirleyici bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü radikal sol akımlarla Alevi ve Kürt örgütlenmelerinin temsili demokrasi içinde kendilerine yer açma çabalarının mevcut cumhuriyetin kurucu temellerini sarsabilecek, daha da ötesinde kapitalist toplumsal düzeni değiştirmeye yönelebilecek bir toplumsal mücadelenin açığa çıkmasına etkisi olmasından hep korku duyuldu. Bu yüzden cumhuriyet rejimi daha en başından beri, muhalefetin ya hiç olmadığı, ya da tamamen marjinalize edildiği bir modelle sürdürülmeye çalışıldı. Kemalist diktatörlükten çok partili rejime geçiş sürecine ve günümüze kadar hep böyle sürdüğü için, toplumsal muhalefetin en meşru biçimleri dahi daima tehdit olarak algılandı ve çıplak devlet baskısının yanı sıra yasa dışı devlet şiddetinin kontra-terör metotlarıyla da sindirilmeye çalışıldı. Yürürlükteki seçim sistemi de bu durumun sürmesini sağlayan bir devlet şiddeti tertibi olarak tasarlandı. Bu modelden en çok yararlanan siyasal parti ise on üç yıldır egemenliğini sürdüren AKP oldu.
Sistem karşıtı muhalefete yönelik devlet şiddetindeki süreklilikte, geçmişten günümüze kadar değişen pek bir şey olmadı. İçinde olduğumuz genel seçimler döneminde de Türkiye’nin pek çok yerinde HDP’nin seçim stantlarına, bürolarına, aktivistlerine, propaganda materyallerine yönelik provokatif saldırılar düzenlenmesi, basın yoluyla karalama ve kriminalize etme çabaları, savaş kışkırtıcılığına varan provokatif söylemler, medya kuruluşlarında temsil edilmesini kısıtlamak için medyaya baskı yapmak gibi uygulamalar, HDP’nin barajı geçmesinin sadece AKP açısından değil daha geniş anlamda düzen güçleri safının tamamında tehdit olarak algılandığının açık göstergeleridir.
AKP’nin otoriterleşme eğiliminin özellikle işçi grevleri, sokak protestoları ve toplumsal mücadeleler üzerinde gittikçe artan baskıcı eğilimleri göz önünde bulundurulduğunda, yüzde on barajını aşıp meclise girecek ve AKP’nin aşırı güç biriktirmesinin önünü kesebilecek bir sol alternatif daha da büyük önem kazanıyor. Önce meclise girip daha sonra da yüzde on barajının kaldırılmasına çalışacak bir politik hamle, daha sonraki dönemde, tüm sokağa dayalı mücadelelerin yeni mevziler kazanması ihtimalini arttırmak için elzem görünüyor. Aksi durumda Türkiye’deki adalet sisteminin, iç güvenlik politikalarının, basın ve medya düzeninin görece demokratikleştirilmesi başarılmadan, uzun vadede, toplumsal hareketlerin baskıcı bir dönemin etkisiyle daha etkisiz ve sınırlı mecralara çekilmek zorunda kalma ihtimali olduğunu tahmin edebiliriz. AKP’nin iç güvenlik paketini bunu ön görerek tasarladığını biliyoruz.
Buraya kadar söylediklerim, HDP’ye neden oy verilmesi gerektiğini savunan soldaki hemen herkesin ortak argümanlarıdır. Ancak seçimde oy kullanmayı, meclise girme hedefine katkıda bulunmayı, bir siyasi partiyi desteklemeyi bütünüyle eleştiren ve düzen içi bir pratik olarak gören, seçimlere katılmanın tümüyle etkisiz olduğunu düşünen bir anlayış karşısında yukarıdaki argümanlar yeterince ikna edici olmayabilir.
Son yıllarda her seçim döneminde kimi zaman liberter, anti otoriter, anarşist çevrelerden Emma Goldman’ın “Eğer oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, onu yasa dışı hale getirirlerdi” sözünü bir ilahi tebliğ gibi ara sıra sosyal medyada dolaşıma sokan ya da HDP’nin siyasi söylemlerine yeterince sosyalist veya devrimci olmadığı gerekçesiyle itiraz eden, işin içinde gizli bir pazarlık olduğu kuşkusunu yayanların, genel geçer söylemleri bırakıp bu seçim barajının neden sürdüğüne ve toplumsal muhlefetin kapasitesi üzerinde bir etkisi olup olmadığına dair dair ciddi bir siyasi analiz yapması gerekiyor.
Eğer oy kullanmakla bir şeyler değişmeseydi cunta ve onun ardından küresel sermaye egemenliğinin programını uygulayan ANAP’tan AKP’ye kadar tüm sağ partilerin bu seçim barajını ısrarla korumaları anlaşılmaz olurdu. Seçim barajının, özellikle 90′lı yıllardan sonra doğrudan Kürt siyasal hareketinin temsilcilerine karşı korunduğunu herkes biliyor. Birçok alanda “demokratik reformlar” yapar görünen, AB uyum yasalarını çıkaran, lafa gelince Alevi ve Kürtlere yönelik açılımlar yapıp 12 Eylülcüleri yargılama müsameresi yapan bir parti olan AKP’nin, bu göstermelik uygulamalarını bir yana bırakırsak, seçim barajını neden kaldırmadığı yeterince açık değil mi? Mesele sadece kendi siyasal iktidarını garanti altına almak mıdır? Eğer bugüne kadar bir seçim barajı olmasaydı, Kürtlerin siyasal sistemin içine girip kendi adlarına siyaset yapması, Alevilerin kendi siyasal temsilcilerini seçebilmeleri, sol akımların daha geniş bir mobilizasyonla meclise hiç değilse bir kaç milletvekili yollayabilmeleri, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların, Arapların, Çingenelerin, Çerkezlerin ve adını sayamadığım diğerlerinin belki de mevcut ana akım sağ liberal partilere destek vermek yerine zaman içinde küçük de kalsa kendi adlarına siyasal temsilciler seçip mecliste görece daha demokratik bir temsil arayışına girmeleri mümkün olmaz mıydı? Bu tür bir düzenleme, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden hâkim Sünni-Türk millet algısını dağıtmakla kalmayacak, muhtemelen, geç Osmanlı dönemi ve cumhuriyet dönemi boyunca yapılmış katliamların ve ayrımcılığın üstündeki örtüyü de er geç kaldırmaya yönelik bir etki yapacaktı. Böyle bir ihtimal AKP’den çok daha geniş bir iktidar bloku için de tehdit olarak algılanmamakta mıdır? Tüm bunların bugün için sadece geçmişe ait defterleri yeniden açmak ve bugünün liberal çok kültürlü çağdaş demokrasisine uygun bir rejim ve siyasal kültür değişikliği meselesi olmadığını herkes biliyor. Bu meseleler, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisine giren katliamların ve soykırımların esasta hangi saiklerle işlenmiş olduğunu da açığa çıkaracaktır: Yani ulus-devletin kuruluş sürecinde bir ulusal burjuvazi ve ulusal sermaye yaratmak ve Osmanlı’nın sömürgeci sisteminin bakiyesi olan tüm etno-kültürel çeşitliliği asilimile ederek uysal itaatkar yurttaşı üretmek. O halde bugün parlamenter temsil sisteminin dışında tutulmak istenenler, açıkça mevcut cumhuriyetin kurucu temellerini sarsma tehdidi taşıyanlardır ve bu sebeple yüzde on barajına rağmen, cumhuriyetin tüm mağdur ettiklerinden bir araya gelen farklılıkların bu barajı aşarak mecliste kendi yerini açma çabası, AKP’nin durdurulmasından çok daha büyük bir hedefe işaret eder. Kaldı ki bugün AKP, geç Osmanlı dönemi otoriter milliyetçiliği ile erken cumhuriyet dönemindeki faşist modernleşme modelinin tüm özelliklerini bünyesinde toplamaya çalışan rafine bir oluşumdur.
1965 yılında meclise giren Türkiye İşçi Partisi devrimci bir siyasal parti olmayabilir. Ancak özellikle 67′den sonra dünyada yükselen devrimci dalganın Türkiye’deki etkisini de arkasına alan gençlik hareketlerinin önemli bir bölümü TİP’in paltosundan çıkmıştır. Sonraki on yıllar boyunca gelişen 70′ler devrimci hareketini ancak 12 Mart ve 12 Eylül cuntaları ile durdurabilmişti egemenler. Ancak uzun yıllar sonra tekrar gerçekleşebilen bir diğer örnek ise 1991 yılında SHP çatısı altında Kürt milletvekillerinin meclise girerek daha sonra kendi partilerini kurmaları ve 18 milletvekiliyle HEP’in meclis çatısı altında yer alması olmuştu. Leyla Zana’nın unutulmaz Kürtçe yemin etmesinin o dönemin kuşağının belleğindeki şok etkisini anmasak olmaz. Takip eden yıllarda vekillikleri düşürülüp dokunulmazlıkları kaldırılarak hapsedildiler ancak 90′lı yılların Kürt hareketine önemli bir ivme kattıkları söylenebilir. Yine uzun yıllar geçtikten sonra Kürt  milletvekillerinin yeniden meclise girebilmeleri ancak 2007 seçimlerinde gerçekleşebildi. Bu tarihten itibaren Kürt siyasal hareketi temsilcileri ile sosyalist hareket arasındaki bağlantılar artarak ilerledi ve 36 milletvekili ile 2011 seçimlerinde daha büyük bir meclis grubu kuruldu. Bu grup içinde sosyalist hareketten üç milletvekilinin de bulunması önemli bir gelişme olarak sosyalistler, yeni sosyal hareketler ve Kürt özgürlük hareketi arasındaki bağların kuvvetlenmesine olanak sağladı. Kesin konuşmamak gerekir ancak, Kürt siyasal hareketi ile sol sosyalist akımlar ve yeni sosyal hareketlerin bugünkü güçlenme düzeyinde bir önceki seçim döneminde yapılan bu ittifakın da etkisi olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
AKP’nin rafine ettiği otoriter devletçi gelenek ve kültür, Tayyip Erdoğan’ın liberal brjuva demokrasisinin sınırlarını bile zorlayan “Türk usulü” bir başkanlık modeline geçme saplantısı ve bu hedefi gerçekleştirmenin önündeki toplumsal engelleri sindirmek için çıkartılan iç güvenlik paketi, halihazırda bütün yapısal şiddetiyle devam eden neoliberal sermaye birikim modelinin, yani toplumsal müşterekleri bir bir ele geçirip sermayeye tabi kılan, mülksüzleştirme ve borçlandırma yoluyla birikim modelinin küresel sermaye programının istikrarla işleyebilmesi için bir zorunluluk. İktidarın kendisi açısından direnişlerin bu kadar geniş bir alana yayıldığı ve her mevzide hazır bir potansiyel olarak beklediği bir durumda toplumsal mücadelelerin sokak bileşeni yeniden zirve yapabilir ve neoliberal programı kesintiye uğratarak girerek sermaye birikim sürecinin krize girmesine yol açabilir. İşçi grevleri, güvencesiz çalışanların mücadeleleri, İstanbul’daki kent mücadeleleri, Doğu Karadeniz su havzalarındaki HES karşıtı direnişler, Sinop ve Akkuyu’da nükleer santral karşıtı mücadeleler, zorunlu din dersine karşı Alevilerin mücadeleleri, Kürtlerin bölgesel özerklik ve özyönetim için yürüttükleri mücadeleler gibi, lise ve üniversite öğrencilerinin eğitim hakkı ve giderek ticarileştirilen eğitim politikalarına karşı mücadeleleri, ve kadınların istihdam, eşit ücret, eğitim ve siyasal yaşama eşit katılım için yürüttükleri mücadeleler, tek tek tüm örneklerini sayamayacağım tüm tekil toplumsal mücadelelerin  aynı birikim stratejisinin ve bunun dayattığı itaatkâr vatandaş tipinin farklı yönlerine karşı gelişen direnişler olduğunu görmek gerekiyor. Bu hareketler birbirinden ayrı tekil kolektif mücadeleler görünseler de, sermayenin siyasal iktidarının aynı düzlemi üzerinde biçimleniyorlar. Her biri kendi bağımsız ya da özerk biçimleriyle hiç bir büyük ölçekli siyasal akımın ya da partinin parçası olmasalar da birbirlerine sürekli olumlu etkiler taşıyorlar. Kendi açısından sermaye ve siyasal iktidar, direnişlerin bu iç içe geçmişliğin farkında, ve ittifakların  ortak mevziler kurmasının oluşturacağı tehdidi iyice ölçüp hesaplıyor.
Gerçekten de özellikle son dört yılda Kürt özgürlük hareketinin çok katmanlı örgütlenmeleri ve siyasal parti düzleminde de BDP ile diğer toplumsal mücadelelerin içinden gelen grupların, irili ufaklı sosyalist parti ve çevrelerin tüm bu mücadelelerle doğrudan yatay bağlarla şekillenmiş ittifakların ağı olarak ortaya çıkan HDP’nin mecliste güçlü bir gruba sahip olmasının, parlamento dışı kolektif siyasal mücadelelerin gelişmesinin yollarını daha da çoğaltacağını söylemek, üstelik AKP’nin de tam bundan korkuya kapıldığını iddia etmek abartı değildir. AKP’nin korkusu yalnızca Kürt siyasal hareketinin temsilcileriyle bir siyasal müzakere masasına oturmak değil. Daha tehditkâr olan, cumhuriyetin başından beri dışlananların, Kürtlerin siyasal özgürlük hareketinin, sosyalist hareket bileşenlerinin ve toplumsal mücadele ağlarının oluşturacağı geniş ittifakın bir siyasal parti şeklinde davranıp kolektif bir güç olarak tüm neoliberal politikalara ve devlet şiddetine karşı koyabilecek yeni bir evreye geçmesi.
Bu tablo tüm toplumsal direnişlerin hedeflerine ancak parlamenter sistem yoluyla ulaşabileceği şeklindeki eski reformist/sosyal demokrat modeli yeniden canlandırmak değildir. Daha ziyade, meclis, radikal sol toplumsal muhalefet bileşenlerinin temsilcilerine, Kürtlere, Alevilere, Sünni-Türk olmayan diğer etnik topluluklara kapatıldığında siyasal iktidar sınırsız bir güçle hareket edebildiği için, sokak muhalefeti kadar meclis muhalefeti de önem kazanıyor. Bundan dolayı oy kullanmak, diğer siyasal eylem biçimleri kadar politik olarak etkili bir eylem biçimi halini alıyor. Oy kullanmak yoluyla yerel seçimlerde ya da genel seçimlerde konum almak, sokakta direnişe geçmek kadar aktif bir konum almak haline geliyor. Sokaktaki konum alışın etkisinin sürekliliği için vazgeçilmez oluyor. Geçmişte bize belletilmeye çalışıldığı gibi biri diğerini ikame ettiği için ya da oy vermek daha iyi, konforlu bir siyasi mücadele yolu olduğu için değil, oy vermek ile sistem karşıtı mücadele arasında bir tür ikili karşıtlık bulunmadığı için. Tıpkı taş atmak ile bildiri dağıtmak arasında da birbirini olumsuzlayan bir zıtlık olmadığı gibi.
AKP’nin anayasa yapımı sürecinde toplumun geniş kesimlerini temsil eden bileşenleri dışarıda bırakacağının anlaşıldığı ve Kürt özgürlük hareketini de KCK tutuklamalarıyla boğmaya çabaladığı bir dönemin hemen ardından, hükümetin ve Tayyip Erdoğan’ın sistem karşıtı hareketlerin güçlenmesi karşısında otoriterleşme eğilimleri arttı. Tam da bu dönemde yani 2011 genel seçimlerinden bu yana yapılan örgütlenme çalışmalarıyla, Kürt özgürlük hareketinin temsilcilerinin, çok geniş ölçekte kolektif toplumsal mücadelelerin içinden gelen aktivistlerin ve çeşitli sol örgütlerin yan yana gelmesiyle şekillenen Kongre hareketi ve onun ardından da HDP bir ittifak gücü haline geldi. Yani giderek artan otoriterleştirme muhafazakarlaşma ve eğilimine karşı tüm ilerici, özgürlükçü eşitlikçi, devrimci güçlerin bir ittifakı olarak. Bu ittifakın daha 2013′teki Haziran isyanında kendini gösterdiği, tüm inkar etme çabalarına rağmen doğrudur. Takip eden dönemde de geçmişte birbirinden ayrı ve tümüyle ilgisiz toplumsal mücadeleler olan Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye’nin batısındaki toplumsal mücadeleler arasındaki temas giderek artmış, Kobanê direnişinin ardından ise en görünür haline ulaşmıştır.
Bugün HDP mecliste, öncekinden daha etkili bir güçle yer alırsa, AKP hükümeti başkanlık hedefine ve tek başına anayasa değiştirme yetkisine sahip olamayacak zayıf bir hükümet olarak kalır ve sistem karşıtı hareketlerin baskısı, kendi içindeki çıkar çatışmaları kısa zamanda partinin erimesine yol açar. Bunun kısa vadeli ilk pratik kazanımı ise neoliberal saldırganlığın daha fazla yıkım yaratmasına bir derece dur diyebilme imkânı ortaya çıkarabilmesidir, özellikle de sokak hareketi düzleminde.
Meclis’teki güçlü bir HDP grubu, kuru kuru parlamenter muhalefet olmayacak, aksine hem modern cumhuriyetin dayandığı üniter ulus algısının hem de görünürde onun karşıt kutbu gibi sunulan gerçekte ise devamı olan milliyetçi-muhafazakâr siyasal hegemonyanın dağılmasını kolaylaştıracaktır. Demokratik özerklik projesinin ya da en basit şekliyle söylersek devletin merkeziyetçi temsili demokrasisinin yerini alacak, konfederal bir öz yönetim modelini hayata geçirecek yeni siyasal karar alma kurumların meşruluk kazanması ve toplumsallaşmasına doğru adımların sadece Kürdistan’da değil, tüm toplumsal hareket alanlarında güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Rojava Devrimi’nin önüne dikilen faşist İslamcı çeteleri el altından destekleyen bir hükümetin Ortadoğu bölgesinde oyun kurucu ve gerici rolünün artık zayıflaması belki de tümüyle ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bölgedeki diğer halkların demokratik mücadelelerinin karşısına dikilen selefi faşist örgütlenmelerinin sponsorlarından birisini tüketecektir. Bu da Rojava Devrimi’ni savaş koşullarından çıkararak, hedeflerine bir adım daha yaklaşmasını sağlar.
Meclis’teki HDP, Türkiye’de 12 Eylül travmasından ve sol melankoliden ancak Haziran 2013′te Gezi ayaklanması ile sıyrılmaya başlayıp aktif bir siyasal harekete dönüşen radikal solun serpilmesi için kullanılacak olanaklar demektir. Devletin tüm kurumlarından topluma yayılan ırkçı, faşist, nefrete dayalı egemen siyaset dilinin toplumun bilincine nüfuz etmesine karşı yeni bir sol özgürlükçü siyaset dilinin ve kültürünün serpilip gelişmesi demektir. Özellikle ana akım siyaset yoluyla toplumun bilincine kazınan ve devamlı olarak kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti kışkırtan eril dilin karşısında cinsiyet eşitlikçi bir siyaset dili ve siyasal kültürün tümüyle yaygınlaşmasının ve kalıcılaştırılmasının yolunu açacaktır.
Bir siyasi parti devrimci ve özgürlükçü bir anlayışı hayata geçirmek için uğraşsa bile ona oy vermeyi, bir partiyi desteklemeyi devrimci olmayan hatta düzen içi bir pratik olarak gören, somut durumların analizinden uzakta duran bir soyut muhalefet yaklaşımı hâlâ alıcı buluyor radikal sol içinde. Düzen içi ve düzen dışı siyaset arasındaki muğlak çizgi bir yana dursun, bu zamana kadar devrimci, muhalif insanlar olarak bir düzen içi siyaset tanımlayıp, o alandaki mücadeleyi ve özneleri küçümsedik. Tek öğrendiğimiz şey ise şuydu: ya meclise girerek reformist olacaktık ya da onu reddederek devrimci. HDP projesi ise tam bu kıskacı kırıyor. Yani ya düzen içi ya da tamamen dışına çıkarak siyaset yapma ikili karşıtlığının ötesinde bir siyaseti mümkün kılıyor.
HDP projesi kendisini ne sadece düzen içi ne de sadece düzen dışı mücadele mevzileri ile sınırlamayıp, iktidara karşı mücadelenin yürütülebileceği her mekânı siyasallaştıran bir oluşumdur. Zira gündelik hayatlarımızda karşılaştığımız yasakların, engellerin, baskıların, şiddet pratiklerinin yakıcılığı düzen içi siyasete girip bir an önce orayı değiştirmeyi gerektirir. Öte taraftan politik ufkumuzu sadece var olanı dönüştürmekle sınırlamayıp alternatif bir hayatı kurmaya yardımcı olacak koşulları oluşturmak mümkün. Kendimizi düzen dışı siyaset yapan özneler olarak tanımladığımızda evet pürü pak bir mertebeye yerleşmiş oluyoruz, reel siyasete bulaşmayarak hiç kirlenmemiş ve de kirlenmeyecek olan radikal devrimciler oluyoruz. Oysa başka özgül örgütlenmelerimizden, mikropolitik mücadelelerimizden vazgeçmemiz, bütün siyasi arzularımızı ve hedeflerimizi sadece seçime yatırıp, sonra da başka hiçbir şey yapmadan durmamız gerekmiyor. Seçimlerde oy kullanmak yalnızca, sistem karşıtı mücadele ve kolektif eylem biçimlerine uzak duran kitleler için bir demokratik karar sürecinin parçası olduğu yanılsaması yaratır, çünkü ancak bu vatandaş seçmenler kendi hayatlarının koşullarını ele geçirmek ve düzeni değiştirmek için hiçbir şey yapmadan, yetki verdiği temsilcilerin onun adına her şeyi yapmasını umarlar.
Oysa sistem karşıtı mücadelelerin içinde yer alan herkes, siyasal sistemin tüm kurumsal mekanizmalarının sınırlılıklarını bilir. O mekanizmalarda, iktidar olmak için değil, başka yerlerde o kurumsal mekanizmaları yerinden edecek başka toplumsal kurumlar yaratmak için mücadele eder. Bunu yaparken de içinde bulunduğu ve etkilendiği iktidar kurumlarının da aşırı güç toplamasını engellemek ve karar süreçleri üzerinde de etkide bulunmak ister.
HDP içindeki toplumsal muhalefet bileşenlerinin tamamı, başka bir yaşamın parlamento gücüyle ya da devlet kurumları yoluyla tepeden aşağı kurulamayacağını bilen bir siyasal anlayışta ortaklaşıyorlar. Bu bakımdan parlamento bir iktidar hedefi değil, tıpkı sokak gibi, siyasal iktidara karşı bir mücadele mevzisi olarak görülüyor.
Doğru zamanda, doğru mevziiye oy kullanmak sistem karşıtı mücadelenin parçası olan politik bir eylemdir.
Bu yüzden oy kullanma konusunda tereddütleri olanlar ya da HDP hakkında kuşkuları olanlar şunu görmeliler: 7 Haziran’da HDP’ye oy veren komünist, devrimci, anarşist, sosyalist her hangi biri, 8 Haziran’da da komünist, devrimci, anarşist, sosyalist kalmaya devam edecek, liberal olmayacak. Ya da düzen içi bir siyaset kurumuna kapağı atmış da olmayacak. Aksine HDP bir iktidar hedefi değil, kelimenin her anlamıyla bir otonomi hedefidir. Siyasal iktidarın hayatlarımızdaki tahribatlarını azaltabilme, gündelik hayatlarımızda ve yaşam alanlarımızda otonomiyi geliştirme ve öz-gücümüzü artırma projesidir. Ben bu yüzden HDP’ye oy veriyorum. Beni temsil etsinler ve benim adıma hareket etsinler diye değil, ben kendi çabamı başka yerlerde hayata geçirirmek için uğraşırken, mecliste olmalarını istediğim arkadaşlarım, dostlarım, yoldaşlarım da kendi mevzilerinde güçlensinler, iktidarı zora sokacak bir meclis mücadelesi versinler diye. 
 

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...