1 Temmuz 2005 Cuma

Zaman için verilen mücadele


  
...fakat bu kez dünyayı tatile dönüştürecek olan muzaffer Dionysos olarak geliyorum... fazla zamanım yok...”
Friedrich Nietzsche (Cosima Wagner’e yazdığı “delice” son mektubundan)
Yaşamı başı sonu olan bir bütün olarak görsek de yaşamın yıllarla ölçülen boyutundan değil de gündelik boyutundan baktığımızda her türlü eyleyişin belirli bir süre içinde gerçekleştiğini biliriz. Tüm gündelik yaşam böylece çeşitli eyleşiylerimizin, bilinçli ya da bilinçsiz, zorunlu ya da gönüllü faaliyetlerimizin birbiri peşi sıra gerçekleşmesi ile dolar. Modern toplumsal hayat bu sonsuz sayıdaki zaman parçalarını, kendi gereklilikleri, değerleri uyarınca gruplandırır bölümlere ayırır. Yaşamımızın bebeklikteki bakıma muhtaç zamanlarından ergenliğe ve erişkinliğe, yetişkin bir birey olarak geçirdiğimiz dönemden yaşlılığa ve ölüme kadar geçen süreçleri içinde belirli dilimler oluşur ve yaşam faaliyetlerimizi gündelik olarak planlayan bir yapılanmanın içinde buluruz kendimizi. Çocukluğun okula kadarki dönemi, insanın hayatında en çok serbest zamanı olduğu ve bunu oyuna ve hazza ayırabildiği dönemidir. Sanırım hep geriye doğru buruk bir özlemle çocukluğun hatırlanması bundandır.  Yetişkin bir birey olmanın, vatandaş olmanın, çalışma hayatında asgari yetilere sahip bir çalışan olmanın gereklerini öğrenmek üzere gidilen okul, çocuğun yaşamını ders ile oyun zamanı olarak ikiye böler. Bu, çocuğu giderek çalışma hayatının çileli döngüsünün alışkanlıklarına hazırlayan bir süreçtir. Okulların açık olduğu mevsimlere kıyasla okul dışı serbest zamanın –Yaz Tatili!- bir ödül gibi beklendiği, teneffüs zili çaldığında sınıfların koşarak boşaltıldığı, kar yağıp da okulun tatil olmasının bir şans olarak algılandığı bir dönemdir okul çağı. Bu dönemki algılama biçimimiz zamanı, daha şimdiden zevk vermeyen sıkıcı zaman dilimleri ve zevkli, eğlenceli, oyun dolu “boş” zaman dilimleri olarak algılamamıza yol açar. Aynı algı tüm eğitim yaşamı boyunca sürer.
Eğitimini tamamlamış bir genç için çoğunlukla iş yaşamına başlamak, bir travma sürecidir. Çünkü bütün bir yazın tatil olarak yaşandığı bir dönem geride kalmış, sabahtan akşama kadar can sıkıcı rutinlerin gerçekleştiği bir döneme girilmiştir. Geriye, iki ya da üç haftalık bir “yıllık izin” sürecinden ve “işsizlik”ten başka da uzun süreli olarak boş kalmanın bir yolu kalmamıştır.
Modern çalışma kültürü ve etiği, yetişkin bireylerin “işgücü” olarak tanımlanması konusunda öylesine kararlıdır ki, bu çalışma sürecine kendisini hazırlasın hazırlamasın, tıpkı 20 yaşına gelen her erkeğin zorunlu olarak askere alınması gibi, “işgücü” kategorisine girdiği halde çalışmayan bireyi de işsiz olarak damgalar. Böylece işsizlik utanılacak, istenmeyecek bir vasıf haline gelir ve genellikle iş bulmak için yeterli niteliklere sahip olmadığı kabul edilenler ya da bunun için çaba göstermeyenler aylaklar, boşta gezerler olarak yaftalanır.
Çalışmanın insanın yetişmesi ve emekliye ayrılması gibi her ikisi de verimlilik kriterlerine uymadığı kabul edilen iki döneme işaret ederek tanımlanması, modernliğe yani sanayi kapitalizmine ait bir olgudur. Bu toplumun yükselişi ile birlikte, insanın hayatını sürdürmek, kendi ihtiyaç ve arzularını gerçekleştirmek, potansiyellerini ve eğilimlerini ortaya koymak için gerçekleştirildiği her faaliyet türü çalışma/iş tanımı içine alınarak nitelendirilmeye başlandı. Bu işin/çalışmanın en önemli niteliği başkası için, kamusal alanda, ücret karşılığı yapılan ve düzenli bir zaman dilimi içinde planlı olarak gerçekleştirilen bir etkinlik olmasıdır. Bu çalışma kavramıyla birlikte, insanın zaman döngüsü içinde kalan tüm etkinlikleri çalışmanın belirlenimine girer. Zamanın kontrolü kendisince değil de çalıştığı işin gerçeklerine göre belirlenir. Çalışma zamanı ve serbest zaman ayrımını yaratan, zaman planlamasını elimizden alan bu kapitalist üretim tarzı ve onun biçimlendirdiği modern hayattır. Ev ile iş yaşamının ayrılması, işyerinin kamusal ve özel hayattan tümüyle bağımsız kendi kuralları olan bir mekân olması, işin tanım gereği eğlenceden ayırılması kişinin zamanını tam bir bölünme olarak duyumsamasına yol açar. Bu bölünmenin çalışma zamanı kısmında “telaş”, “verilen işi zamanında yetiştirmek”, “vakit nakittir”, ve “minimum zamanda en çok iş” gibi ölçütler hakimken, diğer serbest zaman diliminde maksimum dinlenme, maksimum eğlenme, ya da tüketme arzusu kaçınılmaz biçimde bunun tamamlayıcısı haline gelecektir.
Kapitlalizmin hâkimiyet kazanıp modern toplumsal yapıyı değiştimeye başlamasından ve bir işçi sınıfının oluşmasından, yani aşağı yukarı 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarından beri, çalışanlar, işçi sınıfı her seferinde daha çok ücret, daha iyi çalışma koşulları ve daha az çalışma zamanı için mücadele etmiştir. 16 saatlik işgününden 8 saatlik işgününe, hatta bugün Fransa’da olduğu gibi haftada 35 saatlik çalışma haftasına kadar bu mücadelelerle çeşitli kazanımlar elde edilmişdir.
Peki, bu kazanımın anlamı ne? İş zamanı içinde kalan zaman dilimini azaltıp işdışı/serbest zamanın arttırılmasına yönelik talep tüm çalışanların her zaman arzuladıkları birşeydir genellikle. Gerilere doğru gidilip geçmişten bugüne çeşitli politik ütopyalara baktığımızda, çalışmanın 3 – 4 saat gibi sürelere indirilmesiyle karşılaşıyoruz. Bunu tamamlayan ikinci talep de –ki bugün her çalışan insanın da arzularına karşılık geldiğini düşünüyorum bunun– işin zevkli hale getirilmesidir.
İş ve hazzın ayrı şeyler olarak düşünülmesi, Protestan çalışma etiğinin bir sonucudur. Hazzın, oyununu, eğlencenin, bedensel zevklerin ve cinselliğin çalışma dışı zamanda gerçekleştirilmesi ve vazife bilinciyle kişinin işine sarılmasına dayalı püriten ahlak bugün kapitalizmin girdiği her yere gitmiştir. Elbette iş dışı zamanda haz sonuna kadar kışkırtılan ve tüketim döngüsü içine sokulmak istenen bir şeydir, ki böylece eğlence endüstrisi içinde kişinin çalışmada yitirdiklerini elde etme yanılsaması doğsun. Bu sayede çalışma dışı saatlerinde birey yine kendisi için değil, ama kendisi için yanılsaması yaratacak şekilde toplumsallaştırılmış, organize edilmiş bir takım boş zaman etkinliklerine yönelir.
Buradan şu sonuca geliyorum: yaşamlarımızın sonsuz sayıda parçalardan, dönemlerden oluşan karmaşık zaman akışı iki ana ritm tarafından belirlendiği ölçüde her iki durumda da bu zamanın temellük edilmesi üzerinde bir savaş gerçekleştirildiğini görüyoruz. Yaşamımızın varlığımızı sürdürmek için gerekli faaliyetler kısmı bir egemenlik sitemine tabi kılınarak temellük edilir ve çalışma zamanı haline getirilir. Bu zaman ve bunun yan zorunlulukları iş içinde en ince ayrıntılarına kadar organize edilmiş veya modern kent hayatının zorunlulukllarınca belirlenmiştir. Geriye kalan serbest zaman ise kişinin kendi arzulalarını tatmin etme, eğlenme, sosyal ilişkiler kurma, başkalarıyla birlikte olma, gezme, aylaklık etme, bedensele hazları dopyurma, kültürel faaliyetlere yönelme gibi etkinlikler olarak çeşitli biçimler alır. Ancak sistem bunların her birinin tatmin edilmesinden de kendisine bir ekonomi çıkarmak istediğinden ücretle satın alınabilecek alternatifler sunar ve böylece bu zamanların da bizlerin kendi yetilerimizle tayin ettiğimiz kelimenin gerçek anlamıyla “serbest” zamanlar olması ihtimali elden kaçar. Çünkü bizlere sunulan birörnek boş zaman geçirme alternatifleridir.
Bu nedenle anarşizmin ve liberter ütopyaların çalışmaya bakışı çok eleştireldir. Çalışmanın acı verici, kişinin kapasitelerini küçültücü, tekdüze, sıkıcı ve haz içermeyen bir faaliyet olmasını bir yana brırakın, eğer serbest zamanımız bile tıpkı çalışma zamanı gibi birörnek, insanın zihinsel kapasitelerini yok sayan bir biçimde ele geçirilmeye, sömürgeleştirilmeye çalışılıyorsa, o halde çalışma zamanı ile serbest zaman arasında yaratılmış, bir tür çile/haz karşıtlığına dayalı bu çalışma kültürü mutlaka ortadan kaldırılmalıdır
19. yüzyılın ütopyacı düşünürü Charles Fouirer için uygarlığın yerini alması gereken Uyum Toplumu, insanın çalışmayı haz ve neşe içinde geçirdiği, herkesin gün içinde çok kısa süreler için ve birbirinden faklı bir sürü işte rotasyon içidne çalıştığı, yaratıcılığın ve verimliliğin böylece disipline dayalı bir çalışma kültüründen çok daha yüksek olacağı, insanın tüm arzuları ve tutkularıyla uyum içinde olan, baskıcı ahlaki şartlanmalardan kurtulmuş cinselliğin ve erotizmin bir şenlik olarak yaşandığı bir tür komünal toplumdur. Mimar, desinatör, ressam, şair, sosyalist, liberter ütopyacı William Morris’in News From Nowhereadlı ütopik romansı da Fouier’le paralellik taşır. Morris’in ütopyasında tek düze ve parçalanmış bir iş biçimi olan fabrika düzeni insanın kendini gerçekleşrirmesinin ve yaratıcılığın önünde engel olarak görülürken aynı zamanda doğaya ve doğayla bütünleşmiş bir yaşam çevresine verdiği tahribat sonucu tümüyle sentetik bir çevre yaratması eleştirilir. Bu tip bir çalışma verimliliği attrmak bir yana dursun nitelikli eserler yaratılmasının önünde engel olmasının yanı sıra yaşam çevresinin estetik bir duyarlılıkla yeniden yaratılmasına da imkan vermez. Çünkü sanayi pazarın dayattığı “ihtiyaçlar”la üretimi durmadan artırmayı öngörmektedir.
Oysa Morris’in özgürlükçü komünist ütopyasında ihtiyaçlar, küçük ölçekli üretim içinde karşılanır; insanlar hem daha az hem de zevkle çalışır, yaratıcılıklarını geliştirir. Bu çerçevede Morris, Fourier’i işaret etmeyi de ihmal etmez. Fourier’in “zevk veren çalışma” anlayışını sürdüren bir başka özgürlükçü komünist de Kropotkin’dir. O da benzer şekilde çalışma süresinin azaltılmasından, çalışma dışı zamanın çoğaltılmasından ve insanların kendi yeteneklerince seçtikleri işleri yapmalarından bahseder. Üstelik çalışma dışı zamanlarda da insanların bilimle, sanatla, edebiyatla ve topluluk yaşamının doğurduğu çeşitli kolektif ya da bireysel etkinliklerle insanların yaşam dünyalarını zenginleştirmelerinden, yaşamı çoğaltmalarından geçen bir komünist ütopya tanımlar. Ekotopya adlı ekolojik ütopyasındaki çalışma yaşamını anlattığı bölümde Ernest Callenbach da bu ekolojik toplumda çalışma zamanlarıyla dinlenme veya serbest zaman ayrımının ortadan kalktığı, çalışmanın içinde insanların eğlenceye, sohbete, hatta marihuana ve içki içerek çalışmayı gerçek bir şenliğe dönüştürdüğü özyönetimli işyerlerinden bahseder.
Mayıs 68 devriminin şafağında yazılmış Gündelik Hayatta Devrim kitabında, situasyonist Roul Vaneigem bugünkü toplumun çalışma anlayışının yaratıcılıkla hiçbir alakası olmadığının kalın bir şekilde altını çizer. Sanayi toplumunun üretkenlik çağrısının, insanları köleştiren, duyarsızlaştıran, bitkin düşüren çalışma düzeninin karşısına oyun ve yaratıcılığın taleplerini koyar.
İşin, yani kişinin ortaya bir değer koymak üzere gerçekleştirdiği öz-faaliyetinin, bizzat “kendisi için “olmaktan bütünüyle çıkıp, hayatta kalmanın baskısıyla belirlenmiş, başkasının –sermayenin ve devletin– taleplerini yerine getiren bir tekdüze faaliyet haline gelmesi modern çalışmayı reddetme ya da eleştirmenin başlıca nedenidir. Bu çalışma biçimiyle kişi kendi faaliyetini belirleyebilen, söz sahibi olabilen bir varlık, bir özne olmaktan çıkar ve nesne haline gelir. Hayatta kalmak pahasına, özfaaliyetini “başkası için faaliyet” haline getirerek nesne haline gelir. Marx buna “emeğin yabancılaşması” adını vermiştir. Ancak Marx’ta özgürlükçü bir açıdan bakıldığında, çalışmanın sorunlu olan, bu çatışmanın bireysel düzeyde aşılması yönünde hiçbir önerinin bulunmaması sorunludur. Marx’ta yabancılaşmanın aşılması, ancak yine bir başka yabancılaşma döngüsü içine girerek, emekçinin kendisini politikanın içinde araçsallaştırarak devrimi gerçekleştirecek “özne” haline gelmesiyle mümkündür. “Kurtuluş” ancak gelecek kuşaklar için söz konusu olabilecektir. Bu da başka bir çileci faaliyet olan sosyalist devrim yoluyla gelecekte gerçekleşebilecek bir şeydir. Yani bir sınıf olarak, kolektif bir özne olarak emekçi, çalışmanın eleştirilmesi yerine, emeğin kutsanması yoluyla gelecekte gerçekleşecek bir kurtuluş için yine devrimci mücadelenin parçası olmalıdır. Bu yabancılaşma teorisinin açmazından çıkmanın yolu, kişinin kendini gerçekleştirmesi çabasının öncelikle kendi bireysel potansiyelini gerçekleştirmesine odaklanmasından geçer. Kendi içkin güçlerini keşfedip yaşamını bir merak, arayış ve sistemin sömürgeleştirmesine karşı bir direnişe çevirmesi ve kapitalist tüketim kültürünün suratına çarpması böyle mümkün olabilir.
Kişinin varlığını başkasına ait bir varlık olmaktan çıkarabilmesi için, kendini tanıması, topluluk ilişkilerini kuvvetlendirmesi, gündelik yaşamını zenginleştirmesi, yaşam deneyimlerini çeşitlendirmesi ve hazlarını ertelememesi, Foucaultcu anlamda bir varoluş estetiği oluşturması gerekir.
Bu durumda bir kez daha kendi hayat sürelerimiz içinde zamanın kullanımı üzerine verilen savaşa geliyoruz: zamanın çalışma ve serbest zaman olarak bölünmesine karşılık,  “boş” addedilen süreyi dolu ama özgür bir zaman haline getirmek için bize sunulan tekdüze eğlenme, dinlenme, tatil, hobiler ve sosyalleşme biçimlerinden kurtulup benzerlerin birbirini bulduğu bir karşı kültür yaratmak bir alternatif olabilir.
Bu belki de birçoklarımız için yine de hayatta kalmak için sistemin sunduğu iş olanakları içinde kalmayı sürdürecek bir yoldur; yine de çalışma dışı zamanlarımızı sistem karşısında politik ve kültürel bir direniş biçimine dönüştürebiliriz.
Sanatın, felsefenin, bilimin, edebiyatın, oyunun, cinselliğin aşkın, sevgi ve dostluk ilişkilerinin pazarın ve tüketim kültürünün dayatmalarından, piyasanın mantığından bağımsızca ele alındığı yaratıcı topluluk ve dayanışma ilişkileri kurabilir ve kelimenin tam anlamıyla denetim toplumunun hakimiyeti altına alamadığı alanlarda gedikler açabilir, kaçış çizgileri bulabiliriz.
Dahası iş seçimlerimizle, sermayenin ve kibar toplumun belirlenimlerinden bağımsız kılmaya çalışıp kendi arzularımıza, etik anlayışımıza uygun olarak kariyerizmin ve parasal ölçütlerin yerine başka ölçütler de koymamız mümkün.
Tüm bunlar bilinen şeyler olmakla beraber, yukarıda bahsi geçen ütopyacılara konuyu bağlamak açısından son olarak şunu söylemek istiyorum: Kapitalizmin ve tahakkümün eleştirisi, eninde sonunda bireyin “kendini gerçekleştirme hakkı”  üzerinde kurulan dışsal belirlenimi ortadan kaldırmak ister.
Bütün devrimci ütopyaların amacı zorunluluklardan özgürlüklere doğru yaşamı dönüştürmek ve yaşamın haz veren çeşitliliğini artırmak yönündedir.

Varlık Dergisi, Temmuz 2005.


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...