1 Ocak 2010 Cuma

Emziklerin cinsiyeti olur mu?

Kızım üç aylıkken bir gün emzik almak için eczaneye girdik, eczacı bebeğin cinsiyetini sordu. Bir emziğin cinsiyetle ne alakası olabilir? Eczacı pembesi var mavisi var demişti. Heteronormatiflik; bir emziğe bile cinsiyet giydirebilen bir kültür bu. Dünyaya gelmeden evvel bebeklerin cinsiyetlerini öğrenmek önemli işlerin başında geliyor. Hazırlıklar buna göre yapılıyor. İsimler çoğunlukla cinsiyete göre seçiliyor, çoğu ismin manasını araştırdığımızda ataerkil ve cinsiyetçi kültür tarafından cinsiyetlere atfedilmiş nitelikleri buluyoruz.
Biyolojik cinsiyet ile o çocuğun sonraki hayatında sahip olacağı cinsel kimlik ve yönelim arasında bir devamlılık olacağından herkes o kadar emin ki! Ya da gerçekten emin mi? Belki de bu kadar emin olamadıklarından tüm bu telaş. Cinsiyetin de kurgulanabilen ve bu yüzden sabit olamayacak bişey olduğunu herkes derinden derine farkediyor. Belki de bu yüzden bu kadar kafaya takıp iki aylık bebeklerin bile “kız” mı “erkek” mi olduğu anlaşılsın diye türlü aksesuarla belirginleştirilmeye çalışılıyor. Hiç bitmeyen bir sosyal kontrol mekanizmasının ilk aşaması.
İnsanlara, yaşamları boyunca beklenen cinsiyet kalıbına uyması için sürekli düzeltmeyi, hizaya getirmeyi hedeflemek için yapılan müdahaleler hayatının sonuna kadar devam ediyor. Cinsiyetin, biyolojik cinsiyete dayanan ve mutlaka onunla uyum içinde olması gerektiği kabulü, cinsiyet kimliği ile üreme arasında varsayılan zorunluluktan ileri geliyor ve aile içinde başlıyor. “Hepimiz eninde sonunda yetişkin bireyler olup, aileler kurup çocuklar doğurmalıyız, bu yüzden de ancak karşı cinse alaka göstermemiz akla ve doğamıza uygundur.” Yaygın olarak böyle düşünüyoruz çünkü toplumun, insan soyunun, hatta türün devamı, her bireyin boyun eğmesi gereken evrensel bir kabul. Buna göre, bu “insanlık yasası”na uymayanlar soyun devamını tehdit eden birer hain olabilir ancak. Eşcinselliğin ya da transseksüelliğin tehlike olarak görülmesi bu totalleştirici düşünme biçiminden kaynaklanıyor. Evlenmek istemeyenlerin evlenmeye zorlanması, birlikte yaşayan sevgililere çocuk dayatması hep bu evrensel üreme yasasından geliyor.
Cinselliğin, yalnızca üremeyle alakalı olduğu varsayılınca cinsel kimliğin ve cinsel yönelimin de buna tabi olması bekleniyor. Beraberinde bir çok hazzı, oyunu, zengin duyguları, karşılıklı bağlanmayı, tutkuları getirebilen cinselliğin, üremeyle ve aile kurmayla hiçbir zorunlu ilişkisi olmadığınıysa –kültürün bütün ters yönlü dayatmalarına rağmen– kendi yaşantımız bize erkenden öğretiyor.
Bu kabulleri tartışmaya açtığımızda iki şey birden alt üst oluyor: öncelikle üreme ile cinsel kimlik, yani biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasında bir zorunluluk olduğu varsayımı. Lgbtt hareketlerinin, feminizmin, queer düşüncesinin birikimi, bu varsayımın ne kadar yerleşik ve sorunlu olduğunu bize çok iyi gösteriyor. Yerinden edilmesi bir o kadar önemli ikinci bir kabul daha var ki o da ebeyevnliğin de biyolojik bir temele dayanmak zorunda olduğu varsayımı. Zaten bu iki varsayım birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu için ailenin temelini heteroseksüel çifte dayanan ebeveynin biyolojik olarak edindiği çocuk oluşturuyor.
Sevgi, birliktelik, bağlanma, cinsellik, duygular ve tutkular, insanların zorunlu olarak üremesini gerektirmiyorsa, insanların bir aile oluşturmak için ille de biyolojik bir temel atmalarının zorunlu olmadığı sonucu çıkar. Ailenin yeni bireylerin dünyaya gelmesi, bakımı, büyümesi ve yaşama tecrübeleri edinmesi için geçen süre zarfında güvenli bir bağlanma ortamı anlamına gelecek bir sosyal ilişki olduğunu hepimiz söyleyebiliriz. Beraberinde bu sosyal ilişkinin farklı olasılıklarla yeniden kurgulanabilen bir ilişki olarak, biyolojik çifte dayanmasının zorunlu olmadığını da söyleyebiliriz.
Heteroseksüel bir çiftin birlikte çocuk yapmaları ne kadar yaygın olsa da bu, çocuklu bir aile oluşturmanın yollarından sadece birisidir. Çünkü ebeveynlik, çocukla yetişkin arasında bir sorumluluk ve sevgi bağı demekse biyolojik, bağın bunu en iyi şekilde sağladığını veya sağlayacak tek şey olduğunu gösterebilecek hiçbir kanıt yok. Bu yüzden bir çok insan biyolojik olarak çocuk sahibi olamasa da evlat edinerek çocuk büyütmenin çok iyi bir alternatif olduğunu kanıtlıyor. Kadınlar ya da erkekler olarak doğmadığımız gibi potansiyel anneler ya da potansiyel babalar olarak da doğmuyoruz. Bunlar sonradan edindiğimiz sosyal roller. Bir çocuk dünyaya getirdiğimizde de biz aslında onu evlat ediniyoruz ve o da bizi ebeveyn. Arada biyolojik bir bağ olup olmaması gerçekten de ilişkinin niteliğini belirlemiyor. Belirlediğini düşünüyorsak bu çoğunlukla kültürel şartlanmalarımızdan.
Bunlar, bir çocuğun büyütülmesi için zorunlu mecranın heteroseksüel bir ilişki gerektirmediği kadar, biyolojik ebeveynliği ve çift modelini de gerektirmediği noktasına varan sorgulamalar. Baştan böyle seçtiği için ya da ayrıldığı için çocuğuyla birlikte yaşayan tek anneler ve tek babalar ilk varsayımı yeterince sarsıntıya uğrattı bile. Biyolojik problemlerden dolayı başkasının yumurta veya sperm hücresini kullanarak çocuk edinenler, ya da bir çocuğu evlat edinenler de biyolojik ebeveynliğin tahtını yeterince sarsmaya başladı. Açık ilişki ve çok aşklılık tecrübeleri ise çift modelinin mülkiyetçiliğini yerinden ediyor. İki eçcinsel baba, iki eşcinsel anne gibi tecrübeler heteroseksüel çiftin ailenin şartı olmadığını bir kez daha doğruluyor. Her yerinden aşınmış ve yıpranmış olan çekirdek aile kurumunun bireylerin ruhsal gelişiminde ne kadar olumsuz etkileri olduğunu ortaya koyan radikal anti psikiyatri akımları ise aile ile otoriteryan kültür ve buna dayanan sayısız ruhsal patolojiler arasındaki ilişkiyi deşifre etme konusunda çok şey kazandırdı. Ancak hâlâ çocuk büyütmeyi bir heteroseksüel çekirdek aile kurmak olarak algılamaya devam ediyoruz. Çünkü çocuğun sorumluluklarını düzgün şekilde bunu üstlenen ebeveynlere dağıtacak iki kişilik kısıtlı aile içindekinden daha zengin bir sosyallik ve sevgi bağı içinde büyütecek alternatif aile tecrübelerine ihtiyacımız var. Ailenin geçirebileceği böyle bir muhtemel dönüşüm,  belki de muhafazakar kurumları ve ataerlilliği sarsacak kültürel devrimlerin en radikali olabilir. Heteronormatif olmayan çiftler ve  çok aşklı aileler bu radikal dönüşümü haber veriyorlar.


Kaos Gl Dergisi, Ocak 2010, Sayı 110

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...