1 Kasım 2006 Çarşamba

Koza örmekle kabuğunu kırmak arasında


“Bir sanatçı bir anarşistle özdeştir” diye yükseltti sesini; “her yerde sözcükleri birbirinin yerine koyabilirsiniz. Anarşist sanatçıdır. Bir bomba fırlatan adam sanatçıdır, çünkü büyük anı her şeye yeğler. Göz kamaştırıcı bir ışık patlamasının, kuvvetli bir gök gürlemesinin, bir avuç biçimsiz polisin o adi gövdesinden daha değerli olduğunu görür. Bir sanatçı bütün hükümetleri hiçe sayar, bütün anlaşmaları ortadan kaldırır.”[1]
Chesterton’ın Bay Perşembe isimli romanı, 19. yüzyıl sonlarındaki marjinal, toplumdışı, komplocu, bombacı anarşist imgesini Batı toplumlarının popüler imgelemine kazıyan birkaç önemli edebiyat yapıtından birisidir. Anarşistleri toplumla uyumsuz, kural tanımaz, yalnızca toptan yıkımla kargaşa ve kaos yaratmakla ilgilenen hayalperest radikaller olarak resmeden bu sunumun benzerlerini günümüz medyasında da bolca görürüz. Örneğin hiyerarşi karşıtı taban hareketleri örgütlemekle uğraşan liberter eylemcilerin somut olarak ne yaptıklarına, ne önerdiklerine hiç ilgi göstermeyen anaakım medya, 1995’te Unabomber gibi bir figür yakaladığında konuya aylarca ilgi göstermiş, bu “toplumdışı, eksantrik matematik profesörü”nün hayatı ve yakalanışı bütün ayrıntılarıyla ilgi çekici bir hafiyelik öyküsü şeklinde sunulmuştu. 1999’da Seattle’daki WTO karşıtı gösterilerle kendisini duyuran anti-kapitalist / küreselleşme karşıtı hareket ise, içinde bulunduğumuz sisteme yönelik gerçek eleştirileriyle, nasıl bir dünya istediğiyle değil mağazaların camını çerçevesini indiren Kara Blok görüntüleriyle belleklere işlenmişti yine.
Medya ile paralel olarak popüler kültür ürünlerinde de aynı yaklaşıma sahip anarşizm temsilleri devam ediyor. Günümüz anarşizmini ilk bakışta oldukça içeriden bir dille yansıtır gibi görünen ancak ilerledikçe anarşistleri bir tür ergen dik kafalılığına indirgeyen 2002 tarihli The Anarchist Cookbook (yönetmen Jordan Susman, 2002) adlı film bunun çok tipik bir örneği olarak görülebilir. Seattle 1999 WTO zirvesi karşıtı gösterilerin sonrasında giderek yaygınlaşan anarşizmi çok ince ayar vererek eleştiren bu film, aktivist gençleri "aşırı" noktalara gitmemeleri için uyarıyor adeta. Öykü anarşizmi bir tür "her şeyi yapma özgürlüğü" olarak gören bir grup genç aktivistin etrafında kuruluyor. Kahramanlarımız anarşizmi sadece bir "hayat tarzı" olarak yaşıyorlar ama kendi ev içi hayatlarının haricinde nasıl bir politik çizgileri ve örgütlenmeleri olduğu meselesine hiç girilmiyor. Bildik kolektif işgal evleri, özgür seks, marihuana, rave partileri, küçük çaplı market hırsızlıkları gibi klişelerle resmedilmeye gayret edilen bir “anarşist hayat tarzı” manzarası sunuluyor. Bir gün kendisini nihilist olarak adlandıran birisinin, elinde The Anarchist Cookbook kitabıyla (patlayıcıların ve benzeri malzemelerin ev koşullarında nasıl imal edildiğini anlatan meşhur The Anarchist Cookbook[2] adlı kitap; kopyaları ve çeşitli yazarlar tarafından oluşturulmuş farklı versiyonları internette de bulunuyor) çıkagelip “karizmasıyla” grubun merkezi olmasının ardından, olaylar neo nazilerle güç birliği yapmaya kadar varıyor! Çünkü nihilistimizin amacı küçük reformlar değil toptan yıkım ve kaos! Bu uğurda ilkeli ve ahlaki eylemciliği reformist bulduğu için anarşistleri kendi “isyancı” tutumuna ikna edebiliyor! Bir tür Hasan Sabbah figürü gibi kontrolü altına aldığı “adamlarını” uyuşturucu ile yönlendiriyor. İçlerinden birisi, nihayet bu yaptıklarının maksadı aştığını fark edip aklını başına devşirir devşirmez kendisini ve arkadaşlarını kurtarmak için bu şahısları gidip FBI’a şikâyet ediyor. Meğer bu nihilist FBI’ın aradığı ve ödül koyduğu bir suç makinesiymiş. Bunun üzerine ihbarcı anarşistimiz, adamın kellesine konan büyük ödülü kazanıp yeni bir hayata başlamak için California’ya doğru yola çıkıyor. Böylece film, günümüz aktivizmini şiddet severlik ve sansasyon düşkünlüğü ile özdeşleştiren medya temsilleriyle uyum içinde, bir takım naif anarşist gençlerin eninde sonunda akılları başlarına geldiğinde köşe dönmeci bir sistem bireyi olabilecekleri savıyla bitiyor. Böyle bir filmden “ders çıkaracak” ortalama apolitik bir insan kestirmeden mesela şu yargıya varabilir: “günümüz anarşizmi politik bir akım değildir, can sıkıntısı nedeniyle sisteme tepki duyan orta sınıf gençlerinin sorumsuz bir ergen tepkisiyle açığa çıkan bir gençlik alt kültürüdür. Bu bireyler büyüdüklerinde ve burunları sürtüldükten sonra biraz iç hesaplaşma ve kendini sorgulama yaşadıkları zaman elbette sistemin sunduğu yollardan birine gireceklerdir.”
Anarşizm denilince akla yalnızca bu tür aşırılıkların gelmesinin arkasında, anarşizmin yıkıcı ya da isyancı boyutunun sadece yok etmeye, yeni bir şey ortaya koymaksızın var olanı ilga etmeye ve kaosun ardından tabiatın kendi saf dünyasına dönersek özgürlükçü, iktidar ilişkileri içermeyen yeni bir toplumun kurulabileceğine duyulan, bana son derece saf görünen inanç yatıyor. O yüzden anarşizmin çarpık temsillerinin yalnızca bir asır boyunca egemen medyanın ve popüler kültürün çarpıtmalarından kaynaklandığını düşünmemek gerek. Bu, suçu düşmana atmak olur. Teorik olarak yeterince işlenmemiş, ahlaki vurgusu ve reddiyeci boyutu ön plana çıkan anarşizm kavrayışları bu çarpık temsillerin zeminini hazırlıyor. 
Burada şaşırtıcı olan hem G. K. Chesterton, Joseph Conrad, Henry James, Emile Zola[3] gibi romancıların hem de günümüz medyasının ve yakın dönemli Fight Club (David Fincher, 1999) veya son olarak V for Vendetta (James Mcteigue, 2005) gibi filmlerin yarattığı auradan beslenen anarşist imgesinin öyle hiç de anarşistler arasında itiraz görmemesidir[4]. Anarşizm karşıtlarının yarattığı komplocu anarşist imgesi tuhaf bir şekilde çoğunlukla anarşistlerin kendilerinin de hoşuna gitmektedir. Anarşizmin, bu anti-anarşist söylemden öğrenilmesi, daha doğrusu, bu söylemin yarattığı negatif auradan etkilenen gençlerin anarşist olmaları ve böylece bu karşıt söylemin başarıya ulaşması söz konusudur diyebiliriz.
Bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde en ufak bir cana kast eylemi söz konusu olmadığı halde küreselleşme karşıtı eylemcilerin şiddetsiz doğrudan eylemciliğinin kökenindeki anarşist radikalizm ile El Kaide şiddeti arasında tarihsel bağlar kuran kimi muhafazakâr yazılar çıkmıştı Batı medyasında. Bu durum Bay Perşembe’nin baş kahramanlarından Lucien Gregory’nin sözleriyle, belki de bir asırdır değişmemiş olan bu anarşizm imgesinin kaderini biraz hamasi bir dille de olsa ortaya koyuyor: “Bizim inancımız iftiralara uğramış, çarpıtılmış, kıyasıya bulandırılmış, örtbas edilmiş ama, hiçbir zaman değişmemiştir. Anarşizmden ve onun tehlikelerinden söz edenler, bilgi edinmek için şuraya buraya başvurmuşlar ama hiç mi hiç bize, yani kaynağına gelmemişlerdir. Anarşizmi ticari gazetelerden, beş kuruşluk romanlardan öğreniyorlar.  (…) Avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna kadar bize yöneltilen, dağlar kadar iftiraları yalanlama fırsatı vermiyorlar bize hiç.”[5]
Bu imge yaklaşık bir yüzyıl öncesine ait batılı bir imalat olsa da Tütkiye’de de geçerlidir. Anarşizmin henüz bir akım olarak esamesinin dahi okunmadığı bir ortamda, 12 Eylül darbesi öncesinde ve hemen sonrasındaki seksenli yıllarda Türkiye’de bile Marksist- Leninist ya da Maocu örgütlerden devrimciler yakalanıp gazetelerde, devletin televizyonunda teşhir edildiklerinde “anarşist” ya da “terörist” ifadesi kullanılırdı. Halk arasında çoğunlukla “anarşik” olarak yanlış telaffuz edilen bu sözcükle mesele sadece “devleti yıkmak isteyen bir avuç örgüt mensubu”, “eşkıya” ya da “dış güçlerin maşası olmuş, zayıf karakterli militanların kan dökmeyi esas alan eylemi”ne indirgenmişti. Ancak daha da ilginci günümüzde bile hem o dönemlerin hem de bugünün radikal sol muhalefetinden söz ederken “anarşi ve terör olayları” şeklinde adlandırmak artık adet halini almıştır. Öyle ki bu konuda son dönemin sağcı yayınlarında bile hâlâ bu türden yaklaşımlar devam ediyor.[6] Aradaki tek farksa şimdilerde Türkçe’de yapılan bazı “akademik” çalışmalarda konu incelenirken bir siyasal düşünce olarak anarşizmin kendisine de gerçekten yer veriliyor olması: terörizmin düşünsel kaynaklarından birisi olarak!  
Konunun bu cephesi üzerinde durmak istememin sebebi günümüzde anarşizmin tartışılmasına hâlâ onun meşruiyeti çerçevesinde başlamak zorunda kalışımızdır. Anarşist veya siyasi olmayan birisine anarşizmin ne olduğunu anlatmak için sözü aldığınızda, çoğu zaman ilk olarak ne “olmadığını” anlatarak, ortalığı kaplayan magaziner düşünceler, klişeleşmiş eleştiriler ve önyargılardan temizleyerek; Gregory’nin talebine uygun şekilde birinci el düşüncelerden söz ederek başlamak zorunda kalırız. Çünkü hâlâ, kendi alanlarında yetkinleşmiş solcu veya Marksist akademisyenler arasında sırf entelektüel merak konusu olarak bile anarşizmin çağdaş boyutları, akımları arasındaki nüanslar veya derin farklar, Türkiye’deki fiili varlıklarının ne düzeyde olduğu yeterince bilinmez veya araştırılmaz; genellikle, bir iki tarihsel figürün çerçevesi içinde sınırlanır.[7]
Şimdilerde durum çok az da olsa değişmekte gibi görünüyor. Anarşist hareketin ya da anarşist esinli anti-otoriter aktivist grupların günümüz toplumsal muhalefet hareketleri içindeki ağırlığının ve etkinliğinin arttığı artık anarşistlerin mesnetsiz kuruntusu gibi görülmekten çıkıp genel olarak solcuların istemeden de olsa kabul ettikleri bir hakikat haline geliyor. Zira genel olarak solun bazı kesimlerinde toplumun devrimci dönüşümün kaldıracı olarak devlet ve bunu gerçekleştirmenin aygıtı olarak disiplinli, merkezi parti yoluyla siyaset icra etme fikri epeyce kuşku götürür bir yaklaşım haline gelmekte. Bundan ötürü anarşizme mesafeli yaklaşan radikal solcular arasında anarşizm akımının toplumu dönüştürme projesi olarak ne kadar ayağı yere bastığı ya da meşruiyeti sorunu tıpkı 19. yüzyılın ortalarında 1. enternasyonal dönemindeki kadar güncel bir tartışma konusu haline geliyor.
Hal böyleyken anarşistlerin, geçmişteki dar marjinal çerçeveden çıkmaları gerekmez mi? Kendi varlıklarını radikal sol siyaset içinde kayda değer bir konum olarak kabul görecek hale getirmeleri, toplumun genel meseleleri hakkında soyut sloganlar yerine somut güncel önerilerde bulunan bir pratikliğe ulaşmaları, sanatın, kültürün ve entelektüel üretim alanlarının etkin bir faili haline gelmeleri gerekmez mi?
Önemli olan anarşistlerin kendi bağımsız konumlarını ve ideolojik saflıklarını devamlı yeniden üreterek varlıklarını devamlı kılmaları mıdır? Yoksa radikal sol ve devrimci hareketlerin genel gidişatına, ilkelerinden ve tutarlılıklarından taviz vermeden güçlü tesirde bulunan bir toplumsal proje halinde etkilerini yaymaları mıdır? Onları ideal ilkeler aleminde sabitleştiren bir koza içinde safkan anarşistler olarak yaşayamaya devam mı edeceker yoksa kabuklarını kırıp anarşist olmayan kendileri dışındaki toplumsal muhalefeti etkileyen bir entelektüel ve siyasi kaynak haline mi gelecekler? Hali hazırda yalnızca kendi bağımsız varlıklarını tekerrür etmelerine yarayan zihinsel, toplumsal ve siyasi mekânlarından çıkıp, işyerlerinde, sendikalarda, partilerden bağımsız olarak hareket eden sol platformlarda, liberalleşmemiş alternatif sivil toplum örgütlerinde ve çeşitli sol derneklerde, kendi oluşturdukları basın yayın araçlarında, muhalif pratikler sergileyen sanat çevrelerinde, üniversitelerdeki akademik ortamlarda da kendi varlıklarını göstererek etkilerini yayacaklar mı? Ve tüm bunların yarattığı olumlu tazyik sayesinde sol siyasal akımlar da anarşizmin eleştirilerinin önemini kavramaya başlayıp kendilerine anti-otoriterlerin aynasından bakmaya başlayabilecek mi? Bu sadece anarşistlerin fiili iştigal sahalarını genişletmeleri anlamına gelmez, aynı zamanda bu alanlarda mücadele etmelerini sağlayacak alternatif söylemleri ve kavramları da geliştirmeleri, bunun için yeterli entelektüel techizatı da oluşturmaları anlamına gelir.
Yüzyılı aşan bir süreden beri anarşizm denince akıllara ilk olarak, şiddet, kaos, devletin otorite boşluğu veya terör eylemleri ya da bir tür gençlik hezeyanı gelmesinden; etkili bir sol siyasal akımdan ziyade siyaseten rüştünü ispatlayamamış, haklı yanları çok olsa bile siyasetin gerçeklerini karşılamaktan uzak, salt ahlaki bir tepki ve yıkıcılık hareketi olarak görülmekten anarşizmi kurtarabilmek için anarşizmin toplumsal alanı kuşatan bu tür bir yaygınlaşmasına ihtiyacımız yok mu?
Bana öyle geliyor ki anarşist devrimci pratiklerin, geçmiş tarihlerindeki belirli örnekleri idealleştirerek ya da alt kültür gruplarının toplumdaki görece bağımsız konumlarını –ki bu da oldukça tartışmalı görünüyor- idealize ederek iktidar ilişkilerinden muaf, ahlaken saf, romantik bölgeler icat etmek yerine kendisinden farklı yaklaşımlarla çeşitli pratiklerde ağsal ittifaklar kurabilmesi gerekir. Tüm dünyanın günün birinde anarşist devrimcilerin hafriyat sahasına dönüşeceğini hayal etmek veya sistem karşıtı mücadeleyi bir tür öncü-gerilla savaşı olarak görmek bizlerin anti-otoriter örgütlenmeler ve projeler yoluyla hayatı yatay olarak dönüştürebileceğimizi ima etmiyor hiç. Sanki sürekli olarak kendilerinin radikalizmler içindeki en radikal akım olduklarını kanıtlamaya gereksinimleri varmış gibi felç edici bir zihniyet anarşistlerin zihinlerine bir lanet gibi çökmüş durumda.
“Anarşist”, “anarşik” ya da “anarşi” sözcüklerinin ilişkili olduğu siyasal düşünceden bağımsız olarak kullanılması çok yaygın bir durumdur. Anarşizme dışarıdan bakanların sıklıkla bir siyasal ideolojiden çok bir karakter tipinden bahseder gibi konuşmaları yaygındır. Bu, diğer sistem karşıtı ideolojiler için pek rastlanmayan bir durum. Onun için anarşizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan birisi çıkıp yaşadığı aşkın çok anarşist olduğunu söyleyebiliyor kolaylıkla. İdeolojik ve siyasal bir bağlamı olmaksızın yıkıcı, sınır aşan, kuralları ve değerleri ihlal eden, yasa ve otoritelerle başı derde giren, reddiyeci her türlü jestin, davranışın, eylemin, söylemin, sanat yapıtının anarşistlikle ya da daha yaygın ifadeyle “anarşik” veya “anarşizan” olmakla kolayca özdeşleştirilebilmesi… işte en çok da anarşistlerin karşı koyması gereken bir ideolojik çarpıtmadan başka bir şey değil bu.




[1] Chesterton, G. K., Bay Perşembe, çev. Vedat Günyol, İstanbul: Ada Yayınları, 1988, s. 10.
[2] The Anarchist Cookbook (Anarşist Yemek Tarifleri) , William Powell tarafından 1960’ların sonlarında yazılmış ve ilk kez 1970’de yayınlanmış bir kitap. Adına karşın herhangi bir yemek tarifi veya anarşizm hareketiyle herhangi bir ilişki içermeyen kitap patlayıcı ve uyuşturucu imalatıyla ilgili bilgiler, tarifler içeriyor. Vietnam Savaşı sırasında ABD Hükümeti’ni protesto etmek için bu kitabı yazdığını söyleyen Powell kitabı yazdığı yıllarda henüz 19 yaşında olduğunu da belirtiyor. Kitabı, New York City Halk Kütüphanesi’nde, büyük ölçüde askeri yayınlardan ve Özel Kuvvetler kitapçıklarından derleyerek oluşturmuş.
[3] Burada Conrad’ın The Secret Agent (Gizli Ajan, çev. Süha Sertabiboğlu, İmge Kitabevi Yayınları, 2006), Emile Zola’nın Germinal (Türkçe’de çok sayıda baskısı var) ve Henry James’in The Princess Casamassima gibi hep benzer komplocu, kaos yaratan anarşist imgesini geliştiren 20 yüzyıl başı romanlarından bahsediyorum.
[4] Süreyyya Evren’in 12 Kasım 2006’da Birgün gazetesinden yayınlanan “Kara Bayrak ve Vendetta” adlı yazısı doğrudan bu konuyu ele alıyordu. (http://sureyyyabirgun.blogspot.com’da bulunabilir.)
[5] Age., s. 31.
[6] Bunun en yeni örneği olarak Köprü dergisinin “Anarşi ve Terör” özel sayısı sayılabilir, sayı 94, Bahar 2006. Siyasal bir düşünce ve akım olan anarşizmi bugün hâlâ  aynı sağcı muhafazakar retorikle ele alan akademik kaynaklı bir çok yazı yer alıyor dergide.
[7] Bunun berbat bir örneği olarak 2002’de basılmış olan Düşünen Siyaset dergisi Anarşizm özel sayısını (Sayı 11) tekrar hatırlıyorum. Meselenin içinden yazan bir iki isim dışında hepsi aynı şeyleri tekrar eden ansiklopedik, güncellikten bütünüyle uzak yazılarla doluydu bu sözüm ona akademik dergi.

1 Haziran 2006 Perşembe

Devrimin Konusu: Tüm Hayat

Devrim kavramı devirmek ya da yıkmakla değil dönüştürmekle ilgili bir kavramdır. Kavramın genelde siyasal kurumların ya da devletin yıkılması ile özdeşleştirilmesi ya da sadece buna indirgenmesi, siyasetin -devleti ele geçirme tekniği olarak- araçsal kavranışından kaynaklı bir deformasyondan ve ona paralel olarak devrim kavramını küçük düşürmek isteyen hâkim güçlerin yol açtığı kasıtlı çarpıtmadan kaynaklanır. Yani bu noktada araçsal devrim kavrayışı ile toplumsal dönüşüm karşıtı egemen güçlerin devrime yükledikleri anlam örtüşür. Devrim toplumsal yapının, kurumların, kurumları ayakta tutan ve meşrulaştıran fikirlerin ve kavramların, ideolojilerin ve toplumu bastıran göreneklerin daha geniş ölçekte de insanların hergünkü pratiklerinin ve hatta ikili ilişkilerin ve kültürün, artık eski toplumdakinden farklı bir yöne doğru dönüşmesidir. Her şeyin siyasallaştığı, en sıradan insanların kendi yaşamları için karar verme kudretiyle dolduğu bir uğrak.
Bu tür bir dönüşüm pek çok farklı siyasal öğretiden kaynaklanabileceği gibi, bu öğretilerden bağımsız olarak etkileri toplumsal yapının bütününe yayılacak derecede dönüştürücü toplumsal faktörlerin sonucu da olabilir –örneğin kültürel, zihinsel ya da teknolojik dönüşümlerin bu tür sonuçları baştan öngörülemeyecek denli geniş çaplı etkilerinden genelde söz edilir. Eğer burada bizi ilgilendiren, insanların kolektif iradi eylemlerinin sonucu olarak toplumu dönüştürmek anlamındaki -nispeten en yaygın kabul gören- devrim kavrayışı ise, o zaman yine de bu tür bir devrim ya da devrimsel nitelikli bir toplumsal dönüşümün salt siyasi bir süreç olmadığının altını çizmek isterim. Burada yapmak istediğim, devrim olarak adlandırılan sürecin siyasal boyutunu küçümsemenin tersine, devrimci nitelikteki bir sürecin salt siyasi uğraklar olarak yaşanmadığını, toplumun gözeneklerinde derinden çalkalanan bir sürü irili ufaklı dönüşümün kolektif etkisinin bir devrim olarak yaşandığını vurgulamaktır. Yani bir devrim, bu mikro ölçekteki boyutlarıyla düşünüldüğünde, toplumun en sıradan gündelik hayat pratiklerinin ve insan ilişkilerinin bile son derece siyasal bir boyut kazandığı; durağan zamanlarda siyaset açısından önemsiz sayılabilecek yaşam alanlarının son derece radikal siyasi öneme haiz olduğu bir süreçtir. Siyasetin toplumun tabanından yukarı doğru yaşamı kuşattığı, buna karşın bilindik anlamdaki ‘devlet işleri olarak siyaset’ ya da ‘devleti ele geçirme ve dönüştürme mücadelesi olarak siyaset’ kavrayışının son derece sığ ve toplumsal dönüşümü sağlamaya yetersiz kaldığı bir uğrak.
Çok biçimsel anlamda devrimden bu şekilde bahsediyorsam burada amacım solu ilgilendiren bir devrim tanımı vermekten kaçınmak değil, devrimi yalnızca sol projeler bağlamında sınırlamanın yetersiz olduğunu düşündüğüm içindir. Zira devrim her şeyden önce sayılamayacak kadar çok sayıdaki toplumsal pratiğin ve olaylar dizisinin bileşke etkisinin, veya bunların sonuçlarının giderek bir toplumsal yapıda “bütünsel” olduğu söylenebilecek denli hissedilir farklılıklar manzumesinin yaşanmaya başlanmasıyla saptanabilir hale gelen bir toplumsal süreçtir. Bu süreçlere etkiyen bilinçli insan edimlerinin önemini ihmal etmeksizin yine de söylenmesi gereken şudur ki devrim, öznesi olmayan ve tarihsel olarak dönemleştirilmesi pek de mümkün olmayan bir süreçtir.
 Her zaman devrimleri başlatıcı süreçlerden bahsedilebilir. Devrimlerin sonuçlarından, etkilerinden bahsedilebilir. Ancak bir devrimin tam olarak ne zaman başladığından bahsetmek, devrim sürecinin sonuçlarını mülk edinmeye çalışan ve kendini bu sürecin oluşturucu faili olarak tanımlamak isteyen siyasal öznelerin sorunudur. Yani demek istediğim devrimci dönüşümler yaratan kolektif süreçlerden, çoklu öznelerden, sıradan insanlardan bahsedilebilir; ancak devrimin öncülerinden, önderlerinden bahsetmek, hareket halindeki devasa bir toplumsal dönüşümün hem öznesi hem de nesnesi olan -aynı anda oluşan ve oluşturan- insan topluluklarına karşı bir küstahlıktan başka bir şey değildir. Yalnızca belirli mücadelelerin, belirli somut örgütlenmelerin ya da siyasal grupların öncülerinden, önderlerinden bahsetmek bana anlamlı görünüyor. Bunun dışında siyasal sürecin başlatıcısı, ya da yönlendiricisi olduğu iddia edilen bir takım “kişi”lere dayanarak toplumsal süreçleri anlamaya ve açıklamaya kalkmak, hele ki böylesi bir yaklaşımdan siyaset çıkarmak bana tamamen devrim metafiziği olarak görünüyor.
Devrim, siyasi düzenin -yani insanların yönetime katılma düzenlemesinin- ekonomik düzenin -yani insanların paylaşım ilişkilerinden pay alma düzenlemesinin-  insanların gündelik hayat içindeki erk ilişkileri düzenlemesinin -yani ikili ilişkiler, aile ve kurumsal yapılardaki düzenlemelerin, hiyerarşinin ve erk ilişkilerinin ve kültürün, tümünü birden mevcut düzenlemelerden başka, arzulanır, olası düzenlemelere doğru hem kolektif iradi çabalar hem de irade dışı toplumsal gelişmelerin ortak etkisi yoluyla dönüşmesi sürecidir.
Bu süreci, bu şekilde, içerdiği sayılamayacak ve sınırlanamayacak failler, etkiler, mikro süreçler olarak ele aldığımızda karşımıza çıkan ikinci sorun zamana bakış sorunudur: eğer devrim tek bir olay olarak kavranırsa, devrimin failleri, önderleri, başlangıcı ve sonrası gibi elle tutulur bir süreç olduğu sanısına kapılırız. Bu bizi başka bir devrim anlayışına, yani sonuçları öngörülemez devasa bir toplumsal sürecin sonucu olarak tezahür eden bir siyasal yer değişikliğini devrim olarak adlandırmaya götürür. Oysa bir devrim gerçekten muvaffak olmuş siyasal değişiklikler veya rejim değişiklikleri ile sınırlı tutulursa -baştan beri devrim tartışmasında sanki saklı tuttuğum terim açısından, yani sol, komünal, özgürlükçü bir bakış açısından- bir devrimden değil olsa olsa siyasal bir el değiştirmeden bahsedilebilir. Çünkü bir siyasal değişikliği devrim kılacak olan şey, içerisinde gerçekleştiği toplumsal dönüşümü ne kadar sürdürdüğü ve güçlendirdiği veya onu ne kadar engellediği ve zayıflattığı yönündeki etkisidir. Sorun böyle tarif edilirse devrimci bir toplumsal sürecin devamı olarak gerçekleşmiş bir takım siyasal devrimlerin tarihsel-toplumsal olarak karşı devrimci etkileri olduğu ya da en azından başlamış bir toplumsal devrimi durdurduğundan söz etmek işten bile değil. Böylesi siyasal devrim örnekleri sol tarihin hazin tahakküm öyküleri olarak duruyorlar.
Ayrıca geçmişe yalnızca devrimci başarılar üzerinden bakan bir bakış, bugün için gerçekleştirilebilir modeller çıkarabileceği süreçleri ele alırken yeniklerin, başarısız olmuş, ezilmiş devrim girişimlerinin ve isyanların öykülerinden uzak durmasıyla da siyaseti ve toplumsal mücadeleleri sıradan insanların talepleri açısından değil araçsal açıdan kavradığının bir başka örneğini gösterir.
 Dolayısıyla bugün devrimlerden bahsedildiğinde, aslında her şeyden önce geçmişteki bir takım toplumsal devrimlerden söz edilir ve bunlardan bazıları mevcut toplumları dönüştürmek için paradigmatik model olarak kabul edilir. Oysa bugün bahsi geçen devrimler, sözü geçen toplumlar içindeki bir takım radikal, yıkıcı, dönüştürücü taleplerin gerçekleşmesi yönündeki geniş halk hareketlerinin sonucu olarak gerçekleşmiş süreçlerdir. Ancak devrime dair tarih yazımı, genellikle, sürecin içindeki yığınların rolünü küçültüp entelektüellerin, düşünürlerin, bazı siyasal partilerin veya şahısların rollerini büyütürler. Bu ise ölçülemez, öngörülemez, olumsal bir tarih olayı olarak devrimi -ya da mikro-devrimler toplamı olarak toplumsal dönüşüm sürecini- bir takım elle tutulabilir faaliyetler, programlar, siyasal yöntemler, öneriler gibi tekrarlanabilir ve tekrarlandığında benzer sonuçları verebileceği varsayılan devrim modelleri olarak genelleştirmeye yol açar, açmıştır. Böylesi bir determinizm, daha geniş zaman ve mekan ölçeğinde gerçekleşmiş ve dolayısıyla ölçülemez süreçleri, karmaşık insan ilişkilerini, kayda geçmemiş deneyimleri, şematize edilip örnek alınacak, bir misyon meselesi halinde zihinlerde yeniden kuran bir devrimcilik tipi doğurur. Bu devrimcilik tipi de geçmişin dinsel öğretilerine benzer şekilde, kurtuluşun nasıl gerçekleşeceğine dair nihai vaadi getirdiğine inanarak kendi ruhban sınıfını veya siyasal elitini doğurur. Geniş zamana yayılan, coğrafi olarak belirlenemeyecek denli düzensiz bir mekânda gerçekleşen toplumsal değişimi, şimdiki zamanda gerçekleşerek vaat edilmiş geleceğe doğru götüren kıyametimsi ve nihai bir kopuş olarak idealize eder ve devrim azizleri ve şehitleri yaratır.
Devrimin, tarihsel olarak bakıldığında ani sayılabilecek belirli bir zaman kesitinde gerçekleşen dramatik bir değişim olarak kavranışından, çok uzun zamana yayılan, çok fazla sayıda faktörün ve insan eyleminin etkisiyle gerçekleşen bir toplumsal dönüşüm olarak kavranışına geçtiğimizde, bunun sonucu olarak çok daha az göze batan, dikkat çekmeyen -deyim yerindeyse isimsiz kahramanlarla yürüyen bir süreç olduğunu düşünmeye başlayabiliriz. Yenilmiş devrimlerin sonraki kuşakların devrimci mücadelelerine miraslarını, taleplerini, kültürlerini aktararak devrimci sürecin parçası olarak kavranabileceği bitmemiş öyküler olarak yeniden anlatılması yahut bir bir devrimci bellek kaydı tutulması önerilebilir.
Böyle düşündüğümüzde, devrim bir siyaset elitinin, siyasal ve toplumsal mühendislik faaliyeti olmaktan çıkar; sıradan insanların kendi toplumsal hayatlarını, toplumun kaderini kendilerinin belirlemeleri süreci olarak kavranmaya başlanır. Bu durumda tek bir devrimden çok, insanların arzulanır bir toplumda yaşamak için giriştikleri ve tüm toplumsal yapıyı etkileyen muhalif, radikal mücadelelerin yatay, özgürlükçü, komünal ilişkiler gerçekleştirmeye çalıştıkları birçok bakış açısının etkisiyle gelişen bir mikro devrimler sürecinden bahsedebiliriz. Herkesin birden arzu ettiği ya da razı olduğu bir kolektif toplumsal projenin olabilirliği ne kadar hayalci ve aynı oranda baskıcı ise, birbiriyle etkileşime giren çok merkezli radikal insan eylemlerinin şekillendirdiği bir toplumsal gelecek ufku önermek o kadar özgürleştiricidir. Çünkü bir toplumsal devrim, toplumun dönüşme imkanlarının sonuna varan bitirici bir eylem olamaz. Toplumsal devrimler, toplumların her zaman kendilerini açık uçlu gelecek projeleri etrafında kurmalarını gerektirir, yoksa muhafazakâr projeler halini alırlar. Bu da gelecek ufkunun şimdiden birbiriyle etkileşime giren ortak yönelimli radikal, devrimci, muhalif eylemler ve taleplerle şekillendirilmesi demektir.
Devrim kavramını reddedip, bir kenara atıp ya da demode bulup bu konunun baskısından kurtulamayız. Radikal muhalif eylemin karşısına her zaman dikilecek olan temel sorular vardır: bir eylemin etkisi nerelere kadar uzanır? Mevcut yapı içinde dönüşümlerle, reformlarla nereye kadar arzulanır bir topluma varırız? İnsan kendi yaşamının sınırları dahilinde nereye kadar bunların gerçekleşmesi için fedakarlıklarda bulunabilir? Ekonomik ve siyasal örgütlenmede değişiklikler yapmak ya da gedikler açmak ya da bunların yerini alacak yeni ilişkiler yaratmak nasıl mümkün olacaktır? Toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeyi mümkün kılacak bir “kaldıraç noktası” var mıdır? Yoksa toplumsal dönüşüm toplumun her cephesinde verilecek sayısız mevzi savaşımlarının elde ettiği kazanımların bir toplamı mıdır?
Tüm bunlar bir toplum nasıl oluşur sorusuna bağlı değil mi? Peki o halde bütün devrim sorusu bir toplum nasıl yeniden oluşur sorusu değil midir? Bana göre bir toplum en azından içerdiği tüm bireylerin toplamı ve ondan daha fazlası ise o zaman toplumsal dönüşümün konusu/sahası da tüm bireylerin tüm faaliyetleri ve ondan daha fazlasıdır. Toplumsal dönüşüm yahut da toplumsal yeniden kuruluş, toplumun tüm cephelerinde yaşanan sorunlar etrafında kümelenerek mücadeleye tutuşmuş taraflar arasındaki ezilenlerin kendi aralarında kurdukları çeşitli ittifaklar sayesinde kendilerini hem bireysel hem de toplumsal bakımdan özgürleştirmeleri için giriştikleri eylemlerin toplamı ve bunları takip eden dönemler, kuşaklar veya asırlar boyunca kalıcı etkiler bırakarak bu yeni ilişkilerin yerleşmesi olarak düşünülebilir. Çünkü geleceğe dair çeşitli toplumsal tasarılar uğruna insanların şimdiki zamanda ve kendi sıradan ilişkileri arasında giriştikleri çeşitli eylemlerin ve yaptıkları tercihlerin hafife alınamayacak denli şekillendirici bir gücü olabilir.
Devrimi yeniden tarif etmek, sorunsallaştırmak gerekli. Bununla birlikte, bir “devrim inancı” üzerine kurulu dava insanı tiplemesi yaratarak değil, devrimci bir toplumsal dönüşüme inanç duymayı demode görerek hiç değil… toplumun dönüşmesinden geçmişte ne anlaşıldığını ve bugün ne anlıyor olduğumuzu sorgulamak, ve böylece toplumun olanca geniş katılımla toplumsal dönüşüme dahil olması ve siyasetin topluma içkin bir şey haline gelmesi olarak devrimi yeniden kavramlaştırmak mümkün. Böylesi bir kavrayışın devrimi toplumsal yaşamın tüm sathına yayacağından kuşku duymamak lazım. Sorun devrimin bir şiddetli dönüşüm, bir ani dönüşüm, toplumu “merkezinden” kuran yapıların dönüşümü sorunu değildir. Zira toplum herkesin katılımıyla, herkesin hergün yeniden üretimiyle kendisini tekrarlar. O yüzden bir devrimin “öncesi” olmadığı gibi “sonrası” da olamaz. Devrimler ve karşı devrimler içiçe pratikler olarak toplumun “içinde” gerçekleşirler, “üzerine” değil.  Bu nedenle devrimin geçmişteki avangardist kavranışının, salt siyasal göstergelere bakarak toplumsal dönüşümü ölçmeye meyleden bir siyasal reformizm ve toplumsal devrimci güçler üzerindeki bir baskı siyaseti olduğunu öne sürmek ve bu tasavvurun yerini alacak daha devrimci bir devrim kavramı öne sürmekten başka devrimci yol bulmak bana pek mümkün görünmüyor.
Ve tüm bunların üstüne şunu da eklemekten kendimi alamıyorum: bir toplum dediğimizde her zaman somut elle tutulur bir topluluktan bahsetmiyoruz. Bilakis tam da modernliğin yarattığı sözümona türdeş ve belirli bir mekansal bütün içinde olduğu varsayılan bir muhayyel toplamdan bahsediyoruz. oysa bu toplum yalnızca bizim zihinlerimizde ve yazılı hukukun kurmacalarında ikamet ediyor. Toplum dediğimizşeyin, heterojen, süreksiz, sınırı belirlenemez bir açık alan olduğunu da yukarıdakilere ekleyecek olursak devrim dediğimiz şey, ister istemez devrimler halini alır. Yani devrimin konusu tüm “hayat”, yahut da varlık haline gelir ve devrim ancak içinde olduğumuz bir süreç olabilir, -bir metafizik tasavvur olarak değil bir maddi gerçeklik olarak: tam da şu anda sonucu belirsiz de olsa gerçekleşmekte olan…
Birikim Dergisi, Mayıs-Haziran 2006, sayı: 205-206


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...