1 Temmuz 2007 Pazar

Dünden bugüne anarşizme dair kitap yayıncılığı


Anarşist kitap yayınının genel seyri
Türkiye’de, modern siyasal düşüncenin başlıca akımlarından biri olan anarşizme dair kitap yayıncılığının yakın zamana dek neden yetersiz bir seyir izlediğini anlamaya çalışmak yalnızca anarşistlere değil tüm radikal sola dikkate değer veriler sunabilir.[1] Modern anlamda devlet, otorite, hiyerarşi ve tahakküm karşıtı teorilerin iki yüz yılı bulan bir tarihi var. Avrupa, Güney ve Kuzey Amerika, Asya’nın Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeleri içeren büyük bir kısmı ve Japonya ile Avustralya’da anarşizmin adı konmuş bir hareket olarak yayılmasının ve örgütlenmesinin tarihi ise 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarından itibaren tüm bu coğrafyalarda takip edilebiliyor. Modernleşme sürecine yaklaşık iki yüzyıldır girmiş ve bugün modern (ve artık postmodern)  kapitalist dünyanın bir parçası haline gelmiş olan Türkiye’de ise geçmişten bugüne bütün modern siyasal düşünceler siyasi ve kültürel iklimimizi beslerken devlet ve otorite karşıtı düşüncelere karşı etkileri tamamen ortadan kalmamış bir direnç var olmuştur. Anarşist yayınların yetersizliği bunun bir göstergesi olduğu kadar sebebidir de.
Bugün anarşizmin yayıldığı ülkelerden örneğin Japonya, Arjantin, Avustralya, Çin, İrlanda gibi yerlerde ülkemizdekine kıyasla oldukça erken dönemlerden başlayarak çok sayıda kaynakla karşılaşırız.[2] Buna karşın Türkiye’de anarşist bir hareketi boş verin, merak edecek olan okurları bilgilendirici bir yayıncılık bile o kadar geç gelişmiştir ki bu tuhaf olguyu yorumsuz geçmek pek mümkün değil. Kitap ve dergi yayıncılığı dünyanın her yerinde anarşist hareketlerin başlamasını mümkün kılmıştır. Türkiye’de ise anarşizme meyli ya da sempatisi olan bir iki figürün ya da konuya dair kitaplar basan bir iki yayıncının dışında kalıcı bir faaliyet ancak 1980’li yıllarda olmuştur. Belki de devlete karşı koyacak bir anti-otoriter muhalif hareketin ve kültürün uzun zaman gelişmemesinin nedeni, birkaç istisna haricinde devletçi düşünce biçiminin dışında duran bir sol yayıncılık anlayışının uzun zaman gelişmemesinde ve özgürlükçü fikirlerin dolaşıma sokulmamasında aranmalı.
I. Enternasyonal’le başlayıp İspanyol anarşistlerinin 1939’daki trajik yenilgilerine kadar süren birinci anarşist dalganın modern tarihteki en örgütlü anarşizm dönemi olduğu söylenebilir. Bu dönemde, özellikle gayri-Müslim tebaaya mensup bazı Osmanlı sosyalistleri arasında, anarşist ve anarşist esinli federalist fikirlere dair küçük çaplı da olsa bir ilgi olduğunu gösteren çalışmalar mevcut.[3] Anarşizmin ana kaynaklarına yeterince inmeyen ve bugünden bakılınca oldukça liberal-bireyci sayılabilecek bir versiyonuna dair kişisel yorumunu geliştirmiş olan materyalist felsefeci Baha Tevfik ya da gençliğinde anarşizme bir sempatisi olsa da daha sonra milliyetçilikte karar kılmış Jön Türk entelektüeli Dr. Abdullah Cevdet gibi tali örnekler de var. Buna karşın anarşizmin olası meraklılarına kaynak olabilecek bir anarşist kitap yayıncılığına ancak dünyada anarşizmin birinci büyük dalgası sona ermek üzereyken, bilebildiğimiz kadarıyla 1935’te rastlıyoruz. Şu iki klasik, modern Türkiye’de yayınlanan ilk anarşist kitaplar olmalı: 1935 yılında Haydar Rifat Bey çevirisiyle basılan Kropotkin’in Anarşizm’i ile Ahmet Ağaoğlu çevirisiyle basılan Etika’sı.
Bunlardan sonra 1967 yılına dek bildiğimiz kadarıyla başka kayda değer yayın yok. Şu tür sebepler akla geliyor: Bu yıllarda II. Meşrutiyet’e giden dönemdeki canlı siyasal tartışma atmosferinin yerini Cumhuriyet’in ağır otoriter havası almıştı. Her türlü sol-sosyalist faaliyet yasaklanmış ve yeraltına itilmiş, kovuşturmaya uğramıştı. II. Dünya savaşı yıllarının faşizm çığırtkanı atmosferi Türkiye’de propaganda ortamı bulmuş, bunun ardından soğuk savaşın etkisi altındaki bu dönemde liberal muhalifleri de içine alan sürekli bir baskı ortamı yaratılmıştı. Türkiyeli sosyalistler ise ya Sovyetler Birliği’nin yörüngesindeydiler ya da genellikle yalnızca üçüncü dünyacı anti-emperyalist mücadelelerin gerçekleştiği coğrafyalara bakıyor, bu yüzden Marksist teorideki alternatif gelişmeleri takip etmiyor veya bilmiyorlardı. Anarşist/anti-otoriter geleneğe ilgi duyulmasıysa ancak bu ortodoksluğun çatırdamaya başlamasının ardından gerçekleşecekti.
1960’larda dünya genelinde sol radikalizmin yükseldiği, Türkiye’de ise 1960 askeri darbesini müteakip solun önünü açan 1961 anayasası sonrası dönemde anarşizme dair birkaç kitabın basıldığını görmeye başlıyoruz. Cılız, başlangıç düzeyinde bir ilgiydi bu elbette. Örgütlü bir hareket ya da bir dergi mirası bırakmamıştı geriye. 1966’da 1, 67’de 2, 69’da 4 kitapla en azından Proudhon, Bakunin ve Kropotkin’in sesi Türkiye’de de duyulur olmuştu. Tabii bilemediğimiz nokta, bu kitapları basan yayıncıların aklından nelerin geçtiği, okuyanların aralarında anarşizme yönelenlerin olup olmadığı, radikal karşı kültürün bu topraklarda bulunan o zamanki temsilcileri arasında anarşizme dair bir ilginin olup olmadığı… 1970’lerde radikal solun çizgisi silahlı mücadeleye yönelen devrimci hareketlerce belirlenecekti. 1960’larda batıda Yeni Sol’un gündeme soktuğu birçok meseleye (hiyerarşik olmayan örgütlenme, ekoloji, cinsiyet sorunu, ilerlemenin ve modernliğin eleştirisi vb) ilgi göstermek yerine anti-emperyalizm ana teması etrafında şekillenen bir kalkınmacı sosyalizm anlayışı gündeme taşınmaya çalışıldı. Bu yüzden o dönemin sol yayıncılığında özellikle 3. dünya ülkelerinin devrimci mücadele deneyimleri ve örgütlenme sorunlarına dair yayınlarda çok büyük bir ağırlık olması gayet doğaldı. Anarşizme dair birkaç klasiğin basılması, muhtemelen, ana hatlarıyla Yeni Sol’un ne olduğuna dair geçerken duyulan bir merakla ilişkiliydi. Keza aynı yıllarda, Yeni Sol’un önde gelen düşünürlerinden birisi olan Herbert Marcuse’nin Aşk ve Uygarlık, Sovyet Marksizmi, Tek Boyutlu İnsan, Mantık ve İhtilal gibi en temel eserlerinin basıldığını yine de Batı’daki gibi bir siyasi ve kültürel etkisinin gerçekleşmediğini bir kenara kaydetmeli. Örneğin 1976’da anarşizmi çeşitli yönleriyle anlatan Roderick Kedward’ın Anarşistler: Bir Dönemi Sarsanlar kitabı anarşizmi sempati beslemeyi hiç de mümkün kılmayan, onu şiddet ve terörizmle özdeşleştiren giriş kitaplarındandı. 1979’da, Henri Arvon’un bugüne dek birkaç kez basılmış olan Anarşizm adlı ufak hacimli giriş kitabı da konuya mesafeli taraf olmayan giriş kitaplarındandır. Böylece 68 hareketinden sonra Batı’da yükselen ikinci anarşist dalga da birincisi gibi ilgisizliğe maruz kaldı; Türkiyeli sosyalistlerin, devrimcilerin özgürlükçü/komünist düşüncenin bu damarından beslenme ihtimali gelecek kuşaklara devredildi.
Anarşizme dair kitap yayınının bu düşünceye gönül verenlerce ciddiye alınarak yapılması asıl olarak 1985 yılında başladı. Sokak yayınlarından çıkan Ida Mett’in Kronstad 1921 adlı kitabı, sosyalist sola bir şeyler anlatmaya çalışmak için basılmış gibidir. Neden anarşizme dair genel bir kitap ya da klasiklerden birisi değil de Kronstad? Bu ülkenin sosyalistlerine, geçmişten gelip bugüne kadar yakalarını bırakmayacak sosyalist tarihteki temel bir tartışmayı aktarmak, merkeziyetçi ve otoriter örgütlenme anlayışının bedellerinin ne olabileceğini somut bir örnekle tartışmak ister gibi görünüyor. 1985 aynı zamanda ABD ile SSCB arasındaki silahsızlanma anlaşmasının imzalandığı yıldı. Bu, kapitalist ve sosyalist rejimler arasındaki ilk antlaşma olmasa da Ekim Devrimi’nin ölümünün en güçlü teyidiydi. Glasnost ve Perestroyka sözcükler dolaşıma girmiş ve sosyalist sistem tümüyle çözüleceğinin en büyük işaretini vermişti. Sadece bu da değil: Ülkenin devrimcileri tarihlerinde yaşadıkları en ağır askeri cunta döneminin ardından ya yok edilmişler ya cezaevlerine kapatılmışlar, kimileri de göç yollarını tutmuşlardı. Bu seferki yenilgi duygusu öncekilerden farklıydı. “Yenildik ama bir daha başlayalım” demenin eskisi kadar kolay olmadığı günler başladı. Revizyonizm diye anılsa da halkın gözünde sosyalizmin bir temsilini oluşturan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve askeri darbe sonrasında oluşturulan yeni liberal siyasi ortam, aynı dünya tablosunun birbirine bağlı iki veçhesinden başka bir şey değildi. Artık sola dair her şeyi sorgulamanın yakıcılığıyla bu tarihten itibaren, sosyalizmi, Marksizmi tartışmaya açan pek çok kitap yayınlanmaya başladı. Ne var ki anarşist içerikli bir sonraki kitap ancak 1990 yılında geldi. Anarko-sendikalist bir yazarın, Maurice Brinton’un Bolşevikler ve İşçi Denetimi - 1917'den 1921'e Devlet ve Karşı Devrim (Ayrıntı yayınları) adlı kitabının 1990’da basılması dikkate değer. Berlin Duvarı’nın tüm ezberlerin üstüne yıkılmasını müteakip kimi sosyalistler, anarşist gözle yapılmış bu Sovyet devrimi yorumu sayesinde, geçmişin hatalarını tekrarlamamak için öyküyü bir de onların ağzından dinlemeli diye düşünmüş olmalılar.
Bu travmatik ortam büyük olasılıkla, sol ortodoksluğun bağrında, anarşizmin de hayat bulmasına yol açacak kadar köklü bir yarılma yaratmış olmalı. Birçoğu eski soldan koparak anarşist olan bireylerle başlayan ilk anarşist dergiler de bu yıllarda faaliyete geçti. 1986–87 arası Kara ile başlayan anarşist dergi yayıncılığı 1988–89 arası Efendisiz, 1991–94 arası Amargi, 1992–99 arası Ateş Hırsızı ve 1994–97 arası Apolitika ile devam ederek artık kesintisiz bir hal alırken, anarşizme dair kitapların okurları da yalnızca merak edenlerle sınırlı kalmayıp anarşizmi benimseyenler haline geldi. 1991’den sonra kitap listesine baktığımızda her yıl artarak yeni kitapların çıktığını görüyoruz. O yıllarda kurulmuş ilk anarşist yayınevi olan Birey yayınları ve yanı sıra Ayrıntı, Kavram, Metis, Altıkırkbeş gibi yayınevleri dönemin ve yapılan yeni yayınların etkisiyle artık çoğalmakta olan anarşist okurun susuzluğunu gideren kitaplarla yayınlarını çeşitlendirdiler. 1991’de 4, 1992’de 8, 1993’te 1, 1994’te 4 kitap yayınlandı. Ve bu esnada Türkiye’de bir ilk gerçekleşti: Türkiye’nin ilk kalıcı anarşist yayınevi olan Kaos kuruldu. Özellikle 1996 Kaos’un katkısıyla 8 kitapla bir sıçrama yılı oldu. Aynı zamanda anarşistlerin 1 Mayıs’ta eylem alanlarında da dikkat çekici şekilde görünürleşmeye başladığı yıldı. 1997’de 9, 1998’de 12 kitap geldi. Bunların paralelinde yeni dergiler ve sayamayacağımız kadar fanzin, hemen ardından da anarşist yayıncılığın önemli bir mevzisi olarak hizmet veren internet siteleri ile yayın faaliyeti iyice çeşitlendi. [4] Bu yıllarda kurucu düşünürlerin yanı sıra artık oldukça çağdaş metinler de dolaşıma girmeye başladı. Sadece devleti ve otoriteyi reddeden bir sol düşünce olarak değil, her türlü anarşist akım ve yorum düşünce dünyamıza katılmaya devam etti. Feminizm, ekoloji, sanayi ve teknoloji, savaş karşıtlığı, militarizm ve zorunlu askerlik, eğitim, sanat, karşı kültür, bilim felsefesi, antropoloji, postmodernizm gibi konularda anarşist bakış açılarını ortaya koyan pek çok kitap yayınlandı. Uygarlık karşıtı anarşizm, postyapısalcı anarşizm gibi görece yeni yaklaşımlar 2000 yılının kitaplarıyla birlikte belirginleşti.
Türkiye’de anarşizmin kalıcı bir şekilde maya tutması ve yayıncılıkta bir süreklilik kazanması anarşizmin dünyada bir kez daha yükselişe geçtiği 3. dalga ile gerçekleşti.
Ancak 2002’den sonra anarşizme dair kitap yayınlamaya yönelik ilgi bir süreliğine azaldı. Oysa bu esnada, gruplaşmalar, örgütlenme girişimleri, ayrışmalar, farklı yönelimlere çevresinde saflaşmalar iyice belirginleşti. Yeni dergiler ve internet siteleri ortaya çıkmaya devam etti, çeşitli mekân kurma denemeleri (anarşistlerin müdavimi olduğu veya işlettiği kültürevi, kafe, bar) oldu. Aynı zamanda bu dönemde anarşizme dair kendi özgün düşüncelerini ortaya koyan kitaplarıyla Gün Zileli, Işık Ergüden, Süreyyya Evren, Rahmi Öğdül, Yaşar Çabuklu, Halil Turhanlı, İnan Keser, Tarık Aygün gibi buralı özgürlükçü yazarlar gün yüzüne çıktı.
1999–2000’de anarşist kitap yayınında neden bu kadar artış olduğunu anlamak mümkün: o sırada dünyanın birçok coğrafyasında anti-otoriter örgütlenmeler ve buna paralel fikirler büyük ilgi görüyor ve radikal solla ilgilenen herkes bundan bahsediyordu. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin çöküşü dünyada 90’lardan beri devam anarşizme yönelik ilginin baş sebeplerinden biriydi. Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa Seattle 99’un yankıları ortodoks olmayan radikal sol çevrelerde de tartışılmaya, anlaşılmaya, uzaktan ve ihtiyatlı da olsa izlenmeye başlandı. Anti-kapitalist hareket ve aktivizm üzerine kitaplara doğru bir ilgi oldu.
Ancak 2002–2004 arasında yeni fikirler ortaya koyan anarşist kitaplar dünyada sürekli yükselen bir artış gösterirken Türkiye’de 1990’ların son beş yılındaki hızlı tempoya kıyasla oldukça geriledi. Bu düşüşün sebebine dair sanırım şöyle bir yorum yapılabilir: Seattle 99’da parlayan heyecan verici antikapitalist hareketin nasıl gideceğine dair tahmin yapmak artık zorlaşmıştı. Dünya Sosyal Forumu’nun anti-kapitalist aktivistlere kıyasla reformist bir konumda seyretmeleri de hareketin geleceğini belirsiz kılmaya başlamış, radikal solcuların ilgisini dağıtmıştı. Geleneksel sol alışkanlıklardan bir türlü kurtulamamak, anarşist/anti otoriter örgütlenme karşısındaki ön yargılar ve özellikle batıdaki anarşistlere yönelik kültürcü önyargılar[5] yüzünden küresel direniş hareketiyle buluşan bir yerel örgütlü süreç yaratılamadı. Temmuz 2001’de Cenova’daki G8 karşıtı eylemde Carlo Giuliani’nin öldürülmesi ise bu hareketin Batı dünyasında pek de hoş karşılanmadığının ve sindirilmesi gerektiğinin bir işareti oldu. Hemen ardından 11 Eylül 2001 saldırısı, terörizme karşı savaş adı altında antikapitalist hareketin gidişatını da etkileyen polisiye önlemler dizisine yol açtı. Tüm bunlar yüzünden artık liberter hareketlerin kapitalist dünyayı nasıl alt edeceği meselesinin yerini ABD yönetiminin emperyal politikalarının izlenmesi aldı. Bu yüzden de sol yayıncılar enerjilerinin önemli bir kısmı bu gibi konulara yatırdı. Bu sırada Arjantin İsyanı’nın patlak vermesi, Venezuela’da Chavez’e karşı gerçekleştirilen darbe girişimine halkın başkanlarını savunarak yanıt vermesi gibi olaylar sol gözleri Güney Amerika’daki yeni Bolivarcı sosyalizme çevirdi. Artık anarşizm, Zapatizm, otonomizm, radikal ekoloji ve anti-kapitalizmden ziyade, Amerikan yönetiminin politikalarına kafa tutan bu ülkelerde yaşanan dönüşüm süreci daha ilgi çekici görünmeye başladı. Tabii ki bunun yanı sıra yayıncıların Ortadoğu’daki çatışmaların, savaşların ve direnişlerin nabzını takip etme yönündeki istekleri haklı görülmeli. Tüm bunların yanı sıra Türkiye’de dış politikada yaşanan gerilimler ise sosyalist solun giderek içinden çıkılmaz bir milliyetçileşme sürecine girmesine sebep oldu. Bu dönemde küreselleşmenin eleştirilmesi demek milli devletlerin korunmasına yönelik bir politikanın savunuculuğu anlamına gelmeye başladı. Bunlar da dünya vatandaşlığını, sınırların kaldırılmasını, göçmenlik haklarını savunan bir hareketin Türkiye’de pek fazla alıcı bulmamasına sebep oldu.
Bu yıllarda anarşist dergiler yönünde çeşitlilik ve süreklilik artsa da (bu durum anarşistlerin eskisine göre daha istikrarlı olabildiklerini gösteriyor) kitap yayıncılığı alanının zayıf kalması birkaç nedene bağlanabilir; önce çuvaldızı kendimize batıralım: Türkiyeli anarşistler olarak toplumsal, siyasal, sanatsal ve güncel konularda klasik anarşizme içrek basmakalıp ezberlerin dışına çıkmak ve kamusal alanda söz almak yönündeki isteksizliğimiz, entelektüel üretim yapma konusunda burun kıvırmamız yayıncılığın anarşistler tarafından yeterince beslenmemesinin başlıca nedenlerinden biri olsa gerek. Zira çok fazla entelektüel emek gerektiren bu tür faaliyetlere anarşistlerin çoğunluğu hâlâ yeterince iltifat etmemektedir. İğneyi de dostlara batıralım: anarşist olmayan diğer görüşlerdeki insanlar anarşizmi hâlâ(!) güncel boyutuyla yeterince bilmedikleri veya bilmezden gelmeye çalıştıkları için gündem dışı tutmaları, üzerine dikkate değer yorumda bulunamamaları ve bu konularda neredeyse hiç çalışma yapmamaları bunu tamamlayan başka bir neden. Anarşizm dünyanın birçok ülkesinde hatırı sayılır ölçüde akademik literatüre girmesine karşılık Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar akademik çalışma yapılması, birkaç çağdaş özgürlükçü akademisyen haricinde, siyasal düşünce tarihinin temel metinleri arasında derslerde işlenmesinden çekinilmesi de bir başka neden olabilir.
Tam da bu dönemde anarşistlerin, sol/liberter Marksistlerin veya anti-kapitalist radikallerin, gündemi işgal eden konulardan uzaklaşmaksızın hali hazırda dünyada devam eden anarşist oluşumları, özgürlükçü düşüncedeki güncel tartışmaları takip etme ve buradan o tartışmalara katkıda bulunma yönünde gösterecekleri ısrar, anarşizmin bugünün radikal soluna ne vereceğine sarih bir cevap bulmak ve bunu örgütlemek isteyenler için önemli bir çıkış yolu olur. Ola ki bu doğrultuda çeşitli çabalar gösterilir, bunlar anarşistler arası tartışmalara yansıtılır ve bu tartışmalar kamusal alıcı bulacak platformlara taşınırsa, muhtemelen anarşist kitap yayınına yönelik okur talebi ve yayıncı ilgisi ve buna paralel olarak da anarşizm okuru artacaktır.

Son günlerin anarşist kitapları
Gelelim anarşizme yönelik kitap yayıncılığının son bir iki yılda ne aşamaya ulaştığına: biz kaynakçayı yayınladıktan sonra 2005’e kadar buna eklenen son yeni kitap Martin Duberman’ın anarşizmin tarihinde önemli bir yeri olan trajik Haymarket olayını konu edinen 1 Mayıs’ın RomanıHaymarket (Agora yayınları) adlı romanıydı.
2006 yılına doğru yayın ortamı yeniden anarşist/liberter düşünüşe dair kitaplarla şenlendi: Önce 2005 sonunda BGST yayınlarından anarşizme dair tartışmalar da içeren Foucault/Chomsky imzalı İnsan Doğası - İktidara Karşı Adalet çıkageldi. 2006’da Kaos yayınlarından anarşistler arasında bir kült kitap olan Fredy Perlman’ın uygarlığın ataerkil/tahakkümcü tarihinin eleştirisinin yapıldığı Against His-Story Against Leviathan adlı kitabı Er-Tarih’e Karşı Leviathan’a Karşı adıyla yayınlandı. Aynı sıralarda sahneye yeni çıkan bir yayınevi olan Versus, geçtiğimiz yıl ölen anarşist tarihçi Paul Avrich’in Kronstad 1921 adlı kapsamlı tarihsel incelemesini yayınladı. Agora Yayınları, Bakunin'in Devlet ve Anarşi kitabının ikinci baskısı yanında Martin Duberman’ın yazdığı Emma Goldman’ı anlatan tiyatro oyunu Toprak Ana ve Emma Goldman’ın Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir ismiyle anarko-feminist yazılarını basarken, Saul Newman’ın postanarşizm teorisini temellendiren Bakunin’den Lacan’a – Anti-Otoriteryanizm ve İktidarın Alt-üst oluşu (Ayrıntı yayınları), liberter bir perspektifle anti-kapitalist hareketi anlatan Simon Tormey’in Yeni Başlayanlar İçin Anti-Kapitalizm (Everest yayınları), Fransız aktivist çiftçi José Bové ile Gilles Luneau’nun ortak imzasını taşıyan Sivil İtaatsizliğe Çağrı (İletişim yayınları) gibi yeni kitaplar yayınlandı. Bunların yanında edebiyatta anarşizmin izini sürebileceğimiz başka eserler yayınlandı: Fernando Pessoa’dan Anarşist Banker (Can yayınları), Joseph Conrad’ın komplocu anarşist stereotipinin klasikleşmiş eseri Gizli Ajan (İmge yayınları), Philippe Videlier’den Bakunin'in Bahçesi (Telos yayınları) ve Ocak 2007’de de Gilbert Keith Chesterton’ın dünyayı yok etmek isteyen anarşistlere dair metafizik romanı Bay Perşembe’nin yeni basımı (Merkez Kitapçılık) yayınlandı. Versus 2007 Şubat’ında iki kitapla daha anti-otoriter düşünceyi alanını besledi. Anarşistleri yakından ilgilendirecek, romantizmin moderniteye karşı barındırdığı özgürlükçü potansiyelleri tartışan Michael Löwy ve Robert Sayre ortak imzalı İsyan ve Melankoli – Moderniteye karşı Romantizm ve Tarık Aygün’ün yazdığı, Gandhi ile Martin Luther King’in sivil itaatsizlik ve doğrudan eylem anlayışlarının anarşist bir bakış açısıyla anlatıldığı Efendiliğin Reddi - Sivil İtaatsizlik ve Doğrudan Eylem. Mart 2007’de kitapçı vitrinlerinde başka yeni basımlarla da karşılaştık: Henri Arvon’un Anarşizm (İletişim) ve Öteki yayınlarından, 1999–2000 döneminde çıkmış olan George Crowder, Klasik Anarşizm, Kropotkin’in Ekmeğin Fethi’nin yeni basımlarıyla iki yeni Kropotkin çevirisi: Etik ve Karşılıklı Yardımlaşma. Kropotkin’in tüm hayatını vakfettiği etik bir anarşizm oluşturma projesinin en önemli ürünü olan Etik, Sinan Altıparmak tarafından gerçekleştirilen, ilk kez günümüz okuru açısından okunaklı bir çeviriyle ve eksiksiz olarak basılması okurları bekleyen en son sürpriz. 
Bu tekrar basımı yapılan kitaplar anarşistlerin ve anarşizme ilgi duyanların çoğaldığını ve yeni kuşak içinde de bu öğretiyi merak edenlerin boy gösterdiğini düşünmemize yol açıyor. Bu esnada anarşist okuru şaşırtacak farklı bir kitap daha raflarda yerini aldı: Anarşist Felsefe İmkânsızı İstemek, daha ziyade İslami çizgideki kitaplarıyla tanıdığımız Birey yayınları tarafından basıldı. Kitapta ismi hazırlayan olarak geçen Orhan Düz daha önce de Tolstoy ve Dostoyevski üzerine kitaplar hazırlamış. Bu kitap bir anarşist tarafından yazılmasa da anarşizmi sağcı bir bakış açısıyla yerlerde süründürmek için yazılmamış olan başvuru kitaplarından. Günümüz anarşizminin ne menem bir şey olduğunu merak eden okura kolaylıkla anlaşılmasını sağlayan bir ansiklopedi düzeni içinde hazırlanmış ve adı anarşizmle birlikte anılan üç çağdaş isme söyleşileriyle yer verilmiş: Noam Chomsky, John Zerzan, Todd May. Anarşistler için pek yeni bir şey söylemese de pedagojik niteliğiyle diğer meraklılara tatminkâr bir bilgi sunabilir.
Ancak tüm bunlar arasında anarşistler ve konu hakkında kapsamlı bir yayın okumak isteyecekler için Mayıs ayında çok değerli yeni bir çalışma daha çıktı: Robert Graham tarafından 2005 yılında hazırlanmış olan Anarşizm: Özgürlükçü Düşüncelerin Belgesel Tarihi / Cilt I: Anarşiden Anarşizme (MÖ 300–1939) (Versus Yayınları). Uzun zamandana beri anarşizmin tarihi hakkında kapsamlı bir çalışma okumak isteyeceklerin başvurduğu iki temel referans George Woodcock’ın klasikleşmiş Anarşizm Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi adlı kitabı ile Peter Marshall’ın 1991 tarihli İmkansızı İstemek – Anarşizmin Tarihi adlı hacimli kitaplardı. Graham’ın kitabı ise anarşizm tarihlerine paralel olarak okunabiliecek ama anarşistlerin kendi metinlerinden yapılmış bir seçki. Sistemli bir şekilde tematik olarak gruplandırılmış olan bu yazılar, anarşizmin hayat bulduğu tüm coğrafyalardan 80’in üstünde anarşist ve eylemciden 131 ayrı metinle (131 farklı yazı var) 1939’da sona eren 1. dalga anarşizminin neredeyse tüm meseleleri doğrudan okumamıza imkan sağlıyor. Bugüne kadar adlarına yalnızca anarşizm tarihlerinde rastladığımız ama yazılarını bilmediğimiz bir çok anarşistin ilk kez okunmalarını sağlayan bir referans kitabı.
2007’de aldığımız haberlere göre yayına hazırlanmakta olan daha birçok yeni kitap var. Deleuzecü düşünce ve anarşizmi ilişkilendiren ilk çalışmalardan birisi olan Rolando Perez’in Anarşi ve Şizoanaliz Üstüne adlı deneme kitabı Versus tarafından basılmak üzere. Versus’un yakın dönemli programındaki kitaplar arasında daha önce Ayrıntı Yayınları’ndan Tahakküm ve Direniş Sanatları adlı kitabı çıkmış bulunan James Scott’ın, Seeing Like a State/Devlet Gibi Görmek adlı kitabı ile Işık Ergüden’in ilk olarak Kaos yayınlarından basılmış olan Sessizliğin Anarşisi’nin yeni basımı da yer alıyor. İnternet sitelerinden öğrendiğimize göre Agora yayınları da Noam Chomsky’nin Anarşizm Üzerine’sini yayına hazırlıyor. Yine bir başka haber de İmge yayınlarından geliyor. Geçen yıl kaybettiğimiz, önde gelen özgürlükçü düşünürlerden birisi olan Murray Bookchin’in Avrupa ve Amerika tarihindeki devrimler ve halk hareketlerini, içerdikleri komünal ve özgürlükçü talepler açısından yeniden ele aldığı Üçüncü Devrim adlı iri kıyım eserinin 1 ve 2. ciltlerinin çevirileri tamamlanmış ve yayına hazırlanıyorlar. Bunlar duyduklarımız. Umarız bir yerlerde duymadığımız bazı hazırlıklar da vardır.
Kanada, Avustralya, ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde uzun yıllardan beri her yıl çeşitli anarşist kolektifler, yayınevleri, dergiler bir araya gelerek Anarşist Kitap Fuarı adı altında çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bu etkinlikler de sayısız anarşist yayının sergilenmesi ve anarşistler arası buluşmanın yanı sıra çeşitli konuşmalar ve söyleşiler de yapılır. Bu örnek oralarda anarşizme dair kitap yayıncılığının hem aktivistler hem de akademik yayıncılar açısından ne denli güçlü olduğunu gösteriyor. Dileriz yakın bir gelecekte bu olguları örnek alan yayıncılarımız benzer bir yayın çeşitliliği yaratırlar.


Birikim dergisi Sayı 219 Temmuz 2007




[1] Türkçede yayınlanmış anarşizme dair kitaplar için bir kaynakça denemesi ilk kez 1998’de Karaşın’ın internet sitesinde yayınlanmıştı. Süreyyya Evren’le birlikte bu denemeyi güncelleştirmiş ve Ocak 2005’te Siyahî’nin 2. sayısında yayınlamıştık. Önce kaynakçadaki kitapların yıllara göre dağılımına bakarak bazı değerlendirmeler yapmaya girişip ardından o zamandan bugüne kütüphanelerimizi zenginleştiren yeni anarşist kitaplara bir göz atalım dedik.
[2] Birçok ülkede uzun yıllardan beri yerel anarşizm tarihleri, çeşitli tarihsel figürler üzerine biyografiler, monografiler şeklinde araştırmalar yapılmakta, ve aynı zamanda anarşizmin çağdaş teorilerle geliştirilmesini içeren özgün teorik katkılar ortaya konulmaktadır. Anarşizm sadece konuya politik taraf olanlar açısından değil her disiplinden akademisyenlerin de ilgisini çeken bir araştırma konusudur dünyanın birçok ülkesinde. Buna karşın bırakın anarşizmi, sola yönelik tarihsel incelemeler bile Türkiye'de çok az yapılıyor.
[3] Erik Jan Zürcher ve Mete Tunçay’ın editörlüğünde hazırlanan Osmanlı İmparatorluğu`nda Sosyalizm ve Milliyetçilik  (1876-1923) [çeviren Mete Tunçay, İstanbul: İletişim Yayınları 2004]  bu konuda ayrıntılara dikkatli okur için çok değerli bilgiler içeriyor.
[4] Burada verdiğim sayılar anarşist kaynakça denemesine dayanıyor. Sayılarda ancak çok küçük sapmalar olabilir. eldeki veriler yayıncılıktaki genel eğilimi gözlemlemeye yeterlidir.
[5] Bütün bu yıllar boyunca anti-kapitalist aktivist hareketin rahatı yerince batı gençliğinin bir tür eylem turizmi olduğunu ima eden kültürel önyargılarla dolu “sol/milliyetçi” eleştirileri bolca okuduk çeşitli yayınlarda. 

29 Haziran 2007 Cuma

Irkçılıklar el ele verirken


Irkçılığın gündelik kültürel pratiklere saklı sinik doğasını apaçık saldırgan ırkçılıktan ayırt etmek gerekirken birincisinin bu ikinci tip ırkçılığın kolayca büyüyebileceği toprağı olduğunu belirtmeli. Karşımıza çıkacak en yaygın kanı, birincisinin ırkçılık değil önyargı, ikincisinin de aşırı milliyetçilik olduğunu söyleyen ve bu aşırı milliyetçiliğin sadece faşizan hedefleri olan örgütlenmelere içrek bir ırkçılık veya kafatasçılıktan türediği, ne var ki halkın bunlara mesafeli durduğu iddiasıdır.
Sıradan gündelik konuşmalarda, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu veya bugün Türkiye nüfusunun mevcut Türk tanım(lar)ı dışında kalan etnik unsurlardan –Bulgarlar, Yahudiler, Rumlar, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Farslar, Lazlar, Gürcüler, Çingeneler, Çerkezler, Arnavutlar, “Arap Bacı” stereotipi ile karşımıza çıkan Afrika kökenliler gibi– söz açıldı mı çoğu zaman derhal ırkçı önyargıların ürünü olan, adı geçen topluluğu şu ya da bu “özelliği” üzerinden aşağılayan ya da tersine hoşgörülü bir mesafeyle karşısındakine yerini bildiren, Türk’ün saflığını, ayrıksılığını vurgulamadan geçmeyen, gündelik hayata içkin bayağı ırkçılıklarla karşılaşabiliriz. Karadeniz fıkralarındaki aptal Karadenizli stereotiplerinde, “Ermeni tohumu”, “Rum dölü”, “Moskof uşağı”, “Çingene çalar Kürt oynar”, “Acem palavrası”, “Pinti/paragöz Yahudi”, “ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü”, “Esmer Vatandaş” gibi ilk aklımıza gelen ifadelerde saklı etnik göndermeli ırkçılıkların ve kültürcü önyargıların gündelik konuşmalarda ne kadar kolaylıkla sarf edildiklerini düşündüğümüzde, bunların daha rafine ırkçılıkların politik programları açısından hep kullanıma hazır malzeme olduğunu yadsımak kolay mı? Ya da bunları folklorik bir çeşni olarak sayıp sıradan hayatın içindeki önemsiz, tehdit sayılmayacak vasatlar olarak göz ardı mı etmeliyiz? Bu insanlar bu coğrafyaya ait değilmiş ve buradan gittikleri ya da etnik kökenlerini alınlarında bir damga gibi taşıyarak susup oturdukları takdirde Türklüğümüzün vicdanını rahatlatacak misafirler gibi telakki edilir. Bu ırkçılıkların gayri-Müslimlere yönelik türevleri, Osmanlı imparatorluk mirasının devamcısı esas ev sahibinin misafirperver hoşgörüsüyle “azınlıklaştırdıklarını” ağırlar gibi yapar. Müslüman olup etnik anlamda Türk olmayana ise daha bizden birileri olarak yaklaşır, kendi farklılığını beyan etmeyip Türklüğünü kanıtladığı taktirde –meşhur mozaik ve mermer metaforlarını hatırlayalım– onu da kendinden bilip öylece bağrına basar.
Irkçılığın yönü bağlama göre, “içimizdeki öteki”nden “dışımızdaki öteki”ne de yönelebilir: Balkan halklarından birisine, Ruslara, Amerikalılara ya da Avrupa’daki herhangi bir topluma. Bunlar gündelik pratiklerin “sıradan”, fark edilmeden geçilen ırkçı önyargılarıdır. Kimi ırkçılıklar ise kurumsaldır. Uzun tarihsel geçmişleri vardır. Devlet politikalarının ya da siyasal arenadaki söz sahiplerinin diri tutmalarıyla beslenir, büyütülür. Belirli bir siyasal programları vardır ve o programın maksadına göre dolaşıma sokulurlar. Konjonktürel olarak bu ırkçılıklardan bazıları başka ırkçılıkların güçlendirilmesi için yeniden işlenir ve işlevlendirilir. Kültürde hazır hammade halinde, yüzergezer şekilde depolanmış olarak bulunan önyargılar ve saklı ırkçılıklar, ihtiyaca uygun “maddi verilerle” desteklenerek daha gerekçelendirilmiş bir düşmanlık için kurgulanır ve sahici bir hedefe yönlendirilerek tekrar işlevselleştirilir. Örneğin Osmanlı’nın modernleşme süreçlerinde, ‘Millet-i Hakime’nin boyunduruğundan kurtulmak için bir bir ayaklanan milletleşme sürecindeki tabi halklar karşısında yürürlüğe giren Türk milliyetçiliği programı, etnik farklılıkları çeşitli nüfus politikalarıyla saf dışı bırakmak için mevcut kültürel düşmanlıkları işleyip geliştirirken bu türden bir işlevselleştirmeye başvurdu. Benzer süreçleri erken cumhuriyet dönemindeki Türkleştirme politikalarında ve günümüzde de görüyoruz. Türkleştirme –farklılıkların arındırılması veya aynılaştırılması– programlarından başarıya ulaşanlar öncelikle gayri-Müslimlere yönelik olanlarıdır bilindiği gibi. Ancak bu programlar her ne kadar başarıya ulaşıp geriye sadece “azınlıklar” bırakılmış olsa da bu azınlıklara karşı kültürel bellekte sürekli diri tutulan yerleşik önyargılar ve ırkçılıklar günün ihtiyaçlarına göre farklı misyonlar için de kullanılabilir: iki medya grubu arasındaki savaşta taraflardan birinin diğerinin sahibine Rum tohumu demesinde ya da PKK liderinin menşeine dair Ermeni olduğu iddiasında görüldüğü gibi, belirli bir konjonktürde dışlanan bir tarafın daha evvelki kabul görmüş bir ırkçılığın –ermeni düşmanlığının– desteğini alarak kuvvetlendirilmesine yarayabilir. Yahut “ulusalcı sol”un ve miliyetçilerin elbirliği ederek devletin bünyesinden Türk-olmayanı temizleyerek yüzde yüz saf milli sermaye yaratma programında olduğu gibi, devletin içinde bulunduğu tüm müşkül durumlarla bir takım gizli mason örgütlerinin ve Sabetaycıların ilişkili olduğunu kanıtlamaya yönelik “bilimsel” köken araştırması çabalarıyla yan yana yürüyen, Kürtlerin demokratik taleplerinin kaynağını ABD ve İsrail’in Ortadoğudaki hesaplarına adresleyen formüllerdeki gibi yine yaygın bir ırkçılık çeşidi olan anti-semitizm başka ırkçılıkların alt metni haline getirilebilir. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle sorunlarını tartışırken –I. Dünya Savaşında bizi emperyalizme satan Araplar suçlamasından beslenen– Arap nefreti, modernleşme sürecinde Arap kültüründen kalma ne varsa ondan kurtulmak isteyen cumhuriyetçi elitizmle el ele tarihsel bellekten çağırılır ve 11 Eylül sonrasında yükselen batı kaynaklı Müslüman-Ortadoğulu nefretiyle harmanlanarak İslamcı tehdit algısının payandasına dönüştürülür. Bunun gibi, Haçlı seferleri, İngiliz ve Fransız emperyalizmleri gibi tarihsel geçmişlerle ilişkilendirilen Hıristiyan-Batı düşmanlığı Avrupa Birliği’nin yaptırımları ve dayatmaları karşısında tazelenerek sıradan dile “Haçlı Zihniyeti” yahut da “Sevr’i hortlatmak” şeklinde tercüme edilebilir. Birçok örnekleri verilebileceği gibi kültürel belleğe içkin ve kend, doğuşuna yol açmış çatışmaların tarihsel bağlamından artık kopmuş bulunan kültürel önyargılarla saklı ırkçılıkları tazelemeksizin hiçbir milliyetçi program kendi sakil popülist dilini kuramaz. Bu yüzden “birleştirici”, “evrensel değerlere bağlı”, “yurt sevgisi” esaslı “ırkçı olmayan!” bir milliyetçilik oluşturma hayali, milliyetçiliği bağrında hep saklı tuttuğu ırkçılıktan özenle ayırmaya çalışırken yerleşik kültürel önyargılara toslar ve kazanan daha ziyade popülist milliyetçilik olur.
Irkçılık karşıtlığının tutarlı kalabilmesi için tüm ırkçılıklar arasındaki bu geçişliliği göz önünde bulundurarak her türlü ırkçılığa –ve onun kadar sınıfsal, cinsel, kültürel, modernist ayrımcılık ve dışlamalara da– karşı sürekli bir uyanıklık halinde olmak elzemdir. Hrant Dink’in katledilmesiyle ayyuka çıkan Ermeni düşmanlığına dikkatleri çevirirken bununla işbirliği halindeki Batı-Hıristiyan karşıtı önyargılardan; sosyalistlerden İslamcılara ve faşist milliyetçilere kadar en geniş siyasi yelpazeyi kaplayan Yahudi düşmanlığından; ağırlıklı olarak modernist önyargıların ürünü olan Arap nefretinden; şiddeti ve “terörü” eleştiriyor görüntüsü altında bir ırkçılığı giderek büyüten Kürt düşmanlığından; Kıbrıs sorunu her gerildiğinde yeniden tırmanan ve “Trabzon’da Pontus Devleti kurmak istiyorlar”, “İstanbul’u tekrar almak istiyorlar” paranoyası ile beslenen Rum-Yunan düşmanlığından ve bunlar arasındaki işbirliklerinden bahsetmeyen bir ırkçılık karşıtlığı yarım ağızlı kalmaya yazgılıdır. Irkçılık, hayali kurgulara dayanır ve tutarsız olması onun için sorun değildir. Ama ırkçılık karşıtlığı her türlü ırkçılık ve milliyetçilikleri karşısına alarak tutarlı olmadığında politik doğruculuğun gayri samimi bir jesti olarak sınırlı kalabilir.

29 Haziran 2007 Birgün

1 Haziran 2007 Cuma

“Ne Tanrı, Ne Ulus, Ne Devlet!” Toplumsal Radikalizmin Coğrafyası

Siyahi, Sayı 9, Haziran-Eylül 2007


Kürşad Kızıltuğ


Güncel siyaset giderek ağır çatışmalara sahne oluyor. Bu çatışmaların birçok cephede sürdüğü herkesçe gözleniyor. En çok teşhis edilen şeylerden birisi Türkiye’deki iktidar bloğunun –küresel makro iktidar yapılarının yeniden yapılanmasının da zorlamasıyla– bir yeniden yapılanma süreci içinde olduğu ve bu yapılanmanın oluşturucu unsurlarının kayda değer bir süreden beri kendilerini yeniden tarif ettiği. Devletin, siyasal rejimin ve toplumun geleceğinin belirlenme kavgasının verildiği bu iktidar savaşında, taraflar arasında çalışan sınıfın, kadınların, Kürtlerin, gençlerin, ezilenlerin, akla gelebilecek her türlü madunların taleplerinin yeri yok. İktidar bloğu içindeki çatışmalar yalnızca bu alttakilerin manipülasyonunu elden geldiğince etkin yöntemlerle sürdürmek suretiyle mevcut sorun öbeklerinin idaresini sağlamaya çalışıyor. Bu idarenin devlet cephesinde statükoyu sürdürme uğraşı verenler tarafındaki en belirgin manipülasyon aracını ise dizginlerinden boşalmış bir milliyetçiliğin varyantları oluşturuyor. Bunda ilk bakışta yeni bir şey yok belki. Yeni olan şey ülke nüfusunun son on yıllarda geçmiştekinden kat kat daha siyasallaşmış olması. Siyaset artık devlet katında aşağıdakilerin temsilcilerinin birbirleri arasında sürdürdükleri bir kavga olmaktan uzaklaşıp daha ziyade bütün toplumsal satha yayılan, tüm insan ilişkilerini kesen bir genişleme sürecine giriyor.

Peki, bu bir sivilleşme midir? Siyasetin içine giderek daha fazla çekilen bu kalabalıkların iktidar bloğunu kendi kontrolü altında tutma uğraşı veren istikrarlı iktidar gruplaşmalarınca yönlendirildiğini, doğrudan doğruya devletçi dürtülerle hareket ettirildiğini kabul etmek gerek. Bunu devletin alanının tüm sivil topluma doğru yayılmaya başlaması olarak okuyabiliriz. Verilen kavgaların devletin kontrolünden özerkleşmiş ve onun üzerinde demokratik anlamda baskı oluşturan bir sivil alanı genişletmeyi ve radikal demokratik bir ufukla kalabalıkların siyasetin icra edilişine katılımını sağlamayı içermediği aşikâr. Kalabalıklar, bu sahnede, esas faillerin gereksindiği gücün neşet ettiği kaynak olarak yer alıyor. Kendi dolaysız öznellikleri ve talepleriyle değil. Verili taraflarla, yazılmış muhtemel senaryolar üzerinden saflar oluşuyor. Devletin derin mekanizmalarından sivil toplumun bünyesine doğru, gizli veya açık, dolaylı veya doğrudan kanallardan gerçekleştirilen manipülasyon zincirleri tüm toplumsal ilişkiler ağını giderek daha fazla etkisi altına almakta.

Devlet artık eskisi gibi üstte duran ve yukarıdan yöneten bir mekanizma değil. Toplumun içinde onu aşağıdan, yeniden kuran bir mekanizma haline gelmekte. Hakim olduğu fiziki coğrafyanın –ülke–  üzerinde konumlanan soyut, aşkın bir varlık olmak yerine somut, içkin bir güç olarak toplumsal mekânın içine yayılmak ve daha fazla yerleşmek eğilimi gösteriyor. Yani sivilleşmenin ve devleti küçültme iddialarının tam tersi bir eğilim. İnsan gruplarının kendi içlerinde ve diğer gruplarla kurdukları ilişkilere, geleneksel cemaatçi ilişkilerin yerini alan, hangi görüşe ve ideolojiye ait olursa olsun modern devletçi ilişkiler şekil veriyor. Gündelik hayatlarımız da giderek makro siyaset ile belirlenen bu kavgaların konusu haline geliyor.

Milliyetçilik, belirli bir hakim millet kurgusu uyarınca birbiriyle özdeş kılınmış kalabalıkların homojenize birliğini sağlamak –tüm çatışmaların üstünde bir görünüm elde etmek– suretiyle kendi işleyişini mümkün kılmak isteyen organize bir tahakküm aygıtı olan modern devletin olmazsa olmaz bir niteliğidir. Milliyetçilik hayali bir birliği mümkün kılan, –devlet makinesinin parçaları arasındaki sürtünmeyi azaltan– makine yağıdır. İktidar bloğunun içindeki çatışan grupların verdiği hegemonya mücadelesinde milliyetçiliğin türlü şekillere girip devamlı uyarlanması, yıpranan ideolojinin yeni kılıklarda tazelenmesi güncel makro siyasetin tüm katılımcılarının vazgeçilmez taktiklerinden birisi.

Bu yüzden giderek alarm veren bir ruh haliyle, yalnızca devletçi ilişkiler ağının parçası olmaktan kaçınır görünen liberal muhalifler değil aynı zamanda bu ağın unsurları içindeki devlet yanlıları bile milliyetçiliğin aldığı, muhtemelen alacağı ve alması gereken şekiller konusunda birbiriyle çatışan sayısız mülahaza ortaya koyuyorlar. Bu tartışmanın dışında duran bir radikal solun geniş kesimi ise kendi tartışma konusunu devletin ampirik niteliği ve milliyetçiliğin muhtemel tehditleriyle sınırlamış durumda: ırkçılaşan milliyetçi saldırganlık ya da aksak demokrasinin daha da kötürümleşmesi. İster liberal ister radikal muhaliflerin tarafında en çok yapılan şey, milliyetçi ideolojinin tüm varyantlarıyla teşhis ve teşhir edilmesi ve bundan hareketle alarm ruh halinin zirvede tutulması. Ancak milliyetçiliğin bu sonu gelmez biçimde yapısöküme uğratılmasında ve eleştirilmesinde giderek tıkanmakta olan bir eğilim var. İktidar bloğunun çatışan taraflarının türlü eğilimlerinin, kaynaklarının, hesaplarının, ilişkilerinin, devlet üzerinde hegemonya mücadelesi veren bu grupların ne tür motivasyonlarla hareket ettiğinin gün be gün kaydının tutulmasında sistemin sürekli olarak mercek altında tutulması ve teşhir edilmesi kaygısının ötesinde bir beklentimiz olmalı.

Oysa radikal sol muhalifler açısından sorunun devlet ilkesinin kendisini sorgulamak olması gerektiğini düşünüyoruz. Devletin varlık gerekçesini milletin birliği ve toprak üstünde egemenliğine dayaması gerçeği devletin tartışılmasını içermeyen bir milliyetçilik tartışmasını hükümsüz kılmaya mecburdur. Bununla yapılabilecek en ehven şey sokak faşizminin önünü kesecek bir bilinç açıklığı sağlamaktır --o da tutarsa. Örneğin sosyal demokrasi konusunu ya da “ulusalcık” ya da “ulusalcı sol” konusunu tartışan radikal solcuların ana argümanlarına baktığımızda hep bu tıkanmayı görüyoruz: sorun “bu artık lafta kalmış solun” tesiri altındaki kitleleri milliyetçiliğin yalanlarından kurtarıp sosyal demokrasinin aslına rücu etmesini sağlamak şeklinde tarif ediliyor ne yazık ki. Oysa bugünkü anlamıyla sosyal demokrasinin doğuşu, yirminci yüzyılın başlarında sosyalistler içinde yaşanan büyük bir ayrışmadan ileri geliyor. Dönemin sosyalistleri arasında yaşanan bir reformculuk ve devrimcilik yol ayrışması aynı zamanda sosyal demokratlarla komünistler şekline bürünmüş ve bu ayrışmada Alman Sosyal Demokratları Birinci Dünya Savaşı’nda işçi sınıfının milli burjuvazinin safında yer alması gerektiğini benimseyerek kısa süre sonra yaşanacak olan 1919 Alman Devrimi’nin yenilgiye uğratılmasında da baş aktör olmuşlardır. Komünistlerce bir daha hiç unutulmayacak olan bu siyasal ihanet salt bir stratejik ayrışmanın ötesinde bir safını seçme meselesi de olduğundan ötürü, o tarihten bu tarihe gerçekte sosyal demokrasi zaten hep aslına rücu eder. Bu anlamda bazı radikal solcuların ve sosyalistlerin sosyal demokrasiyi hizaya çekmek istemesindeki iyi niyet, anlamlı tarihsel kopuşların belirginleştirdiği siyasal ayrışmalar arasındaki derin farkları silikleştirmek istemek şeklinde de yorumlanabilir.

Bu tür yaklaşımların, devlet, ülke ve toplumun, muktedirlerin zihniyetlerinde kapladığı alanla radikal sol muhaliflerin büyük kısmının zihninde kapladığı alan arasında şaşırtıcı bir örtüşme olmasından kaynaklandığını iddia edeceğim...

Yani meselelere bakış açıları ne kadar farklı olsa da makro siyasete dair sözü olanların en büyük çoğunluğu açısından meselenin özü, devletin ampirik niteliği ve güncel makro siyasetin gidişatı üzerinden devletin içeriğini değiştirip dönüştürmeye zorlamak ya da halkı buna ikna etmektir. (Ne de olsa devlet iktidarını ele geçirerek toplumu dönüştürmeye niyetlenmiş bir devrimci programın tüm inandırıcılığı ve meşruiyeti sarsılmış durumda.) Bu bakış siyasetin hep makro siyaset olarak kavranmasından ileri geliyor. Radikal solun neredeyse daimi olarak güncel siyaset değerlendirmeleriyle kendisini sınırlaması, sürekli bu ampirizmle malul olması, güncel siyaset karşısında devlet ötesi bir siyasal ufuk ortaya koymamasından, koymak istememesinden ileri geliyor.

Devlet ilkesinin kendisini sorgulayan ve içine battığı “reel politik” tartışmaların körelticiliğinden sıyrılan bir radikal sol bakış (günceli takip etmeyi sürdürse de) güncel makro siyaset analizlerinin labirentlerinde çaresizce dolaşmak yerine kendisini ütopyacı bir tasavvura verme eğilimi gösterecektir/göstermektedir. Ütopyacılık burada yaygın pejoratif anlamıyla ayağını yere basmayan hayalcilik olarak değil, imgelemindeki toplumu gerçekleştirme mücadelesini şimdi ve burada veren bir dönüştürücü pratiğe girişmek olarak anlaşılmalı. Ancak eskinin ütopyacılığı ile şimdiki arasında bir ayrım çizmeye ihtiyaç var: bu ayrım siyasetin icra edileceği mekân sorunu ya da siyasetin ölçeği ve hedefi sorunudur aynı zamanda. Eğer siyasal mücadeleler hep eski solda olduğu gibi makro siyasal mücadeleler olarak kavranırsa siyasetin ölçeği (örgütlenmeleriniz ne kadar yerel olursa olsun) söyleminden ötürü ulus-devlet olacaktır. Bu durumda siyasal örgütlenmenizin coğrafyası da ulus-devletin coğrafyası ya da ülke, hitap ettiğiniz toplum ise ülkenin tüm nüfusu ya da halk ya da millet ya da o milletin bir alt grubu olan sınıf (ama milli-sınıf: Türkiye İşçi Sınıfı gibi) olmak zorunda kalır.

Buna karşın devletçi ilişkiler ağının, mevcut iktidar bloğunun, bu devletçi şebekenin parçası, tarafı, payandası olmayacak bir radikal özgürlükçü siyaset ise kendi siyasal mekân tasavvurunu, siyasetin icra edileceği coğrafya tanımını iki yönde dönüştürmek durumunda: ulus ötesi ve ulus altı. Devrimci bir toplumsal dönüşüm / tarihsel dönüşüm fikrine bağlı kalan devrimci siyasetler, “toplumun tümünü” dönüştürmeye aday merkezi örgütlenmeler üzerinden hareket ederler. Böyle bir bakış açısının toplumun dönüşümünün ancak devlet eliyle gerçekleşecek bir tarihsel proje olarak idrak edilmesi söz konusudur –dolayısıyla toplumsal mücadelenin eylem coğrafyası ‘ülke’dir. Bu aslında soyut bir kavram halini alır çünkü sürdürülen örgütlenme mücadelesi ülkeye özgülenince fiilen ülkenin vatandaşlarına ve hatta ulus-devletin tanım aralığına sıkışmış bir nüfusa –millete– göre koyutlanmış bir siyaset kalır bundan geriye. Buradan devrimci milliyetçiliği onaylamaya ya da milliyetçiliğin “ilerici ve gerici alternatifleri” barındırdığı düşüncesine geçiş için sadece güncel makro-siyasete ayak uydurmak yeterlidir. Ve bu ayak, makro siyasetin yürüyüş ritmine öyle bir uyar ki günü gelir saf milliyetçilerle el ele sosyalistler türlü ırkçılık biçimlerinin dahi işbirlikçisi olurlar. Özellikle de sol anti-semitizm, Avrupa’daki işçi hareketleri içindeki milliyetçilikler[1], Sovyetler Birliği’nin Rus olmayan nüfusuna yönelik uygulamaları, ulus-devlet sınırları dahilindeki bir devrimci mücadelenin anti-emperyalizm[2]  söylemi üzerinden yabancı düşmanlığına omuz verecek kadar dışarıdan gelene karşı milliyetçileşmesi, Türkiye’de son dönemin nasyonal-sosyalist söylemleriyle kendilerini en gerçek sosyalist sol diye yutturmaya çalışan ırkçılar[3] ve onların Sol-Kemalist diğer koalisyon ortaklarına ve son olarak da Latin Amerika’daki Bolivarcı sosyalizmlerin “millici” uygulamalarına bakıldığında sorunun hep ulus-devleti toplumsal dönüşümün aleti olarak gören makro-politik devrimci projeler olduğunu görürüz.

Kültürleri, bölgesel, etnik, milli ve dini ayrımları özgülleştirerek sabitleştiren ve bunu siyasetinin eleştiri hedefi haline getiren bir siyasetin öncelikle ulus-devletin nüfus politikalarının cebrî ve yalana dayalı uygulamalarının (Ermeni Soykırımı, Bulgar-Rum Nüfus Mübadeleleri, Kürtlerin zorunlu iskan edilmesi vb.) bir imalatı olan coğrafi kurguları işlevsiz bırakacak bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu bakış açısı artık toplum dendiğinde modernliğin ve ulus-devletin yarattığı millet kurgusunu göz önünde bulundurmayacağı için toplumsal dönüşüm dendiğinde de bu ölçekten olaylara bakmayacaktır. Çünkü bu ölçek öncelikle soyutlamaların ötesindeki somut insanın yaşadığı yerden kaynaklanan somut sorunlarına, merkezi iktidarın yerel düzeydeki tezahürlerine ve yerel mikro iktidar ilişkilerine duyarsızdır. Aynı zamanda bu ölçek koyduğu coğrafi ve kültürel sınırlar nedeniyle farklı yerlerde farklı kültürlerde ve mekânlarda yaşayanların birbiriyle diyaloğa girebilmesi önünde de bir bariyer oluşturur ve onu evrenselcilik yanılsamasında sözüm ona ötekiyle dayanışmaya sokar enternasyonalizm ismi altında. Bu dayanışma temsili olmanın ötesinde hiçbir somut alışveriş içermez oysa.

Toplumsal mekân tasavvurumuz yalnızca fiziki coğrafyanın bir karşılığı olacak anlamda mekânlara göre oluşturulacak olursa bu bizi salt yerelciliğe ve hatta yerellik fetişizmine de itebilir. Ancak toplumsal mekân, birbiriyle ilişki içinde pek çok toplumsallaşma biçiminin ve karmaşık iktidar şebekelerinin ilişkisi olarak düşünülürse o zaman her bir sorun öbeği, etrafında farklı insan kümelenmelerinin oluşacağı bir kovuk haline gelip o insanları eşitlikçi bir biçimde içine alacaktır. Bu kovuk, sorunlarına somut çözümler öneren ve alternatif dünya tasavvurları ile hareket eden radikal muhaliflerin giderek genişleteceği ve iktidar düğümlerinden birini yırtmaya başlayacağı yeni bir toplumsal mekân haline gelecektir.

İktidarın geleneksel makro devrimci politikalardaki gibi merkezi kavranışından merkezsiz olarak kavranışına geçiş anarşizmin ilk döneminden bugüne kadar mekâna, yerelliğe ve coğrafyaya verdiği önemin başlıca nedenidir. Gelecekte gerçekleşecek bir büyük dünya tarihsel ütopya fikrinden hoşnut olmayan anarşizm somut siyaset önerilerini gündelik hayat içindeki iktidar ilişkilerini dönüştürmek ve toplumsal yaşamın her veçhesine yönelik somut mikro politikalar önermekle günümüzdeki ağsal politik pratikleri önceden haber vermiştir.[4] Ortak dertlerine çareler aramak gibi bir ortaklıkları olması dışında hiçbir kimlik temelli özdeşleşme derdinde olmayan somut insanların, somut toplumsal sorunlar etrafında, çözüm üretici örgütlenmeler ortaya koyacakları bir pratik siyaset, günümüzde insanları kimlik çatışmalarından çıkaracak bir yaklaşıma imkân veriyor. Bu tür pratikler doğası gereği insanların aktif katılımına ihtiyaç duyar ve temsiliyeti ve hiyerarşiyi dışlar.

Toplumsal dönüşümün konusu devletin iktidarını ele geçirmekten uzaklaşıp tüm hayat alanlarına içine alacak denli genişlediğinde toplumsal mücadelelerin mekânı insanın yaşadığı her yer haline gelecek ve her yerdeki mücadelelerin birbiriyle haberleşme, kültürel alışveriş, deneyim aktarımı, dayanışma gibi meziyetlere sahip minörlükler çokluğunun icra ettiği bir yataylık/ufkîlik (horizontalism) siyaseti halini alacaktır.



[1] Bkz. Carl Levy, Avrupa'da Anarşizm, Enternasyonalizm ve Ulusçuluk: 1860-1939, , Siyahi Dergisi, Sayı: 6 Kasım Aralık 2005, s. 44-51.
[2] Emperyalizme karşı çıkmak, kapitalizme karşı çıkmanın güncel ifadesi olarak görüldüğü sürece gerçekten anti-kapitalist olmak mümkün görülmüyor. Zira emperyalizme karşı çıkmanın, kalkınmacı-modernleşmeci bir “sol” programdan öte bir şey olmadığı sayısız deneyle defalarca kanıtlandı. Bugün bu söylemde ısrar edenler yalnızca sağ milliyetçi ve İslamcı siyasi çizgiler. Bu nedenle artık anti-emperyalizm söyleminin devrimci değil kesinlikle gerici, sağcı muhafazakâr bir siyasi çizgiye hizmet ettiği görülmediği sürece Maoculuktan, Kemalizme, Sultan Galiyevcilikten ırkçılığa, oradan da en sonunda etnik saflık anlayışına giden yol anlaşılamaz hale gelir. Milliyetçilikle sosyalizmin çarpık ilişkilerinin kökeni esasında 1. Enternasyonale kadar gider. Özellikle bu konularda Bakunin’in Marx’a yaptığı uyarılara kulak tıkanması ve daha sonrasında sosyalizmin bir kalkınmacı modernleşme projesi olarak üçüncü dünya ülkelerinde hayat bulması gibi gerçekler her ülkede ciddi sorunlara yol açmıştır. Türkiye solunda milliciliğin hep yaşayan bir damar olarak başından beri var olduğunu görmek açısından şu yazı çok çarpıcı: Suavi Aydın, “Milli Demokratik Devrim”den “Ulusal Sol”a Türk Solunda Özgücü Eğilim. Toplum ve Bilim, Birikim Yayınları, Sayı: 78, Güz 1998, ss 59-89. Emperyalizm konusundaki bilinç çarpıklığının nasıl en sonunda anti-emperyalizmin sağcı bir içerik kazanmasına yol açtığı konusunda bkz. Kerem Ünüvar, “Türk Solunun Türk sağına armağanı: Anti-Emperyalizm”, Birikim Dergisi, Şubat 2007, Sayı: 214, ss, 106-112. Bundan daha öteye giden bir analizi yaparak zaten anti-emperyalizmin sola sağdan iltihak etmiş bir nosyon olduğunu ortaya koyan bir yazı için bkz. Süreyyya Evren, “Türk Sağı Anti-emperyalizmini Geri Alıyor!” - Birgün Gazetesi, 1 Nisan 2006. internet: http://sureyyyabirgun.blogspot.com/2007/04/trk-sa-anti-emperyalizmini-geri-alyor.html
[3] Sağ ve sol ırkçılığa ve bugüne has bu nasyonal sosyalizme karşı çıkmanın yolu, sadece onun belirtilerini kaynaklarını teşhis ve teşhir etmek değil, radikal solun kendi bünyesinde yaşatmaya devam ettiği her türlü aşkın, otoriter yapıya dayalı örgütlenme modelini ve bunu temellendiren felsefi kavrayışların da terkinden geçiyor. Ya da başka bir deyişle bugünün radikal aktivizminin söylemiyle "yataylık/ufkîlik siyasetinden" geçiyor.
[4] “Anarşizm ve Postmodernizmin Mekân Siyaseti” isimli yazısında Nicholas Spencer, merkezsiz, temsiliyetin yok edildiği, otorite ve devlet karşıtı bir siyaseti savunmak ve tarihten ziyade mekâna ve coğrafyaya önem vermek açısından anarşist düşünce, situasyonistler ve postmodern düşünce arasında bir süreklilik olduğunu söylerken aslında günümüz siyasetinin giderek yeni öznellikler ve mekânsal temelli bir minör politikaya geçişini öngörmüştü.  Nicholas Spencer, “Anarşizm ve Postmodernizmin Mekân Siyaseti” çev. Erden Kosova, Başka Bir Dünya Mümkün, Haz. Süreyyya Evren ve Rahmi G. Öğdül, İstanbul: Stüdyo İmge, 2002, ss. 200-209. Simon Tormey, tek bir dünya tasavvuruna dayalı klasik anarşist, sosyalist, ilkelci, ekolojist, radikal demokratik projelerin, modernliğin ilk safhalarından bu yana dünyanın daha iyi bir dünya lehine dönüştürülmesi gerekliliği fikri üzerine temellenen bir radikal imgelemden kaynaklandığını söyler. Bu ütopya dünyası imgeleminin yerini alacak bir başka imgelem ütopya mekânları ise buna bitişerek bu imgelemi dönüştürmüş ve eleştiriye açmıştır. Ütopya mekânları imgelemi Dünya Sosyal Forumu ve diğer aktivist hareketlerde karşımıza çıkan alternatif projelerle ve Zapatist hareketteki önemli olanın yeni bir dünya değil ‘bütün dünyaların mümkün olduğu, herkesin kendi rüyasını yaşayabildiği bir mekân yaratmak olduğu anlayışında görüldüğünü anlatır. Simon Tormey, “Ütopya Dünyalarından Ütopya Mekânlarına”, çev. Erden Kosova ve Yüksel Tür, Siyahi Dergisi, Sayı:6 Kasım Aralık 2005, s. 58-66.

1 Ocak 2007 Pazartesi

Anarşist gözle toplumun tasavvur edilmesi üstüne


Anarşistler genellikle, bütün diğer radikal devrimci sosyal felsefelere bağlananlar gibi, toplumu değiştirmek için mücadele ettiğimizi söyler. Ama toplum dediğimiz şeyin bir önkabul olduğunu ve bu önkabulün devletin hakimiyetini sağlamak için gereken ideolojik bir inşa olup sosyal bilimler tarafından üretildiğini ve eğitim sürecinde kafalarımıza sokulmuş olduğunu pek sorgulamayız. Toplum denilen şeyin tam da modernliğin belirli bir aşamasında, modern bürokratik devletin oluşumuyla birlikte doğduğunu genellikle gözardı ederiz. Toplumun doğasının ne olduğu meselesinin ayrı bir araştırma konusu haline gelişi, toplumun kendisinin bizatihi modern ulus devletin meselesi olmaya başladığı 19. yüzyıl başlarından itibaren, felsefeden ayrışan yeni bir bilgi disiplini olarak sosyolojinin doğmasıyla ilk kez bu kapsamda gündeme gelir. Sosyolojinin, Fransız devriminin ardından, bu ilk ulus-devletin bağrında doğuşu (üçü de Fransız olan Saint-Simon, Comte, Durkheim; “sosyoloji”nin ve sosyolojik pozitivizmin üç büyük kurucu teorisyeni) bu bakımdan rastlantı değildi. Bu ilk evresinden itibaren sosyolojinin meselesi özünde, ulus-devletin sınırlarla belirlenmiş coğrafyası içinde kalan o heterojen nüfusun nasıl toplum haline geldiği ve getirileceği meselesidir. Jön Türk ideoloğu ve resmi Türk milliyetçiliğinin mimarlarından Ziya Gökalp’in de Durkheim çizgisinde bir sosyolog olması rastlantı değildi. Toplumun nasıl dönüştürüleceği ve bütünleştirileceği, dönemin milliyetçilerinin önünde temel mesele olarak duruyordu.  
Bu nedenle, toplumu değiştirmeyi ulus-devlet ölçeğinde düşünen radikal sosyal felsefeler açısından toplumun bir bütün olarak tasavvur edilmesinde sorun yok. Çünkü devleti başka bir formda da olsa sürdürdüğü için bütünsel bir toplum kurgusuna ihtiyaç duyar. Ulus-devlet düzeyinde bir toplumsal dönüşüm tasarlayan siyasal ideolojiler, meseleyi o zamana kadar topluma dahil olmayan her unsuru ve toplumun genel normlarına uymayan her ilişki tarzını “yeni toplum”un genel çerçevesi içine çekecek bir düzenleme konusu olarak ele alır.
Peki anarşistler ve aktivistler açısından toplum nasıl tasavvur edilebilir? Toplum dediğimizde bizler de ulus-devlet içinde kalan nüfusu ve nüfusun tümünü biçimlendirdiği varsayılan bütünsel “toplumsal yapıları” ve “toplumsal ilişkileri” mi anlıyoruz?
Günümüz kapitalist toplumlarını, insanın hareket alanını imkânsızlaştıran bürokratik bir “demir kafes” ya da “kitle toplumu”, her türden sosyalliğin “hakim ideoloji” ve “kontrol teknolojilerinin” belirleyiciğine mahkum olduğu bir totaliter tahakküm sistemi olarak tasavvur edersek, onun karşısında yer alan insan tekini ise edilgin, tabi kılınmış, bireyselleşme imkânları olmayan, toplumla bir başına karşı karşıya kalan güçsüz bir varlık olarak görmeye başlarız. Burada her ne kadar eleştirel, yıkıcı bir bakış açısıyla bireylerin iktidar yapıları karşısındaki güçsüzlüğünden ve iktidarın kötülüklerinden dem vurulsa da, bu bakış bizi birey-toplum ikiliğine götürür; her birey-toplum ikiliği de kısa yoldan bireyciliğe ve nihilizme. Saf liberalizmin, bireyciliğin, nihilizmin, toplum ve siyaset karşıtı düşüncelerin ortak noktası, toplumu, devletin yekpare ve geçit vermez tahakkümü altında ezilen tâbi bireyler toplamı olarak görmeleridir.
Sosyal çatışmaları sadece birey ile devlet arasındaki çatışma olarak görmeyen anarşistler açısından toplumun bütünlüğü ve düzenli bir sistem olduğu düşüncesi sorgulanmalıdır. Eğer her yerde var olan, farklı tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir anarşizmi benimsiyorsak, o zaman toplumu, bir bütünden ziyade, modern devlet ve iktidar aygıtı tarafından sürekli bütünleştirilmeye çalışılan parçalı, uyumsuz, iç içe geçmiş ağlarla birbirine bağlanan, katmanlaşmış, heterojen sosyallikler olarak düşünebiliriz.
Toplumu sınıflar, tabakalar, cinsiyet, yaş, etnisite, hiyerarşiler, meslekler, yerel kültürler ve sosyalleşme ağlarından teşekkül eden, çatışmalarla örülü, süreksiz ve geçişli mekânların ancak devlet zoruyla birbiriyle ilişkiye sokulan ve milliyetçi ideoloji sayesinde bir bütün olarak tasavvur edilen bir şebekesi olarak görmeye başlamak, gözümüzü soyut bir bütünden somut sosyalliklere doğru çevirmemizi sağlar. Böylelikle bu yerel çatışmalardaki her bir ezilen unsur, tahakkümcü ilişkiler karşısında kolektifleşerek kendi direniş mekânlarını kurabilecek potansiyeller olarak görülebilir.
Daha büyük bütünselliklerle toplumu düşlemek, kontrol ve gözetim teknolojileriyle donanmış ve şiddet araçlarının en güçlülerine sahip hegemonik iktidar karşısında, örgütlenmenin ne kadar zor ve toplumsal dönüşümünse neredeyse imkânsız olduğu vehmine götürür insanı. Çünkü karşınızda dönüştürülecek koca bir bütün vardır! Onu kontrol eden iktidar aygıtları ile başa çıkabilmek için, gücüyle boy ölçüşebilecek bir örgütlenme yaratmak gerekiyor demektir! Buna karşın toplumu bütünleştirilemeyen dinamik unsurların parçalı ve karmaşık ilişkileri şeklinde ele almak, farklı mekânlarda yürüyen farklı yerel direnişlerin doğrudan ve dolaylı bağları yoluyla ilişkiye girecek direniş ağlarını, sistem karşıtı genel devrimci hareket olarak yeniden kavramamıza imkân tanır.
Gündelik hayatın geçtiği her yerde: ev içinde, okulda, üniversitelerde, her türlü işyerlerinde, özel ve kamuya ait işletmelerde, sağlık kuruluşlarında, spor, eğlence, kültür ve sanat gibi alanlarda, kırsal ya da kentsel mekânın akla gelebilecek her yerinde çatışmalı, bölünmüş sosyal ilişkiler vardır. Hatta bazı mekânlardaki sosyal ilişkilere alternatifler üretmemizin önünde o kadar da etkili engellerin olmadığı  bir gerçektir. İradi müdahaleler ve bilinç yükseltme yoluyla başka türlü sosyalleşebileceğimiz alanlar da mevcuttur. Cinsiyetler arası ilişiler, ebeveyn çocuk ilişkileri, arkadaşlık ve dostluk ilişkileri, ortak ilgileri olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları sosyal faaliyetler böyle alanlardır. Tüm bu sosyal ilişkilerin geçtiği mekânların hepsinde, diğerleriyle bağlantı kurabilecek yerel direnişler oluşturulabilir.
Bununla da kalmayıp tüm bu mekânlarda mücadelenin katılımcılarının ortak karar alma süreçleriyle alternatif yaşam pratikleri geliştirmelerini sağlayacak yatay örgütlenmeler oluşturmak mümkün görünüyor. Bu tür mekânlarda var olan dirençler böylesi örgütlenmelere adaydırlar. Bu baskıcı mekânlarda, hem gündelik hayatı dönüştürecek hem de eş zamanlı olarak sisteme karşı devrimci propaganda yapabilecek açıklıklar, boşluklar, gedikler, çatlaklar her zaman mevcuttur. Modern siyasal sistemlerin ağır krize girdikleri geçici totalitarizm ve faşizm dönemleri dışında, hiçbir siyasal sistem, hiçbir zaman bu açıklıkların, boşlukların, gediklerin ve çatlakların tümünü birden dolduramaz, sıvayamaz.
Bu çatlakları, boşlukları, gedikleri hem halihazırdaki dirençleri bilinçli direnişlere dönüştürecek hem de farklı projeleri olan faillerin girip içine yerleşecekleri mekânlar olarak düşünebiliriz. Sistem bu mekânların sahip olduğu direniş potansiyellerini farkettiğinde belki bunların bazılarını doldurmaya, sıvamaya, görünmezleştirmeye marjinalleştirmeye veya kendi lehine alternatifini üretmeye çalışabilir. Ayrıca buralar çoğu zaman da daha iyi bir alternatif yaratılmadığı için sıradan insanların günlük sosyal pratikleri tarafından doldurulmuş olan kodlanmamış ve devrimci açıdan yeniden kodlanmaya müsait mekânlardır. Bu mekânları devrimci deneylerin yaşantılanacağı imkânlar olarak değerlendirmek için, politika yapmanın çoğunlukla sadece iletişim kurma amaçlı olan protesto, propaganda ve ajitasyona dayalı soyut, genel ve reddiyeci dilinden biraz olsun uzaklaşmak icap eder: daha tikel meselelere doğru daha somut bir kavrayış, daha uzun erimli odaklanmış bir pratik çalışma, o yerlere özgü daha pozitif, kurucu, dönüştürücü üsluplar ve oranın kendi yerelliğine has özelleşmiş bilgi ve deneyim.
Siyasal açıdan boş olan bu mekânları alternatif sosyalleşmelerle dolu mekânlara dönüştürmeye odaklanmış somut kurucu pratik, tahayyül edilen toplumun şimdideki bir unsurunu oluşturmaya yönelik bir kurucu faaliyet olarak düşünülebilir ve benzer minvaldeki yerel direnişler böylesi bir tasavvurla radikalleştirilebilirler. Burada kastettiğimiz anlamıyla devrimci bir partiküler siyaset olarak aktivizm, devrimci siyasetin parçalanması ve etkisini kaybedecek şekilde faillerin bölünmesi anlamına gelmez. Siyasetin merkezini ya da merkezi sorununu kaybetmesi olarak da düşünülmemelidir. Parçalı olarak tasaavvur ettiğimiz toplumun içinde parçalı olarak mücadele etmek ve farklı mücadeleler sürdüren parçaların ilişkide olması demektir. Bugüne kadar devrimci siyasetlerin boşta bıraktığı ve sistemin doldurduğu gündelik yaşamın gerçekleştiği mekanlarda alternatifler yaratmak yoluyla toplumu aktivistlerin hafriyat ve şantiye sahasına çevirmektir. Bu yüzden bütüne dair soyut politikalar yerine yerele yönelik somut politikalarla başlamamız daha sonuç alıcı görünüyor. (Burada yerel derken fiziki bir yerelliği kastetmiyorum). Kendi gündemlerine göre yola çıkan aktivizm biçimlerinin, toplumun bütünsel tasavvuruna denk düşen, dev büyüklüğe ulaşmış ve tek işlevi ajitasyon propaganda yapmak olan tek bir profesyonel hantal siyaset örgütü yaratmaktan farklı olarak oldukça yoğun bir şekilde kendi gündemini yaratarak güncelliğe etki yapabileğini söylemek abartı olmaz sanırım. 
Bu açıdan bakınca devrim, hegemonik iktidarın baskısıyla sürekli birleştirilmeye ve bütünleştirilmeye çalışılan toplumun içinde birer köstebek gibi çalışan faillerin oluşturdukları şebekelerin toprağın büyük bölümünü alt üst ederek tüm örtüyü değiştirmesi veya yok etmesiyle gelecek olan hakiki toplumsal dönüşümdür. Devrimci hareket, bu devrimci partiküler hareketlerin yayılması, birbirlerini etkilemesi, birbirlerinden moral destek, takviye, deneyim ve taktik alması gibi yollarla gelişen dönüştürücü, kurucu etkilerdir. Devrim tüm toplumsal ilişkileri altüst eden, yerel iktidar ilişkilerini, ta ki iktidarın son kalesi olan zor kuvveti de dahil olmak üzere zayıflatmak ve silahsızlandırmak suretiyle devleti de çökerten bir süreçtir. Toplumsal ilişkiler ağının görünür mekânlarında, tüm görünmez mikro iktidar ilişkilerini, baskı ve kontrol mekanizmalarını çözüp yatay ilişkileri daim kılacak bir alternatif toplumsal hareket (hareketler hareketi), alternatif toplumsallıkları mevcut toplumun gözeneklerinde inşa edebilir. Bilinçli siyasi failler, alternatif toplumsallıklarla paralel olabilecek tüm reformcu, dönüşümcü pratikleri de etkileyerek devrimcileştirebilir. Devlet iktidarı tüm toplumu merkezileştirerek kontrol etmeye çalışıyor; o halde alternatif toplumsallıklar üreten aktivist hareketler, mücadeleyi merkezsizleştirip yayarak iktidarı güçsüzleştirir ve üzerine güç uygulayacağı toplumsallıkları iktidarın altından çekip alır ve başka yerlerde o toplumsallıkları iktidarsız olarak yeniden kurar.
Kapitalizm ve devletler dünyayı tektipleştirme ve farklılıklarını silme eğilimi gösterir. Birbirinden farklılaşabilen alternatif toplumsallıkların yanyanalığı esası üzerine kurulu bir özgürlükçü bir toplum tahayyülü ise bugünkü toplumun, -onu devletin hayal ettiği gibi- bir bütün olmadığını kabul etmekten geçer. Toplumun parçalı, geçişli, esnek unsurların devlet zoruyla bütünleştirildiğine dair tasavvur bizi yekpare bir toplumun Kafkaesk dünyasının doğurduğu siyasal karamsarlıktan da uzaklaştırır. Alternatif toplumsal hareket kendi önünü tıkamak ve kendini imkânsızlaştırmak istemiyorsa, siyasal ilişkiler ağının, zor kuvvetinin, ideolojik düzenlemelerin, iletişim aygıtlarının etki gücünü abartarak, toplumu başka hiçbir failin nüfuz edemeyeceği derecede kontrol ettiği ve onu bir bütün olarak ürettiği düşüncesine itibar etmemelidir. Bu düşünce önce muhalif aktivistin faaliyetini anlamsızlaştırır, ardından da onu gayri meşru hale getirir. Devrimci tahayyülleri olan aktivistlerin yok yere istikrar bozan, huzur kaçırıcı, hayalperest unsurlar gibi görülmesinde, muhafazakârlar kadar, bizzat kendilerinin de düzenin gücünü ve istikrarını aşırı derecede abartması bir sebeptir.
İnsanların tahayyülleri, eyleme kudretlerinin ölçülemezliği, cesaret ve inanç gibi sosyal koşulların ötesindeki faktörler, eyleyişi mümkün kılan ve toplumsal alanda bir farklılaşma yaratan şeydir. İnsan eylemi, her iki kutupta da karar verenin iradesini dış etkenlere bağlayan, kendiliğindenliğin ve zorunluluğun diyalektiği içinde salınan birşey değildir. İnsanların eyleyişlerinin bilinçli bir siyasal eylem haline gelmesi ve toplumsal alanda alternatifler oluşturmaya başlaması toplumun nasıl tasavvur edildiğine dair bir kavrayış değişikliği meseledir aynı zamanda. Her fail kendi bulunduğu yerden parçaları değiştirmek için yola çıktığında gündelik hayatta devrimci dönüşüm başlamış demektir.

Kürşad Kızıltuğ

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...