16 Haziran 2008 Pazartesi

Anti-militarizm ve Vicdani Ret



Modern ulus-devlet sistemi, sürekli ve düzenli bir ordu olmaksızın düşünülemez. Sürekli ve düzenli bir ordunun varlığı ise dünyanın büyük çoğunluğunda olduğu gibi zorunlu askerlik sistemine -her ne kadar bugün 20 kadar Avrupa ülkesinde yasal bir hal olarak vicdani ret tanınmış olsa da- dayanır. Zorunlu askerlik sistemi vatandaş olmanın şartlarından birisi olarak vatani görev kavramını öne sürerken bunun gerekçelendirmesini de kişinin ait olduğu toplumun / ulusun bir üyesi olarak onun korunması için gerekirse canını feda edebileceği savına dayandırır.
Olağan hukuk açısından kişinin bir başkası üzerinde şiddet uygulaması hakkı olmadığı halde, “vatani görevini” yapmak üzere seçilmiş kişi için bu hak devletin savaş hali olarak tanımladığı durumlarda olağan hale gelir. Birisini öldürmek ya da birisini başkasını öldürme amaçlı canını riske atacak bir eyleme girişmek üzere teşvik etmek mevcut hukuk açısından bir suç oluşturmasına karşın savaş hali ya da savaş benzeri bir güvenlik sorunu karşısında bu yürürlükteki hukuk –öldürme yasağı- askıya alınarak bu kez aynı yasa koyucunun verdiği yetki ile bir grup insanı ölmeye ve öldürmeye hazırlıklı hale getirmek görev haline gelir ve aksi –yani ölmeyi ve öldürmeyi reddetmek ise– suç halini alır. Yani devletin bir başka ülkeye ya da kendi ülkesi içindeki ayaklanan bir güce karşı yürüttüğü savaş hali bir olağanüstü haldir ve olağan hukuk bu özel durum ve özneler karşısında askıya alınır. Evrensel bir adalet anlayışı ya da çeşitli bireysel ahlak anlayışları açısından kuşkulu veya tutarsız olabilecek bu çelişik durum, milliyetçilik, vatanseverlik ve haklı savaş gibi ideolojik söylemlerle tutarlı kılınmaya çalışılır. Buna karşılık anti-militarist bir anlayışla ortaya konulan siyasi eylemler ve zorunlu askerliğin vicdani reddi ise, gündelik hayatta tümüyle olağan karşılanan bu çelişkiyi ve bunu meşrulaştırıcı ideolojileri –militarizm, milliyetçilik, vatanseverlik– apaçık kılmayı ve kurulu düzenin bu şiddete dayalı özünü teşhir etmeyi amaçlar.
Vicdani ret gerek savaş gerekse barış zamanlarını ayırt etmeden zorunlu askerlik uygulamasının kendisine karşı çıkarak sürekli bir ordunun varlığının mantığını sorgular ve her daim olağan hayatımızın içinde yer alan militarizmi görünür kılmaya çalışır. Savaşla her an karşılaşmayabiliriz. Ancak sürekli bir orduyu olası bir savaş hali için hazır tutmak, olağan hukukun olanaksız kıldığı eylemleri yapmaya her an hazırlıklı olan bir insan kitlesini düzenli olarak eğitmek, disipline etmek ve her an ölmeye ve öldürmeye hazırlıklı kılmak anlamına geldiğinden ötürü aslında olağanüstü hal sürekli olarak kapımızdadır. Düzenli ordunun varlığı bir savaş durumunun hep olasılık dâhilinde olduğu fikrine dayanır.
Böylesi bir çelişik yapı, özündeki şiddete dayalı karakteri gizleyen bir ideolojik mekanizmaya sahip olan ve şiddet kullanımını olağan hallerde gayrimeşru ve illegal ilan eden modern devletin şiddeti kendi tekelinde toplamasından kaynaklanır.
Modern toplum devlet egemenliğine daha önceki toplumlarda görülmemiş bir ayrıcalık bahşeder. Şiddet uygulama yetkisi yalnızca ve yalnızca devlete ait kılınarak sosyal hayattan şiddet dışlanır. Böylece toplum içindeki her türlü çatışmanın çözümünde tarafların şiddete başvurma ihtimalinin ortadan kaldırılması ve zor kullanımı gerektiren durumlarda da bunun yalnızca devletin zor aygıtınca meşru olması durumu ortaya çıkar. Weber’in ünlü tanımında söylendiği şekliyle “Devlet, belli bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğudur.”[1] Böylelikle devletin yurttaşları arasındaki çatışmalarda şiddete başvurma olasılığı devlet tarafından kontrol edilirken, diğer taraftan devletin şiddet araçları üzerinde sahip olduğu bu sınırsız yetki daha önceki çağlarla kıyaslanmayacak bir şiddet gücüne ulaşmasına yol açar, bu ise daha önce hiçbir rejimde görülmedik ölçüde devletin kendi yurttaşları üzerinde yok etme, soykırım yapma gücüne ulaşmasına yol açmıştır.[2]
Çağdaş anti militarizmin en önemli fikir kaynaklarından birisi olan Tolstoy, Hıristiyan bir anarşizm anlayışının sunulduğu, devlet otoritesi, milliyetçilik, militarizm, şiddet ve kötülüğe karşı şiddetsiz direniş gibi konulara dair düşüncelerini ayrıntılarıyla ele aldığı Tanrı’nın Egemenliği İçimizdedir (1893) adlı eserinin “Zorunlu Askerlik Hizmetinin Anlamı” başlıklı bölümünde devlet otoritesi, şiddet, zorunlu askerlik arasındaki ilişkileri ele alır. Tolstoy’a göre otorite bir insanı kendi isteklerinin dışında bir şeyler yapmaya zorlama yoludur. Bunun için bir insanı fiziksel şiddet tehdidi ile zorlamak gerekir. İnsanların itaat etmelerinin nedeni itaatsizlik yaptıklarında karşılaşacakları cezaların yaptırımıdır. Bu nedenle devletin dayattığı bütün yükümlülüklere, vergilere, para cezalarına ve başka türlü cezalara uymak ve benzeri isteyerek kabul eder göründükleri şeyler fiziksel şiddete ve şiddet tehditine dayanır. Otoritenin temeli fiziksel şiddete dayanır. Fiziksel şiddet imkanı tek bir iradeye itaat eden bir silahlı adamlar birliği olarak orduya dayanır. Devlet otoritesi her ne kadar iç şiddet hareketlerini azaltsa da insanların yaşamına yeni şiddetler sokar. İktidarın şiddeti toplum içindeki bireylerin arasındaki şiddetten daha az farkedilir. Oysa daha az değil çoğu zaman çok daha fazladır. Ancak itaat yoluyla yaşandığı için farkedilmesi daha güçtür. Devletlerin ordularını başka ülkelerin tehditlerine karşı korumak için güçlendirdiğine inanılır. Oysa ki ordular, baskı altında tutulan kendi yurttaşlarına karşı kullanmak üzere gereklidir. [3] Tolstoy’a göre ordu ve “zorunlu askerlik sistemi, mevcut düzeni korumak için şiddete başvurulması gerektiğinde ortaya çıkan içsel çelişkinin en son ifadesidir.” İnsanlar Hobbes’un kastettiği anlamda bir devlet otoritesinin yokluğu halinde yaşayacakları sürekli çatışma halini engellemek için devletin şiddet tekelini kabul edip onun koruyucu şemsiyesi altına girdiklerinde, “savaşın zulmünü ve yaşamın gücencesizliğini engellemek için mümkün olan bütün fedakarlıkları yapmalarına rağmen zorunlu askerlik hizmeti ile engellediklerini sandıkları bütün tehlikeleri tekrar kendilerine çekmektedirler.” Üstelik devlet bireyler arasındaki sorunları çözmek bir yana “bireyler arasındaki kavgayı diğer devletlerin bireyleriyle komşu kavgasına” dönüştürüyor. Zorunlu askerlik uygulamasının henüz yerleşik hale gelmesine paralel olarak ortaya çıkan anti-militarist düşüncenin bu ilk derli toplu ifadelerinden birisinde devletin şiddet tekelini elinde bulundurmasının doğurduğu çelişki açıkça ortaya konuluyor.
Walter Benjamin, rasyonel hukuka dayalı modern devletin temellerinde “yasakoyucu” bir şiddetin yattığını vurgular. Devlet kendi varlığını devamlı kılmasını sağlayacak bir araç olarak şiddeti kullandığında buna da “yasakoruyucu” şiddet adını verir. Benjamin’e göre zorunlu askerlik sistemi bir yasakoruyucu şiddet biçimidir.[4]
Benjamin’in şiddet eleştirisi tartışmasında kavram yalnızca çıplak düz şiddet olarak ele alınmıyor. Şiddet kavramını genişleterek, “sahip olunan bir hakkı bu hakkı veren hukuk sistemine karşı kullanmaya” yönelik eylemi de şiddet –burada şiddet devlet açısından ele alınıyor- olarak tanımlıyor. Bu akıl yürütmeyi biraz daha ileri götürecek olursak, yasal ve meşru çerçevede kalsa dahi kapsamı ve hedefi açısından kolektif bir eylem yoluyla mevcut hukuki düzeni etkileyebilecek bir eylem de şiddet olarak tanımlanabilir. Burada şiddetin çıplak halini değil ama verili hukuk sistemini tehdit etme kapasitesini göz önünde bulundurursak devletin yasal sınırları zorlayan muhalif politik eylemlere karşı neden bu kadar büyük bir şiddet yoluyla baskı uyguladığının mantığı da açıklık kazanır. Çünkü Benjamin’e göre “şiddetin yasakoyucu niteliğini onaylamaktan başka çaresi olmayan devletse, şiddetten yalnızca bu yasakoyucu niteliği nedeniyle ürker.”[5]
Bu açıdan devletin siyasal şiddete dayalı muhalefete karşı davranışı ile şiddetsiz eylemcilikler karşısındaki davranışını karşılaştırmak yol açıcı olabilir. Bir politik amacı gerçekleştirmek, genellikle de siyasal iktidarı ele geçirerek rejimi ya da toplumsal düzenin tümünü değiştirmek isteyen silahlı radikal siyasal hareketlerin eylemleri devlete karşı işlenen suçların en büyüğü olarak tanımlanır ve terörizm kavramı çerçevesinde bütünüyle gayri meşru kılınır. Burada söz konusu olan, siyasal şiddet kullanan tarafın, devletin şiddet kullanma tekelini tanımayıp, kendisinde şiddet kullanma hakkı görmesi ve bunu devlete karşı kullanmasıdır. Bu durum devletin şiddet kullanma hakkı konusundaki tek geçerli kurum olma yönündeki meşruiyetini ve itibarını sarstığı gibi açıkça doğrudan zararlar da vermektedir. Bu nedenle siyasal şiddete (boyutu ne olursa olsun) başvuran taraf karşısında devletin tavrı, hukuki bir süreç yoluyla suçluyu bertaraf etmenin ötesine geçer ve genellikle hasmını yok etmeyi hedefleyen bir savaş mantığı içinde hareket edilir.[6] Ancak sonuçta burada orantılı ya da orantısız güçler arasında stratejik bir savaş söz konusudur ve savaşan her iki tarafta da aynı araçların meşruluğu söz konusu olur. Şiddet ve militarizm bütün yönleriyle olumlanır, yüceltilir, iktidarı ele geçirmek ve yeni bir düzen kurmak ya da düzeni korumak her iki taraf için de bütünüyle meşru şiddet kullanımı sayesinde olmalıdır.
Diğer tarafta ise siyasal taleplerini veya hedeflediği toplumsal değişimi, ya da hükümet politikalarından bazıları üzerinde yaratmak istediği etkiyi sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylemcilik yoluyla ortaya koyan eylemcileri, konumuz açısından antimilitaristleri ele alalım. Burada devletin iktidarını kurması veya koruması aracı olarak şiddetin hiçbir şekli onaylanmadığı gibi ona karşı çıkmak için de şiddete başvurulmaz. Bütün şiddete dayalı düzenek, stratejisi ve dili terk edilir. Burada bir yasa çiğnenmesi söz konusu olsa bile ihlal şiddet yoluyla gerçekleştirilmediğinden, yasakoruyucu şiddet kullanımının eylemcinin pozisyonunda hiçbir haklı ya da ahlaki yönü yoktur. Bu da eylemci açısından bir ahlaki üstünlük ve meşruluk durumu doğurur. Bu durum meydan okumayı bastırmak için şiddet uygulamasından başka bir hukuki yaklaşımı olmayan devleti zor durumda bırakır. Çünkü çoğu zaman eylemci devletin şiddete dayalı hukuğunu açığa çıkartmak için sivil itaatsizliğe başvurur. Böylelikle eylemcinin devletle karşılaştırıldığında kıyaslanamayacak derecede zayıf olduğu bir durumda bile devletin içine sokulduğu açmazdan çıkış için muhalif talepleri kabule zorlanabileceğinin açıklaması burada bulunur. Şiddete dayalı bir muhalefet karşısında devlet kendi gücünü göstermek ve koruyucu şiddet araçlarının gerekliliğini ispatlamak için bir fırsat elde eder. Oysa şiddetsiz bir muhalefet karşısında devletin güç kullanımının yanı sıra kamu vicdanında meşruluğu olmayan bir uygulamanın adaletsiz niteliği ve bunun devlet zoruna dayalı oluşunun altını çizmek mümkün olur.[7]
Vicdani ret hareketinin Türkiye’deki akibeti bu kurduğumuz çerçevede bize örnek teşkil eder. Aslında 1990ların başında ortaya çıkıp bugüne kadar yalnızca 80 civarında (kadın retçilerle birlikte) retçinin varlığı neden devlet tarafından bu kadar büyük bir tehdit olarak algılanıyor bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Türkiye’de ilk vicdani ret beyanı 1990 yılında Vedat Zencir ve Tayfun Gönül’ün Sokak dergisi aracılığıyla askerliği reddettiklerini duyurmalarıdır.[8] 1992’de Zencir ve Gönül’ün de içinde yer aldıkları bir grup antimilitaristin öncülüğünde Savaş Karşıtları Derneği’nin kurulması bu konudaki örgütsel ilk girişim olmakla birlikte dernek 1993’te İzmir Valiliği tarafından kapatıldı. Daha sonra İzmir Savaş Karşıtları Derneği adıyla yeniden kurulan dernek faaliyetlerine yeniden başladı. Bu tarihten sonra çeşitli uluslar arası Vicdani Ret toplantıları, İstanbul’da kısa ömürlü olan bir Savaş Karşıtları Derneğinin Kuruluşu, yeni retçilerin beyanlarını ilan etmeleri ve kamusal alanda görünürlük kazanma yönünde çabalar artmış, 2000 yılında da savaş karşıtları web sitesi ve mail grupları yoluyla internette de bir süreklilik ve geniş kapsamlı bir arşiv oluşturulması sağlanmıştır. 2004’ten başlayarak sokağa daha yoğun çıkan antimilitaristler her yıl 15 Mayıs’ta militarizmi protesto etmek amacıyla sivil itaatsizlik eylemleri ve yeni ret beyanları sergilemişlerdir. Bu süreç zarfında, retçilerden bazıları uzun tutukluluklar yaşamış (Osman Murat Ülke, Mehmet Bal, Mehmet Tarhan, Halil Savda gibi), bu süreçte basından ve muhalif kamuoyundan gelen desteklerle birlikte kamusal alandaki görünürlük daha da artmış ve militarizmin eleştirisi daha kapsamlı boyutlara varmıştır. 2007 yılı ocak ayında Bilgi Üniversitesi’nde yapılan Vicdani Ret konferansı, çeşitli dergilerin konuya özel sayılarla eğilmesi, akademik alanda yapılan çalışmalar, Türkiye’deki militer yapının analizi ve siyaset, kültür, gündelik hayat üzerindeki etkileri, militarizm ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiler gibi konulara eğilen insanlar çoğalmıştır. Bunların yanı sıra yazdıkları yazılardan veya eylemlerinden ötürü bir çok antimilitarist ya da destekçi hakkında yargılamalar yapılmış ancak çoğu beraat etmiştir. Tüm bu gelişmelerin bütün ayrıntılarını özetlemeye gerek yok. Ancak belirtmek gereken nokta: militarizmin toplumsal hayatımızı son derece tayin edici bir ideoloji ve güç olduğu gerçeği artık daha fazla idrak edilmesine rağmen vicdani ret konusunda devletin tavrı halen oldukça katıdır. Çoğu zaman anti-militarist eylemcilerle terör arasına bağ kurmaya çalışan yorumlar ve vidani retciliğin yabancı güçlerin Türkiye’de sahnelediği bir oyun olarak yapılan değerlendirmeler vardır. Bu değerlendiremelerin şaşırtıcı yanı, yaklaşık 18 yıldır varlığını sürdürmesine rağmen vicdani ret hareketinin fiilen henüz 60 küsur retçiyi içeren yani sayıca oldukça düşük bir grup oluşturmasıdır. O zaman da akla şu soru geliyor: devlet neden bu kadar küçük bir grubu tehdit sıralamasında oldukça yüksek bir yere yerleştiriyor? Bunun güncel politika ve karmaşık hukuki açıklamaları mevcut olmakla birlikte, daha temelde başta belirttiğmiz sorunla ilişkili olduğu noktasına geri dönebiliriz:
Vicdani ret pratiği ile ortaya konulan eylemlilikler sadece askerlik hizmetini ve savaşı reddetmekle ilgili değildir. Türkiye’de örneğini gördüğümüz, gibi anti-militarist temellerde ortaya çıkan vicdani ret, güce dayalı bir toplumsal düzenin en rafine ifadesi olan devlet iktidarının bir eleştirisi olarak ortaya çıkar. Bir şiddet ve güç tekeli olarak devletin yapısına, yasanın kökenindeki şiddete yönelik bütüncül bir eleştiridir. Korku etrafında şekillendirilmiş, korkunun topluma içselleştirilmesiyle elde edilmiş modern disiplin toplumlarında devletin temel niteliği olan militarizmin eleştirisi vasıtasıyla kurulu toplum düzeninin tümünü eleştirir. Bu kurulu düzen sadece yasaları ve zora dayalı egemenliği yoluyla değil toplumsal hayatın içindeki içselleştirilmiş itaat etiğiyle de varlığını sürdürdüğünden ötürü militarizme yönelik eleştiri, gündelik hayatın içindeki itaat etiğini, patriyarkal ilişkileri ve toplumsal cinsiyet kodlarını da eleştirir. Bu nedenle anti-militarist temelde ortaya çıkan vicdani ret eylemleri salt bir ahlaki şiddet eleştirisi ile sınırlı kalmayıp toplumun temellerini tartışmaya açan politik bir eleştiri ortaya koyar. Hem de devletin çıplak gücünün en açık ifadesi olan ordunun disipline edici, ezici gücüne karşı bireysel olarak dahi direnilebileceğinin bir ifadesini ortaya koyduğundan ötürü zor karşısında direniş alanlarının yaratılabileceğine yönelik güçlü bir imayı ifade eder. Bütün bunların yanı sıra vicdani ret adaleti ve huzuru temin etme savındaki kurulu düzenin temelinde yatan çelişkiyi açığa koyması ile sistemin meşruiyetine karşı affedilmez bir günah işler.
Vicdani ret karşısında devletin hali hazırda iki farklı politikası vardır. Çoğunlukla görmezden gelmek ve peşine düşmemek tercih edilir. Ancak bazı durumlarda tek tek retçilere yönelik tutuklama ve koğuşturma sürecini başlattığında ardı sıra gelen kampanyalar ve direniş süreci yasalar açısından bir tıkanma noktasını ifade eder. Çünkü sürekli olarak itaatsizlik yoluyla devleti kısır döngüye sokan retçi reddini tanımaya zorlar. Öte yandan yasalar içinde buna açık kapı olmadığından ötürü dolambaçlı yollardan giderek –örneğin bir süre hapis yatırdıktan sonra tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmak ya da sağlık sebepleriyle çürüğe ayırmak gibi- retçiyi bir şekilde askeri uygulamadan men etmek yoluna gitmeye de çalışabilir. Yasal bir çözüm bulunamadığı sürece retçinin itaatsizliği sürdürmesinin zemini devam eder; eğer yasal çözüm arayışına gidilecek olursa da bu kez retçinin hukuki kimliği tanınmış olur ki bu da vicdani reddin yasal tanınması sürecini başlatır.[9]





[1] Max Weber, Sosyoloji Yazıları, çev. Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986, s. 80.
[2] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım 2007, s. 101.
[3] Lev Tolstoy, Tanrının Egemenliği İçinizdedir, çev. Dominik Pamir, Kaos Yayınları, 2005, ss. 154-170.
[4] Walter Benjamin “Şiddetin Eleştirisi”, çev. E. Efe Çakmak, Benjamin, haz. Besim Dellaloğlu içinde,
[5] A.g.y., s, 108.
[6] Çoğunlukla kendi toprakları üzerindeki egemenliğinin meşruiyetini sarsan bir direnişle karşılaşan devletler bu nedenle karşı taraf ne kadar meşru temellerde hareket ederse etsin baskın olan taraf karşıtını savaşan taraf olarak değil (çünkü bu onun hukuki kimliğini tanımak olacaktır) bir terörist güç olarak tanımlar.
[7] Günümüzde şiddetsiz doğrudan eylemcilik ve ahlak konusunda yeterli bir tartışma için bkz. Tim Jordan, Eylemci, çev. Gül Çağalı Güven, 2002. ss. 51-62.
[8] Türkiye’de vicdani ret hareketinin kısa tarihi için bkz. Coşkun Üsterci – Uğur Yorulmaz, “Türkiye’de Vicdani Ret”, Çarklardaki Kum: Vicdani Ret, haz. Coşkun Üsterci, - Özgür Heval Çınar, İletişim Yayınları, 2008 içinde.
[9] Vicdani ret ile ilgili hukuki süreçler konusunda bkz. Hülya Üçpınar, “Türkiye’de Vicdani Reddin Suç ve Ceza Konusu olması ve sonuçları”, Coşkun Üsterci – Uğur Yorulmaz, “Türkiye’de Vicdani Red”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red, haz. Coşkun Üsterci, - Özgür Heval Çınar, İletişim Yayınları, 2008 içinde s. 313-335.

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...