1 Kasım 2006 Çarşamba

Koza örmekle kabuğunu kırmak arasında


“Bir sanatçı bir anarşistle özdeştir” diye yükseltti sesini; “her yerde sözcükleri birbirinin yerine koyabilirsiniz. Anarşist sanatçıdır. Bir bomba fırlatan adam sanatçıdır, çünkü büyük anı her şeye yeğler. Göz kamaştırıcı bir ışık patlamasının, kuvvetli bir gök gürlemesinin, bir avuç biçimsiz polisin o adi gövdesinden daha değerli olduğunu görür. Bir sanatçı bütün hükümetleri hiçe sayar, bütün anlaşmaları ortadan kaldırır.”[1]
Chesterton’ın Bay Perşembe isimli romanı, 19. yüzyıl sonlarındaki marjinal, toplumdışı, komplocu, bombacı anarşist imgesini Batı toplumlarının popüler imgelemine kazıyan birkaç önemli edebiyat yapıtından birisidir. Anarşistleri toplumla uyumsuz, kural tanımaz, yalnızca toptan yıkımla kargaşa ve kaos yaratmakla ilgilenen hayalperest radikaller olarak resmeden bu sunumun benzerlerini günümüz medyasında da bolca görürüz. Örneğin hiyerarşi karşıtı taban hareketleri örgütlemekle uğraşan liberter eylemcilerin somut olarak ne yaptıklarına, ne önerdiklerine hiç ilgi göstermeyen anaakım medya, 1995’te Unabomber gibi bir figür yakaladığında konuya aylarca ilgi göstermiş, bu “toplumdışı, eksantrik matematik profesörü”nün hayatı ve yakalanışı bütün ayrıntılarıyla ilgi çekici bir hafiyelik öyküsü şeklinde sunulmuştu. 1999’da Seattle’daki WTO karşıtı gösterilerle kendisini duyuran anti-kapitalist / küreselleşme karşıtı hareket ise, içinde bulunduğumuz sisteme yönelik gerçek eleştirileriyle, nasıl bir dünya istediğiyle değil mağazaların camını çerçevesini indiren Kara Blok görüntüleriyle belleklere işlenmişti yine.
Medya ile paralel olarak popüler kültür ürünlerinde de aynı yaklaşıma sahip anarşizm temsilleri devam ediyor. Günümüz anarşizmini ilk bakışta oldukça içeriden bir dille yansıtır gibi görünen ancak ilerledikçe anarşistleri bir tür ergen dik kafalılığına indirgeyen 2002 tarihli The Anarchist Cookbook (yönetmen Jordan Susman, 2002) adlı film bunun çok tipik bir örneği olarak görülebilir. Seattle 1999 WTO zirvesi karşıtı gösterilerin sonrasında giderek yaygınlaşan anarşizmi çok ince ayar vererek eleştiren bu film, aktivist gençleri "aşırı" noktalara gitmemeleri için uyarıyor adeta. Öykü anarşizmi bir tür "her şeyi yapma özgürlüğü" olarak gören bir grup genç aktivistin etrafında kuruluyor. Kahramanlarımız anarşizmi sadece bir "hayat tarzı" olarak yaşıyorlar ama kendi ev içi hayatlarının haricinde nasıl bir politik çizgileri ve örgütlenmeleri olduğu meselesine hiç girilmiyor. Bildik kolektif işgal evleri, özgür seks, marihuana, rave partileri, küçük çaplı market hırsızlıkları gibi klişelerle resmedilmeye gayret edilen bir “anarşist hayat tarzı” manzarası sunuluyor. Bir gün kendisini nihilist olarak adlandıran birisinin, elinde The Anarchist Cookbook kitabıyla (patlayıcıların ve benzeri malzemelerin ev koşullarında nasıl imal edildiğini anlatan meşhur The Anarchist Cookbook[2] adlı kitap; kopyaları ve çeşitli yazarlar tarafından oluşturulmuş farklı versiyonları internette de bulunuyor) çıkagelip “karizmasıyla” grubun merkezi olmasının ardından, olaylar neo nazilerle güç birliği yapmaya kadar varıyor! Çünkü nihilistimizin amacı küçük reformlar değil toptan yıkım ve kaos! Bu uğurda ilkeli ve ahlaki eylemciliği reformist bulduğu için anarşistleri kendi “isyancı” tutumuna ikna edebiliyor! Bir tür Hasan Sabbah figürü gibi kontrolü altına aldığı “adamlarını” uyuşturucu ile yönlendiriyor. İçlerinden birisi, nihayet bu yaptıklarının maksadı aştığını fark edip aklını başına devşirir devşirmez kendisini ve arkadaşlarını kurtarmak için bu şahısları gidip FBI’a şikâyet ediyor. Meğer bu nihilist FBI’ın aradığı ve ödül koyduğu bir suç makinesiymiş. Bunun üzerine ihbarcı anarşistimiz, adamın kellesine konan büyük ödülü kazanıp yeni bir hayata başlamak için California’ya doğru yola çıkıyor. Böylece film, günümüz aktivizmini şiddet severlik ve sansasyon düşkünlüğü ile özdeşleştiren medya temsilleriyle uyum içinde, bir takım naif anarşist gençlerin eninde sonunda akılları başlarına geldiğinde köşe dönmeci bir sistem bireyi olabilecekleri savıyla bitiyor. Böyle bir filmden “ders çıkaracak” ortalama apolitik bir insan kestirmeden mesela şu yargıya varabilir: “günümüz anarşizmi politik bir akım değildir, can sıkıntısı nedeniyle sisteme tepki duyan orta sınıf gençlerinin sorumsuz bir ergen tepkisiyle açığa çıkan bir gençlik alt kültürüdür. Bu bireyler büyüdüklerinde ve burunları sürtüldükten sonra biraz iç hesaplaşma ve kendini sorgulama yaşadıkları zaman elbette sistemin sunduğu yollardan birine gireceklerdir.”
Anarşizm denilince akla yalnızca bu tür aşırılıkların gelmesinin arkasında, anarşizmin yıkıcı ya da isyancı boyutunun sadece yok etmeye, yeni bir şey ortaya koymaksızın var olanı ilga etmeye ve kaosun ardından tabiatın kendi saf dünyasına dönersek özgürlükçü, iktidar ilişkileri içermeyen yeni bir toplumun kurulabileceğine duyulan, bana son derece saf görünen inanç yatıyor. O yüzden anarşizmin çarpık temsillerinin yalnızca bir asır boyunca egemen medyanın ve popüler kültürün çarpıtmalarından kaynaklandığını düşünmemek gerek. Bu, suçu düşmana atmak olur. Teorik olarak yeterince işlenmemiş, ahlaki vurgusu ve reddiyeci boyutu ön plana çıkan anarşizm kavrayışları bu çarpık temsillerin zeminini hazırlıyor. 
Burada şaşırtıcı olan hem G. K. Chesterton, Joseph Conrad, Henry James, Emile Zola[3] gibi romancıların hem de günümüz medyasının ve yakın dönemli Fight Club (David Fincher, 1999) veya son olarak V for Vendetta (James Mcteigue, 2005) gibi filmlerin yarattığı auradan beslenen anarşist imgesinin öyle hiç de anarşistler arasında itiraz görmemesidir[4]. Anarşizm karşıtlarının yarattığı komplocu anarşist imgesi tuhaf bir şekilde çoğunlukla anarşistlerin kendilerinin de hoşuna gitmektedir. Anarşizmin, bu anti-anarşist söylemden öğrenilmesi, daha doğrusu, bu söylemin yarattığı negatif auradan etkilenen gençlerin anarşist olmaları ve böylece bu karşıt söylemin başarıya ulaşması söz konusudur diyebiliriz.
Bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde en ufak bir cana kast eylemi söz konusu olmadığı halde küreselleşme karşıtı eylemcilerin şiddetsiz doğrudan eylemciliğinin kökenindeki anarşist radikalizm ile El Kaide şiddeti arasında tarihsel bağlar kuran kimi muhafazakâr yazılar çıkmıştı Batı medyasında. Bu durum Bay Perşembe’nin baş kahramanlarından Lucien Gregory’nin sözleriyle, belki de bir asırdır değişmemiş olan bu anarşizm imgesinin kaderini biraz hamasi bir dille de olsa ortaya koyuyor: “Bizim inancımız iftiralara uğramış, çarpıtılmış, kıyasıya bulandırılmış, örtbas edilmiş ama, hiçbir zaman değişmemiştir. Anarşizmden ve onun tehlikelerinden söz edenler, bilgi edinmek için şuraya buraya başvurmuşlar ama hiç mi hiç bize, yani kaynağına gelmemişlerdir. Anarşizmi ticari gazetelerden, beş kuruşluk romanlardan öğreniyorlar.  (…) Avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna kadar bize yöneltilen, dağlar kadar iftiraları yalanlama fırsatı vermiyorlar bize hiç.”[5]
Bu imge yaklaşık bir yüzyıl öncesine ait batılı bir imalat olsa da Tütkiye’de de geçerlidir. Anarşizmin henüz bir akım olarak esamesinin dahi okunmadığı bir ortamda, 12 Eylül darbesi öncesinde ve hemen sonrasındaki seksenli yıllarda Türkiye’de bile Marksist- Leninist ya da Maocu örgütlerden devrimciler yakalanıp gazetelerde, devletin televizyonunda teşhir edildiklerinde “anarşist” ya da “terörist” ifadesi kullanılırdı. Halk arasında çoğunlukla “anarşik” olarak yanlış telaffuz edilen bu sözcükle mesele sadece “devleti yıkmak isteyen bir avuç örgüt mensubu”, “eşkıya” ya da “dış güçlerin maşası olmuş, zayıf karakterli militanların kan dökmeyi esas alan eylemi”ne indirgenmişti. Ancak daha da ilginci günümüzde bile hem o dönemlerin hem de bugünün radikal sol muhalefetinden söz ederken “anarşi ve terör olayları” şeklinde adlandırmak artık adet halini almıştır. Öyle ki bu konuda son dönemin sağcı yayınlarında bile hâlâ bu türden yaklaşımlar devam ediyor.[6] Aradaki tek farksa şimdilerde Türkçe’de yapılan bazı “akademik” çalışmalarda konu incelenirken bir siyasal düşünce olarak anarşizmin kendisine de gerçekten yer veriliyor olması: terörizmin düşünsel kaynaklarından birisi olarak!  
Konunun bu cephesi üzerinde durmak istememin sebebi günümüzde anarşizmin tartışılmasına hâlâ onun meşruiyeti çerçevesinde başlamak zorunda kalışımızdır. Anarşist veya siyasi olmayan birisine anarşizmin ne olduğunu anlatmak için sözü aldığınızda, çoğu zaman ilk olarak ne “olmadığını” anlatarak, ortalığı kaplayan magaziner düşünceler, klişeleşmiş eleştiriler ve önyargılardan temizleyerek; Gregory’nin talebine uygun şekilde birinci el düşüncelerden söz ederek başlamak zorunda kalırız. Çünkü hâlâ, kendi alanlarında yetkinleşmiş solcu veya Marksist akademisyenler arasında sırf entelektüel merak konusu olarak bile anarşizmin çağdaş boyutları, akımları arasındaki nüanslar veya derin farklar, Türkiye’deki fiili varlıklarının ne düzeyde olduğu yeterince bilinmez veya araştırılmaz; genellikle, bir iki tarihsel figürün çerçevesi içinde sınırlanır.[7]
Şimdilerde durum çok az da olsa değişmekte gibi görünüyor. Anarşist hareketin ya da anarşist esinli anti-otoriter aktivist grupların günümüz toplumsal muhalefet hareketleri içindeki ağırlığının ve etkinliğinin arttığı artık anarşistlerin mesnetsiz kuruntusu gibi görülmekten çıkıp genel olarak solcuların istemeden de olsa kabul ettikleri bir hakikat haline geliyor. Zira genel olarak solun bazı kesimlerinde toplumun devrimci dönüşümün kaldıracı olarak devlet ve bunu gerçekleştirmenin aygıtı olarak disiplinli, merkezi parti yoluyla siyaset icra etme fikri epeyce kuşku götürür bir yaklaşım haline gelmekte. Bundan ötürü anarşizme mesafeli yaklaşan radikal solcular arasında anarşizm akımının toplumu dönüştürme projesi olarak ne kadar ayağı yere bastığı ya da meşruiyeti sorunu tıpkı 19. yüzyılın ortalarında 1. enternasyonal dönemindeki kadar güncel bir tartışma konusu haline geliyor.
Hal böyleyken anarşistlerin, geçmişteki dar marjinal çerçeveden çıkmaları gerekmez mi? Kendi varlıklarını radikal sol siyaset içinde kayda değer bir konum olarak kabul görecek hale getirmeleri, toplumun genel meseleleri hakkında soyut sloganlar yerine somut güncel önerilerde bulunan bir pratikliğe ulaşmaları, sanatın, kültürün ve entelektüel üretim alanlarının etkin bir faili haline gelmeleri gerekmez mi?
Önemli olan anarşistlerin kendi bağımsız konumlarını ve ideolojik saflıklarını devamlı yeniden üreterek varlıklarını devamlı kılmaları mıdır? Yoksa radikal sol ve devrimci hareketlerin genel gidişatına, ilkelerinden ve tutarlılıklarından taviz vermeden güçlü tesirde bulunan bir toplumsal proje halinde etkilerini yaymaları mıdır? Onları ideal ilkeler aleminde sabitleştiren bir koza içinde safkan anarşistler olarak yaşayamaya devam mı edeceker yoksa kabuklarını kırıp anarşist olmayan kendileri dışındaki toplumsal muhalefeti etkileyen bir entelektüel ve siyasi kaynak haline mi gelecekler? Hali hazırda yalnızca kendi bağımsız varlıklarını tekerrür etmelerine yarayan zihinsel, toplumsal ve siyasi mekânlarından çıkıp, işyerlerinde, sendikalarda, partilerden bağımsız olarak hareket eden sol platformlarda, liberalleşmemiş alternatif sivil toplum örgütlerinde ve çeşitli sol derneklerde, kendi oluşturdukları basın yayın araçlarında, muhalif pratikler sergileyen sanat çevrelerinde, üniversitelerdeki akademik ortamlarda da kendi varlıklarını göstererek etkilerini yayacaklar mı? Ve tüm bunların yarattığı olumlu tazyik sayesinde sol siyasal akımlar da anarşizmin eleştirilerinin önemini kavramaya başlayıp kendilerine anti-otoriterlerin aynasından bakmaya başlayabilecek mi? Bu sadece anarşistlerin fiili iştigal sahalarını genişletmeleri anlamına gelmez, aynı zamanda bu alanlarda mücadele etmelerini sağlayacak alternatif söylemleri ve kavramları da geliştirmeleri, bunun için yeterli entelektüel techizatı da oluşturmaları anlamına gelir.
Yüzyılı aşan bir süreden beri anarşizm denince akıllara ilk olarak, şiddet, kaos, devletin otorite boşluğu veya terör eylemleri ya da bir tür gençlik hezeyanı gelmesinden; etkili bir sol siyasal akımdan ziyade siyaseten rüştünü ispatlayamamış, haklı yanları çok olsa bile siyasetin gerçeklerini karşılamaktan uzak, salt ahlaki bir tepki ve yıkıcılık hareketi olarak görülmekten anarşizmi kurtarabilmek için anarşizmin toplumsal alanı kuşatan bu tür bir yaygınlaşmasına ihtiyacımız yok mu?
Bana öyle geliyor ki anarşist devrimci pratiklerin, geçmiş tarihlerindeki belirli örnekleri idealleştirerek ya da alt kültür gruplarının toplumdaki görece bağımsız konumlarını –ki bu da oldukça tartışmalı görünüyor- idealize ederek iktidar ilişkilerinden muaf, ahlaken saf, romantik bölgeler icat etmek yerine kendisinden farklı yaklaşımlarla çeşitli pratiklerde ağsal ittifaklar kurabilmesi gerekir. Tüm dünyanın günün birinde anarşist devrimcilerin hafriyat sahasına dönüşeceğini hayal etmek veya sistem karşıtı mücadeleyi bir tür öncü-gerilla savaşı olarak görmek bizlerin anti-otoriter örgütlenmeler ve projeler yoluyla hayatı yatay olarak dönüştürebileceğimizi ima etmiyor hiç. Sanki sürekli olarak kendilerinin radikalizmler içindeki en radikal akım olduklarını kanıtlamaya gereksinimleri varmış gibi felç edici bir zihniyet anarşistlerin zihinlerine bir lanet gibi çökmüş durumda.
“Anarşist”, “anarşik” ya da “anarşi” sözcüklerinin ilişkili olduğu siyasal düşünceden bağımsız olarak kullanılması çok yaygın bir durumdur. Anarşizme dışarıdan bakanların sıklıkla bir siyasal ideolojiden çok bir karakter tipinden bahseder gibi konuşmaları yaygındır. Bu, diğer sistem karşıtı ideolojiler için pek rastlanmayan bir durum. Onun için anarşizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan birisi çıkıp yaşadığı aşkın çok anarşist olduğunu söyleyebiliyor kolaylıkla. İdeolojik ve siyasal bir bağlamı olmaksızın yıkıcı, sınır aşan, kuralları ve değerleri ihlal eden, yasa ve otoritelerle başı derde giren, reddiyeci her türlü jestin, davranışın, eylemin, söylemin, sanat yapıtının anarşistlikle ya da daha yaygın ifadeyle “anarşik” veya “anarşizan” olmakla kolayca özdeşleştirilebilmesi… işte en çok da anarşistlerin karşı koyması gereken bir ideolojik çarpıtmadan başka bir şey değil bu.




[1] Chesterton, G. K., Bay Perşembe, çev. Vedat Günyol, İstanbul: Ada Yayınları, 1988, s. 10.
[2] The Anarchist Cookbook (Anarşist Yemek Tarifleri) , William Powell tarafından 1960’ların sonlarında yazılmış ve ilk kez 1970’de yayınlanmış bir kitap. Adına karşın herhangi bir yemek tarifi veya anarşizm hareketiyle herhangi bir ilişki içermeyen kitap patlayıcı ve uyuşturucu imalatıyla ilgili bilgiler, tarifler içeriyor. Vietnam Savaşı sırasında ABD Hükümeti’ni protesto etmek için bu kitabı yazdığını söyleyen Powell kitabı yazdığı yıllarda henüz 19 yaşında olduğunu da belirtiyor. Kitabı, New York City Halk Kütüphanesi’nde, büyük ölçüde askeri yayınlardan ve Özel Kuvvetler kitapçıklarından derleyerek oluşturmuş.
[3] Burada Conrad’ın The Secret Agent (Gizli Ajan, çev. Süha Sertabiboğlu, İmge Kitabevi Yayınları, 2006), Emile Zola’nın Germinal (Türkçe’de çok sayıda baskısı var) ve Henry James’in The Princess Casamassima gibi hep benzer komplocu, kaos yaratan anarşist imgesini geliştiren 20 yüzyıl başı romanlarından bahsediyorum.
[4] Süreyyya Evren’in 12 Kasım 2006’da Birgün gazetesinden yayınlanan “Kara Bayrak ve Vendetta” adlı yazısı doğrudan bu konuyu ele alıyordu. (http://sureyyyabirgun.blogspot.com’da bulunabilir.)
[5] Age., s. 31.
[6] Bunun en yeni örneği olarak Köprü dergisinin “Anarşi ve Terör” özel sayısı sayılabilir, sayı 94, Bahar 2006. Siyasal bir düşünce ve akım olan anarşizmi bugün hâlâ  aynı sağcı muhafazakar retorikle ele alan akademik kaynaklı bir çok yazı yer alıyor dergide.
[7] Bunun berbat bir örneği olarak 2002’de basılmış olan Düşünen Siyaset dergisi Anarşizm özel sayısını (Sayı 11) tekrar hatırlıyorum. Meselenin içinden yazan bir iki isim dışında hepsi aynı şeyleri tekrar eden ansiklopedik, güncellikten bütünüyle uzak yazılarla doluydu bu sözüm ona akademik dergi.

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...