1 Kasım 2004 Pazartesi

Zerzan’a bir Bakış



Düşünür yahut entelektüel kıtlığı çeken çağdaş anarşizmin Bookchin ve Zerzan gibi entelektüellerin şahıslarında temsil edilmesinin en sorunlu yanı anarşizmi doktriner parantezler içerisine almak oluyor. Dolayısıyla yönetenin ve tahakküm edenin, hiyerarşik ve otoriter ilişkilerin bulunmadığı bir toplum için verilecek pratik mücadeleler; yaşamı şimdiden özgürlükçü şekillerde dönüştürmenin olanaklarını araştırmak şeklinde anlaşılmak yerine tek boyutlu politik gündemlere veya evrensel programlara sıkıştırılan bu tür anarşizm anlayışları, otoriter solun cenderesinden kurtulmuş ve halihazırda emekleme aşamasındaki özgürlükçü hareketleri ölü doğmuş projelere dönüştürme potansiyeline sahip.

Zerzan’ın teorisi bana, başka anarşizmlere göre özgürlükçü toplum projesinden en çok uzaklaşan anarşizm yorumu gibi görünüyor. Bilgi üniversitesindeki söyleşisini izleyenlerden biri olarak ona “artık anarşizmin ona göre yalnızca uygarlık karşıtlığı mı olduğunu, bunun dışındaki anarşist düşüncelerin ona göre anarşizmden sayılıp sayılmayacağını sorduğumda cevabı çok netti: “Hayır bana göre anarşizm uygarlık karşıtlığıdır, Uygarlığı ortadan kaldırın geriye anarşi kalır!” olmuştu. Açıkcası uygarlık belası başımızdan def edildiğinde bu geriye “kalacak olan”ın anarşi mi yoksa kötücül anlamıyla bir kaos mu olacağını tartışmayı kahinlere ve falcılara bırakmayı tercih ediyorum.

Aslında ben buna anarşizmden ziyade kendisini toplum ve kültür karşıtı bir konumdan tarif eden, devasa bir yıkım beklentisi haricinde hiçbir çıkış umudu olmayan romantik bir nihilistin, uygarlığa karşı anti-demokratik serzenişleri olarak görüyorum. Anti demokratik saptaması çok acımasız ve kıyıcı görülebilir. Lakin herhangi bir ideoloji, özgürlüğün ideal yerini bulmaya adandığı halde  somut toplumsal dünyada özgürlük alanları yaratmaya tercih etmiyorsa, insanların şu anki somut sorunlarını kalkış noktası haline getirmiyorsa bunun demokratik olduğunu söylemek bana zor görünüyor. Hoş Zerzan’a göre demokrasi de “sadece bir yönetim biçimi” olduğuna göre bu bahis manasız görülebilir. Böylece doğrudan demokrasi, radikal demokrasi, temsiliyetin reddi gibi verimli tartışmalar gereksiz hale geliyor. Bu çerçevede her ne kadar klasik anarşist düşünürlerin, ilerlemeci tarih şemasıyla olan sorunlu ilişkilerini eleştirsek de anarşizmi, onları takip ederek özgürlükçü bir toplum tasavvuru olarak tahayyül etmeye devam etmeyi tercih ediyorum. Yoksa toplumu tamamen ortadan kaldırmak olarak değil.

Zerzan’ın teorisi bir çok karmaşık sorunla malul. Örneğin oldukça doğrusal bir tarih anlayışı var. Tarihi özgürlükten yıkıma doğru giden bir seyir halinde görüyor. Kayıp cennetten çöküş ve kıyamete giden insanlık şeklindeki, insanlığın düşüşüne dair dini mesel ile bu anlayışın bağı da ayrıca araştırılabilir.

Çalışmasında uygarlık öncesi toplumlarda insanların hiyerarşi, tahakküm ve otoriter ilişkiler içermeyen bir hayat yaşadığını ampirik verilere dayalı sarsılmaz bir gerçek gibi sunuyor. Cümlelerine “3 milyon yıl önce şöyleydi...” gibi başlangıçlar yaptığında 3 milyon yıl önceki insan yaşamının dolaysızca bilinebilir olduğuna nasıl bu kadar kolaylıkla inandığını merak ediyorum. Geçmişi yitik bir altın çağ olarak tasavvur eden tarih vizyonunda kıyametsi bir yıkımdan sonra yeniden özgürlük çağına, bozulmamış, yabancılaşmamış, nahif insanın içtenlikli dünyasına geri dönebileceğimize duyduğu inançta eğer dinsel birşeyler yoksa o halde bütün bu büyük kocaman tarih alatısı da neyin nesi? Seküler bir söyleme, antropolojinin ve arkeolojinin oldukça yoruma dayalı verilerine dayanarak kurduğu tarih anlatısının bilimin verilerinden dayanarak kurulduğu söylenen bir başka büyük anlatı olan tarihsel materyalizmden tek farkı birincisinin kötümserliği.

Zerzan’ın düşüncesindeki geçmişin bozulmamış doğal hayatına ve doğaya duyulan hayranlık aslında romantik düşüncenin bir karakteristiğidir. Modernizmin alametlerinden biri olan bu doğa anlayışında, “doğa”nın kendisinin de yaşadığımız toplumun bize taktığı gözlüklerle kurulmuş kültürel bir “inşa” olduğunu; Lukacs’ın tabiriyle “doğa’nın da kültürel bir kategori” olduğunu görmek bu kadar mı zor? Ayrıca uygarlık ve kültürü doğa ile karşı karşıya koymak da zaten bizzat modernist düşüncenin icraatlarından birisidir. Bu durumda Zerzan’ın Rousseaucu doğa hayranlığı yahut aydınlanmacı uygarlık tarafından saflığı bozulmuş özünde iyi insan anlayışı modernizmin ta kendisi değil mi?

Birçok boşluklara ve çatlaklara sahip sisteminin terimleri Adorno, Vaneigem, Debord, Cioran gibi düşünürlerin batı moderliğine ve kapitalizme yönelttiği eleştirilerin aşırı yorumlanmasından oluşuyor. Uygarlığa dair anlatısının tüm dünya için geçerli olduğuna dair inancı da bunların tuzu biberi. Öyle ya eğer Zerzan’ın anlatısına bağlı kalarak harekete geçecek olursak bir daha geri dönüşü olmayan bir deney yapmamız gerekir ki bu pek öyle yerel düzeyde gerçekleştirilir gibi de değil.

Oysa herkes biliyor ki ekolojik eleştirel düşünceler 1960lar civarında sosyalist solun endüstrileşme paradigmasına karşı eleştirel yaklaşımlara sahip yeni sol düşüncelerde şekillendi. Burada boy hedefi yapılan şey sosyalizmi endüstriyel bir kalkınma projesine indirgeyen Sovyet modeli ile Batı dünyasında tahripkar sonuçları  güçlü bir şekilde görülmeye başlayan endüstiyel kapitalist sistemdi. Bu sisteme yönelik eleştiri sosyalist devletçiğilin ve kapitalizmin anarşist bir eleştirisiyle birleşmeye başladıkça ortaya yeşil anarşist ya da eko anarşist denilen fikirler çıkmaya başladı. Tüm bu düşüncelerdeki ortak payda kapitalizmi, onun büyük üretim sistemini, büyük kentleri ve doğayı tahrip eden teknolojileri ortadan kaldırıp küçük, kendine yeter ekonomilere dayalı, özgürlükçü ve demokratik bir toplum modeli geliştirmekti. Ekolojik düşüncenin liberal varyantları bunu kapitalizm içi bir muhalefetle sınırlamak isterken eko-anarşistler ekolojik bir anarşist toplum kurma düşünde oldukça yol katettiler.

Zerzan’ın anarşizm anlayışı ise sorunu çözmek yerine, soruna köken olduğu varsayılan bir kaynak noktaya kadar geri gidip herşeyi yıkma basitinde işliyor (Öyle ya başağrısına en kesin çözüm kafayı kesektir). Bu anlayış doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlanamayacak hipotezlerle hareket ettiğinden ötürü aslında bir inançtan öteye geçemiyor. Bu inancın vardığı son nokta ise uygarlığa karşı topyekûn savaş! Peki bu savaş’ın sonunda uygarlığın yıkıcı tahakkümcü güçlerinin doğa ve özgürlük karşıtı bir konuma geçerek tüm özgürlükçü girişimleri boğmayacağı ve daha ürkütücü bir egemenlik sistemi kurmayacağı ne malûm?

Eğer Zerzan’ın düşüncesi, uygarlığın çeşitli kurumlarını sorunsallaştıran, iktidar ve  tahakkümün ilşkilerinin en erken dönemdeki biçimlerini araştıran bir çaba olsaydı o zaman özgürlükçü vizyonumuzu genişleten bir düşünür olarak dikkate almak isteyebilirdik, ama bu üstünkörü araştırmasının vargılarıyla bizi getirip bıraktığı sonuca baktığımızda, mevcut haliyle, yakın gelecekteki bir kıyametten haber veren bir kahinden farkı yok...



1 Ocak 2004 Perşembe

Başka Bir Mücadele Başka Bir Düşünce (ile) mümkün.



“İnsanlar savaşırlar ve savaşı kaybederler; ve yenildikleri halde uğrunda savaştıkları şey gerçekleşir; ve gerçekleştiğinde; ve gerçekleştirmek istedikleri şeyin bu olmadığını anlaşılır; ve başka insanlar onların istedikleri şey için başka bir ad altında savaşmak zorundadırlar”
William Morris


Uykuları kaçıran anarşizm hayaleti

Bugünden bakıldığında, Marx’ın ve Engels’in kendi sosyalizm anlayışlarını anarşizmle ya da anarşizm olarak gördükleri siyasi etkinlikler ve düşüncelerle polemik içinde kurdukları kabul görecek bir düşünce.[1] Konuya girmeden önce ‘Marx ve Engels’in sosyalizm anlayışı’ ile ne kastettiğimizi belirginleştirelim: kendi metinlerinden yola çıkıldığında hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde, devrimci öncü sınıf olarak işçi sınıfını örgütleyecek öncü komünistlerin, sıkı disiplinli monolitik partisi vasıtasıyla devlet iktidarını ele geçirip, kapitalist üretim ilişkilerinin yerine sosyalist üretim ilişkilerini inşa etmesi biçimindeki devletçi sosyalizm modeli olduğunu görüyoruz marksizmin.[2] Dolayısıyla marksizmin anarşizmle esas çatışmasının bu devletçilik olduğu herkesin malumudur.

Marx ve Engels’in Sol Hegelcilik, Yeni Kantçılık ya da “Alman İdealizmi” ile felsefi hesaplaşmalarında kendi düşüncelerinin felsefi unsurlarını kurmak için giriştikleri bir tartışma süreci söz konusuydu. Geçmişte kalmış figürler olarak Fourier, Owen, Saint-Simon gibi ütopyacılarla olan ilişkileri de siyasi bir hesaplaşmadan ziyade kendi siyasetlerini kurarken sosyalist gelenek içindeki, seçebilecekleri ya da reddecekleri unsurları ayıklamakla ilgiliydi. Marx’ın burjuva politik iktisatçılarına yaklaşımında da bu vardı: düşüncesini kuracak malzemeleri toparlayacağı, ve siyasi olarak şiddetli polemiklere girmesi gerekmeyen figürler.

Bu belki de şöyle açıklanabilir: diğer sosyalistlerle olan ilişkilerinde, farklı sosyalizm akımlarını marksizmin tarihsel materyalizm anlayışı ve işçi sınıfına verilen ayırt edici siyasi rol ile marksistleştirmek söz konusuydu. Bu yüzden yapılan tartışmalar son derece makul bir şekilde sosyalist program, strateji, taktikler ve örgütlenme meseleleri üzerinde odaklanıyordu. Yani marksist sosyalizm anlayışının tüm uluslararası sosyalist hareket üzerinde nüfuz sağlamasını hedefleyen tartışmalardı bunlar. Anarşistler karşısında verilen mücadele ise onları aynı siyasi etkinlik sahasından tümüyle silmek istemelerinden kaynaklanıyordu.

Anarşistlerin, marksistleri ziyadesiyle meşgul eden, son derece tehlikeli gördükleri siyasi hasımları arasında yer aldıkları pek de itiraz edilecek bir şey olmasa gerek. Marx ve Engels’in anarşizme dair yazılarına bakmak bile bu konuda yeterli bir açıklık verecektir.[3] Bu yazılar çeşitli mektuplaşmalardan, gazete yazılarından veya kitaplardan yapılan alıntılardan oluşmaktadır. Ancak bunların haricinde Marx’ın Proudhon’a karşı yazdığı Felsefenin Sefaleti, Engels ile birlikte yazdığı ama yayınlamadıkları Alman İdeolojisi, Engels’in Bakuninciler İş başında , Konut Sorunu gibi uzun incelemeleri hayatlarının sonuna kadar anarşistlerle ne kadar çok uğraştıklarını gösteren örnekler arasındadır. Marx’ın Engels’le birlikte yazdığıkları ve Hegel’in idealizminden uzaklaşırken Sol Hegelcilerle de hesaplaşmaya ve tarihsel materyalizmin kimi tezlerini formüle etmeye giriştikleri Alman İdeolojisi adlı yayınlanmamış kitaplarının en büyük bölümü (400 sayfanın yaklaşık 300 sayfası) Max Stirner’e ayrılmıştır. Üstelik Max Stirner[4] kendisini hiçbir zaman anarşist olarak adlandırmamış olsa da Marx ve Engels ısrarla onun düşünceleri ile Bakunin ve anarşistler arasındaki yakınlığa işaret etmişlerdir. Anarşizme karşı benzer bir uğraşıyı Plekhanov da ve Anarşizm ve Sosyalizm’de, Lenin Devlet ve Devrim’de  ve anarşizm üzerine başka yazılarında, Stalin Anarşizm mi Sosyalizm mi? adlı broşüründe sürdürmüştür. Marksizm ile anarşizm arasındaki kavga bunlarla sınırlı kalmayıp, ikinci enternasyonalden Bakunin’in atılması için verilen uğraşla başlayıp Kronştad denizcilerinin isyanının bastırılması, ardından Ukrayna Anarşist hareketine Kızılordu tarafından son verilmesi; Sovyetler Birliği’ndeki pek çok anarşistin sürülmesi veya öldürülmesi vs. şeklinde siyaset düzleminde de devam etmiş; ve son olarak da İspanya Devrimi’nde anarşist hareketin Sovyetler Birliği yanlısı komünistlerce engellenmesi ile doruk noktasına ulaşmıştı. Tüm bunlar marksizmin anarşizmi bir baş belası ve düşman olarak gördüğünün en bilinen örnekleridir sadece.

Burada çok bilinen şeyleri tekrarlamaktan ziyade marksizmin tutumundaki sürekliliğin altını çizmek istiyorum: Marksizm bugün de anarşizme karşı benzer tavrını sürdürüyor. Anarşizmi kendi etkinlik sahalarından silmek ya da eğer anarşizm bugünün küresel muhalefet hareketlerinde olduğu gibi çok etkin ise, o zaman çeşitli biçimlerde onun sağladığı siyasi etkiyi küçültmek için polemik yapmak ya da biraz daha yeni bir taktik olarak anarşizmin bazı temel akidelerini içselleştirip hem de hâlâ ortada anarşizm yokmuş gibi davranmak gibi tavırlarla sessizlik komplosunu sürdürüyor.

Burada ilk bakışta istisna oluşturur gibi görünen liberter-, neo-, sol- ya da heterodoks marksizmlere bir bakmak gerek. Örneğin otorite eleştirisi ve özgürlükçü negatif bir ütopyacılıkla öne çıkmış en özgün marksizmlerden biri olan Frankfurt Okulu’nun anti-otoriter 68 hareketi karşısındaki seçkinci muhafazakar tavrı bir yana, Marcuse gibi öğrenci hareketine daha yakın duran birinin, her yerde kara bayrak yeniden dalgalanmaya başladığı bir dönemde dahi anarşizme tamamen uzak durması dikkat çeker. Örneğin Karşı Devrim ve İsyan kitabı özgürlük yüceltimleri ile dolu olduğu halde doğru dürüst bir anti-otoriter düşünce sunmak noktasında hayli belirsizlikler taşır. Bu da marksizmin aşamadığı iç gerilimleri yüzünden kendisine ne kadar özgürlük aşısı yapılsa da aşkın ve temelci bir siyaset felsefesine sahip olmanın arızalarını atamadığının örneklerinden biri gibi görünüyor. 68 hareketi ile ilgili Adorno ve Marcuse arasındaki mektuplaşmalarda yürüyen tartışmaya bakmak da oldukça fikir verici.[5] Bookchin’in çeşitli özgürlükçü marksizmlerin belirsizliklerini de anlatan bir yazısındaki
şu sözleri de oldukça dikkat çekicidir: “Genelde “neo-marksist” olarak adlandırabileceğimiz, bu kadar çok sayıda teorik ve ampirik eğilimin özümsenmesinin en rahatsız edici yanı kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmamasıdır; bu anlayışla birbirine tamamen zıt radikal hedefler ve gelenekler aynı potada eritilmektedir.”[6] Bu anlamda anarşizm karşısındaki kompleksli yeni marksizmlerin bir diğer örneğini de John Holloway’in “İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek” adlı kitabı veriyor. Kitap boyunca hem marksist iktisadi çözümlemeyi kullanmakta hem de marksizmin devrim anlayışının asli unsurlarını günümüz eylemcisinin anti-otoriter ruhuna uygun olarak yeniden tarif etmeye çabalamaktadır. Eğer dünyayı iktidarı ele geçirmeksizin değiştirmenin bir yolu aranacaksa neden dönüp 150 yıllık anarşist eylem birikimine de bakılmaz? Ve üstelik başta belirttiğimiz marksist sosyalizm tarifinden hareketle hâlâ marksizmin felsefesini sürdürerek böyle bir anti-iktidar anlayışına dayalı bir devrimcilik gerçekten mümkün müdür? Marksizmin devraldığı felsefi gelenek ile marksist sosyalizmin devletçi siyasi çizgisi arasında bir süreklilik, tamamlayıcılık yok mu? Anarşizme neden dönüp bakılmadığının cevabı, Holloway’e göre “Muhalif düşünce çığlığın kendisi kadar eskidir. Karşıt düşüncenin en güçlü akımı ise şüphesiz Marksizmdir.”[7] cümlesindeki bu “şüphesiz”de saklı olsa gerek. Bu vahiy gibi gelen “muhalifliğin en güçlü akımı” olma iddiasının başka bir alternatifinin olmaması, marksist sosyalizmin kendi tarihi boyunca anarşist ya da özgürlükçü marksist unsurları sol hareketten her türlü yöntemle tasviye edip diğer muhalif çığlığı, imdat çığlığına dönüştürmesi ile ilgili... Doğru, marksist esinli sosyalist gelenek geçen yüzyılın en güçlüsüydü, ama artık marksist olmayan başka, radikal muhalefet biçimlerini hareketten tasviye edebilecek kadar güçlü olmadığından ötürü, bu kez de özgürlükçü aktivistlerin hareket ettiği sahada hegemonya mücadelesi vermeye başladı. Bunun olumlu yanı marksizm içindeki kırılmanın gittikçe tırmanmasına yol açmasıdır. Devletçi ve merkezi örgütlenmeci paradigmanın marksizm içinde de aşınmaya uğraması çok şey kazandırabilir.  Olumsuz yanı ise bu tür muğlak ve eklektik marksizmlerin çağdaş anarşizmle problematik biçimde karşılaştırılması gibi görünüyor. Üstelik tuhaf bir şekilde bunu pek sevimsiz bir anarşizm özentisi bulacak marksistlere rağmen.

Holloway ve Negri gibi postmodern komünistlerin, anarşizmle hatta postyapısalcı anarşizm tartışmalarıyla ilişkiye geçememelerinde de bir tuhaflık var: 68 sonrası özgürlükçü sol hareketler, yeni toplumsal hareketler, zapatistalar ve küreselleşme karşıtı hareketin oldukça anarşist-esinli, anti-otoriter, hiyerarşik-olmayan örgütlenmeleri ile bu kadar yakınlık kurmalarının doğrudan anarşizm üzerinden değil de daha kolay kendilerine uyarlayabileceklerini düşündükleri postyapısalcılık üzerinden gerçekleşmesi. Her ikisinde de iktidar eleştirisinin terimleri Foucaultcu ve/ya Deleuezecü  terimlerle gerçekleşiyor. Örneğin postyapısalcılığın önayak olduğu bir Spinoza okumasının, güç kavramlaştırmalarını yenilemesi her ikisinde de çok belirgin. Ama bu noktada anarşizmin güç, otorite ve hiyerarşi eleştirilerine ve yıllardan beri anarşist örgütlenme süreçlerinde biriken doğrudan demokrasi deneyimlerine dönüp bakmıyorlar.[8] Bu da postyapısalcılığın da anarşizme değil marksizme yakın bir yerden tariflenmesine yol açıyor. Modernliğin eleştirisinde ve modern olmayan radikal özgürlükçü bir siyaset dilinin geliştirilmesinde postyapısalcılığın kullanışlı felsefi araçlar sunduğu kabul görüyor. Oysa aynı kabul anarşizm için geçerli değil. Bu, anarşizm gibi kendi anti-otoriter tutarlılığından kaybetmesi çok zor olan bir etik-siyasi geleneğe marksist aşkınlık aşısı yapmanın imkansızlığından kaynaklanıyor olsa gerek. Sonuç olarak bu bağlam içinde marksizmin dışarıdan anarşizmi içselleştiremeyeceği noktada postyapısalcılıkla kendine anti-otoriter bir makyaja gitmesi söz konusu diyebiliriz.  

Marksizmin anti-otoriter bir dil kurmada anarşizmi içine sindiremediğinde olabileceklere dair gibi geliyor bunlar bana.  Ancak marksist totalleştirici, aşkın düşünce ile aynı kaynaktan beslenen ve bunu anarşizme sokan anarşistlerde de bu durumun başka varyantlarını görüyoruz. Anarşizmin doğası itibariyle açık bir düşünce olarak gelişmesini bekliyor insan. Ne var ki bu tip bir marksist-benzeri düşünüş anarşizmi içselleştirip içeriden bükmeye başladığı zaman, bunun sonuçlarından biri, artık anarşizmin anti-otoriter etik tutarlılığından sapmaya başlayacak ölçüde otoriter bir dilin kurulabileceği büyük anlatılara yönelerek başka düşünüş biçimlerini dışlamak ve diğeri  de postmodern düşünce karşıtlığı oluyor. Zira postmodern düşünce aslında totalleştirici düşüncenin hiç istemediği, ama anarşizmin hiyerarşi karşıtı karakteri yüzünden bence çok ihtiyaç duyduğu bir açık düşünce sunuyor.

Günümüz anarşizminde birer teorisyen figür olarak öne çıkan Bookchin ve Zerzan’ın postmodernizme karşı oluşlarından da söz etmek gerek, ama bu eleştirilerin ayrıntıları konumuzun dışında kalıyor, çünkü gerçekten de söylediklerinde, marksistlerin daha büyük bir hacim tutan reddiyelerinden ne fazla ne de farklı hiçbir şey yok. Dahası marksistlerle aynı küçümseyici, alaycı, belagatli dil ile yapıyorlar bunu. Beni asıl ilgilendiren, anarşizme geçişlerini marksizmden gelerek yapan ve entelektüel yolculuklarının olgunlaşmış bir noktasında yine anarşizmden uzaklaşarak başka totalleştirici yönelişlere giren bu iki entelektüelin, hem postmodern düşünce hem de anarşizm karşısındaki marksist-benzeri tutumları: Bookchin’e göre artık anarşizm asosyal bir egoizm biçimidir, postyapısalcılık ya da postmodern düşünceler de bu egoizmin bir versiyonudur. Bu yüzden, anarşizmi özgürlükçü bir miras olarak sahiplense de kendi gittiği yolu ayrıştırır ve komünalizm olarak yeniden formüle eder.[9] Zerzan içinse bugün uygarlık karşıtı olmayan herhangi bir anarşizm biçimi anarşizm sayılamaz. (Bu arada bu iki entelektüelin birbirileriyle de kavgalı olduklarını bir kenara not edelim.) Ona göre küreselleşme karşıtı hareketler yalnızca yeni bir küreselleşme istemenin ötesine geçemiyorlar; anarko-sendikalizm yalnızca uygarlığı ilerletmekten başka birşey değil; bir toplumsal dönüşüm uygarlığın krizlerinin veya büyük felaketlerin ardından ancak kıyametsi bir yıkım şeklinde gerçekleşebilir.[10] Bu büyük kestirimlerin, kolaycı atıp tutmaların, anarşizmin ne olduğunu tayin etmedeki kendine bu güvenin kaynağı nedir? Tarih felsefelerinin bu kadar kapsayıcı bir büyük anlatı olarak kurulmasından terminolojilerindeki bir yığın marksist unsura, marksist-benzeri totalleştirici yaklaşımlarından başka anarşizmleri dışlamalarına kadar bir sürü ilgisiz tavrı anarşizme taşıdılar. Bu konuda anarşistlerle tam bir uyum sağlayamadıklarında ise, belki de anarşizmle bir türlü bağdaşamayan bu tip düşünceleri yüzünden en sonunda kendilerini anarşizm sahasından ayrıştırmakla bu sıkıntıyı gidermeye çalışıyor olabilirler mi?

Marksizmin kuruluşundan itibaren kendi dışındaki siyasetler ve düşüncelerle sürekli bir çatışma, olumsuzlama halinde olduğunu, siyasi rakipleriyle polemik içerisinde, onları mahkum etmek üzerinden kendini tarif eden dışlayıcı bir siyasal kültürü sola armağan ettiğinin altını çizmek gerekir.[11] Bu polemiklerde rakibini belagatli sözlerle mahkum edip onu siyaset sahasından silmek, karşısındakinin tezlerinde olabilecek siyasi imkanları tamamen yok saymak marksizmin tipik davranışıdır. Buna ironik bir örnek verelim: Ömrünü Marks ve Engels’in tüm eserlerini bir araya getirip yayınlamak için çalışmalar yaparak geçirmiş bir marksist olan ve Marx araştırmalarında bir otorite görülen David Riazanov Marx Engels’in toplu eserlerini ilk baskıya hazırlayan kişidir. 1920’de Sovyetler Birliği’ndeki Marx Engels Enstitüsünün başına getirilmiştir. Riazanov’un Marx’ın polemik ustalığının, ve siyasi edebiyatın baş eserlerinden birisi olarak gördüğü, 600 sayfalık Bay Vogt adlı kitabına dair şöyle bir tespiti var: “Ancak Marx, siyasal eleştiriyle yetinmez. Yazdığı broşür salt güçlü kelimelerin serpiştirildiği bir küfürname değildir. Marx, Vogt’a karşı geçmiştede usta olduğu bir silahı yöneltir – alay, hiciv, istihza.”[12]

Bugün her yeni kuşak marksistin dönüp eski klasikleri okuduklarını göz önünde tutar ve bir siyasi gelenek olarak marksizmin ötekileri  dışlayarak bugüne kadar geldiğini düşünürsek günümüzde de bir çoklarının sürekli değişen siyasi manzarada kendilerine yeni hasımlar bulup yollarına devam etmelerine şaşmamalı. Kendi içindeki heterodoks akımları dışlamaya çalıştığı gibi devletçi sosyalizme alternatif olabilecek diğer siyasi çizgilere ya da toplumsal muhalefet hareketlerine karşı tavrı hep buydu; siyasi egemenliği ele geçirdiği ya da sol içinde siyasi olarak nüfuz sahibi olduğu coğrafyalarda ise bu farklılıklara hayat hakkı tanımamak için elinden geleni yapan marksistler, sol içinde marksizme alternatiflerin çok güçlendiği günümüzde giderek daha huzursuz bir şekilde bu hayali düşmanlarıyla polemiğe devam ediyorlar. Bugün marksizmin hayali dümanlarından birisi posmodernizmdir. Ancak o eski hayalet, anarşizm de yakasını bırakmış değil.

Yeni hayali düşman postmodernizm

Terry Eagleton 20 yüzyıl marksist edebiyat teorisinin ve kültür çalışmalarının en önemli simalarından birisi. Marx’ın belagatine erişen Kuramdan Sonra[13] adlı son çalışmalarından birisinde postmodernizmi neredeyse solun içinde bulunduğu siyasi atmosferin tek sorumlusu olarak görüyor, ya da göstermeye çalışıyor. Çalışmasında kültürel incelemeler alanındaki akademik çalışmalardan örnekler vererek bu apolitikleşmenin ve postmodern yaklaşımların lakaytlığının, siyasete, toplumun sorunlarına ilgisizliğinin örneklerini veriyor. Kültürel kuramda bu noktaya varılmasının, ve batı akademyasındaki değişimin toplumsal siyasi bağlamının marksistçe bir açıklamasını, tarihçesini çıkarmaya çalışıyor. Böylece bizi her yerde başarısız olan siyasi girişimlerin yarattığı hayal kırıklığının, ve siyasete uzaklaşmanın, sinikleşmenin sonucu olarak postmodern düşünce tablosuna inandırmaya çalışıyor.

Burada durmak gerek. Terry Eagleton bir kez daha bir çok marksistin yaptığı şeyi yineliyor: öncelikle tüm çalışmasında “temsil edici” olduğunu düşündüğü çeşitli örnekler vermek yoluyla, ama bir çok noktada kanıtlara dayalı olmayıp sadece bir öyküleme içerisinde bize bir şema çıkarıyor. Oldukça kabataslak olan bu şemanın içerdiklerine karşın dışta bıraktıklarının neler olduklarını göz önünde bulundurmadığımızda, her zamanki gibi haklı olan marksistlerin bir kez daha haklı olduğuna kendimizi inandırabiliriz. Elbette bir tarihçi olmayıp edebiyat kuramcısı olan Eagleton’ın somut malzemelerle yapılmış bir inceleme yerine serbest bir denemenin rahatlığı içerisinde yazmış olmasını eleştiremeyiz. Eninde sonunda ortaya koyduğu şeyler kendisinin de kabul edebileceği gibi tartışmaya açık yorumlardır. Bu yorumların tartışmalı yanı ise daha işin başında postmodern düşüncenin doğuşunu Avrupalı solun 68’deki “yenilgisiyle” tarihlenmesi.

Benim “yorumum” ise farklı, bana göre yirminci yüzyıl marksist sosyalizm deneyimlerinin yarattığı hayal kırıklıklarının baş nedeni bu sosyalizmin devletçi ve otoriter yapısından ileri geliyordu. Marksizmle aynı dönemde ortaya çıkan anarşizmin daha 1840’lardan başlayarak, devlet gücünün salt iktisadi ilişkilere indirgenemeyecek, kendi bağımsız gücüyle ele geçiren her türlü aktörü de kendi yapısına uygun olarak yeniden kuracak, temsiliyete dayalı karakterinden ötürü tabandakileri tümüyle güçsüzleştiricek bir ilişki tarzı olduğuna dair, Sovyet Devrimi halihazırda ortada yokken yapılan anarşist eleştirilere bütün marksistler tıpkı bugün Terry Eagloton’un postmodern düşünceye yaklaşımı gibi “alay, istihza ve hicivle,” yaklaştılar, ve bildiklerini okudular. Oysa Ekim Devrimi gerçekleşirken, önce bütün siyasi hasımların yok edilmesi ya da tasviye edilmesi, SBKP’nin Komünist Enternasyonal vasıtasıyla tüm dünya komünist hareketini manipüle edip muhalif komünistleri etkisizleştirmesi; dünyanın diğer bölgelerindeki halk isyanlarına Sovyetler Birliği’nin siyasi çıkarlarını ilgilendirmiyorsa kayıtsız kalması; kendi hegemonyasına karşı gelirse de onları ezmesi gibi tecrübeler, daha 1920’li yıllarda önce marksistler arasında ciddi rahatsızlıklara yol açmıştır. Sözgelimi o dönem kendilerine konsey komünistleri ya da sol komünistler diyen bir takım marksistler komünizmin onu temsil edecek bir parti ile değil işçi sınıfının tümüyle kendiliğinden örgütlenmesi yoluyla gerçekleşebileceğini savunuyorlardı. Böylece konsey komünistleri Lenin gibi marksistlerin “parti komünizmi”nden yollarını ayırıyorlardı.[14] Bu yaklaşım anarko-sendikalizme yakın olduğu gibi,  daha sonra 68 gençliği içinde dolaylı olarak büyük etkisi olan Guy Debord ve Raoul Vaneigem gibi, bazı düşünceleriyle anarşizme oldukça benzeşen ve çağdaş anarşizmi de etkilemiş olan düşünürlerde de kendisini ortaya koydu. 68 hareketi ile postyapısalcı düşünürlerin ortaya çıkışı arasındaki yakınlık veya paralellik bir çok yerde ima edilir. Ama bizzat kendileri tarafından da açıkca bu yakınlığın kurulduğu örnekler vardır:

Foucault Mayıs 68 hakkında kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylüyor: “Ya Tunus'taki o radikal ayaklanmanın birdenbire patlamasına ne demeli? Neydi, o her yerde sorgulanmakta olan şey? Huzursuzluğun, devlet, diğer kurumlar ve baskı grupları tarafından gündelik hayata uygulanmakta olan Sürekli baskının ortaya konuş tarzından kaynaklandığı kanısındayım. Katlanılamayan, sürekli sorgulanan, rahatsızlığı yaratan şey "iktidar"dı. Sadece devletin uyguladığı iktidar değil; Aynı zamanda, toplumsal bünyede çok farklı kanallar, biçimler ve kurumlar üzerinden uygulanmakta olan iktidar. Yönetilme"nin belirli bir biçimi, artık kabul edilmezdi. "Yönetilme"sözcüğünü geniş bir anlamda kullanıyorum. Sadece devletin ve onu temsil eden insanların uyguladığı yönetimi değil; aynı zamanda, kurallar aracılığıyla, doğrudan ya da dolaylı etkileyişlerle gündelik hayatımızı düzenleyen insanları, örneğin kitle iletişim araçlarını kastediyorum. (...) Şimdi, '68 Mayısı'na dönerek; yetersiz, aşırı kuramcı bir sözcük dağarcığının ötesine geçerek sormak istiyorum: Olan bitenin, genel olarak, gençlik kültürünü ve kimi toplumsal tabakaları etkisi altına alan iktidar biçimleri ağına karşı yapılan bir ayaklanma olduğunu bugün kim reddebilir? Benimkini de içine alan bütün bu farklı deneyimlerden tek bir sözcük çıkıyor ortaya. Görünmez mürekkeple yazılmış, doğru kimyasal madde eklendiğinde sayfada çıkabilecek olan bir mesaj gibi.  O sözcük iktidardır.[15]

Bir önceki paragrafta ortaya koymaya çalıştığımız, Foucault’nun kendi çalışmalarına işaret ederken, bence postyapısalcılıkla 68 arasındaki bağı da kurduğunu düşündüğüm bu yakınlık ne anlama geliyor? Radikal siyasetin dayandığı paradigmanın değişmesi diyebilir miyiz? Modernist radikal siyasetin hapsedici dünyasından postmodern radikal siyasetin “anarşik” dünyasında geçtiğimiz söylenemez mi?

Anarşizmin, solun tarihinde ihmal edilmiş, eleştirileri ciddiye alınmamış, katabilecekleri göz ardı edilmiş kayıp bir çığlık olmasının bedelini Sol, “reel sosyalizmin” acı deneyimiyle ödemiştir. Başlangıçta kaybedilmiş imkanları yoklamak için marksimde en başından beri ters giden şeyin ne olduğunu ortaya koymaya ve böylece gizli tarihi “yeniden” yazmaya çalışmak yerine her seferinde kazananın, muvaffak olanın tarihinden bakarak anarşizmi olduğu gibi şimdi de post teorileri dışlamaya çalışan bir marksizm var. Post teoriler ilk bakışta politik bir program, dünyayı dönüştürmek için hazır bir rehber sunmayabilir ama içindeki bir başka geleneğin sisteme yönelik eleştirisini en ileri noktasına kadar taşıyıp, gücü ele geçirmeye dayalı siyasetin dayanaklarının altını oyuştur. Bunu yaparak marksizmin bütün büyük iddialarını bir bir boşa çıkarıp günümüzün alternatif küreselleşme hareketi ya da yeni toplumsal hareketler içinde yer alan öznelliklerin, sürekli hareket halinde, kendini yenileyebilen, anti-otoriter, hiyerarşi içermeyen örgütlenmelerinin önünü açmıştır.

Günümüzün sol radikal siyasi atmosferine bakıldığında marksizmin yürüyen mücadelelere öneriler getirebilecek somut bir siyasi gerçeklik olarak değil, kafaları o eski ezberlerle karıştırmak için türlü retorik numaralar çeviren eski bir “tanıdık” söylem olarak ortalıkta dolaştığını görüyoruz. Postmodenizmi eleştiren marksistlerin gördüklerini sandıkları apolitizm, aşkın bir siyasal egemenlik yoluyla, devlet yoluyla, parti yoluyla toplumu dönüştürmek isteyenlerin bilmediği bir yeni siyasal dilin oluşmasıdır. Kendilerine tanıdık gelmeyeni böylece damgalarken baktıkları yer akademinin duvarları arasındaki çalışmalar olunca, dışlananların kendilerini bastıran dile başka bir dille karşı koymaya başladığını da haliyle göremiyorlar.

Hareketsiz zamanlarda insanların elini kolunu bağlayıp siyasetten uzaklaşmalarına yola açan, post teorilerin kafaları karıştırması değil, marksizmin her seferinde bireyi ezen bir siyasal kültür geliştirmesi olabileceği nedense akla gelmiyor. Post teoriler ve anarşizm, her ikisi de marksizmin eski ve yeni düşmanları olarak, farklı biçimlerde ve giderek yolları kesişen çatallaşan bir pratikler boyunca yeni siyasi öznelliklere doğru birlikte siyasileşmekteler.

İnsanların gerçekte kapitalizme ya da modern yaşamın çeşitli varoluş biçimlerine karşı muhalefet etmeyi bıraktığı da çoğunlukla marksizmin bir kurmacasıdır. İnsanlar marksizmin şemsiyesi altındaki mücadele biçimlerini terk ettiklerinde mücadele etmeyi terk ettikleri anlamına mı geliyor? Şimdi bir marksistin “ama biz sınıf mücadelesinden bahsediyoruz ve insanlar sınıfsal mücadelesini terk ediyorlar” dediğini duyar gibi oluyorum. Bu durumda tam da az önce bahsettiğim radikal siyasetteki paradigmatik dönüşüm ve marksizmden kopuş sürecinin kolektif siyasal öznelliklerden parçalı ve merkezi bir tema etrafında birleşmeden birlikte var olabilen siyasal öznelliklere geçilmesine yol açtığını anarşistler arasında da postmodern düşüncelerden bakanlar arasında kabul edilebildiğini sandığım bir durum. Kolektif öznellikler olarak sınıf mücadelesi, devleti ele geçirmek isteyen bir devrimci paradigmanın ürünüydü. Devleti ele geçirmek ya da dönüştürmek istemeyen, tam tersine devletsiz bir ilişki biçimini, gündelik hayat yapılarını, kültürü, yaşam deneyimlerini dönüştürerek toplumsal dönüşümü daha geniş bir sahaya, tüm toplumsala yaymak isteyen bir siyaset biçimi ise zaten bütünleştirici kolektif öznellikleri terk etmek anlamına gelecektir. [16]

Marksizmin anarşizm karşısında, geçmişte ve şimdi de biçim değiştirerek devam eden tavrı ile postmodern düşüncelere karşı süren tavrı arasındaki, farklı siyaset imkanlarına kapıları kapatmak istemesinden kaynaklandığını düşündüğümüz sürekliliği bir çerçeve halinde ortaya koymaya çalıştık. Bu sürekliliğin kendi düşünsel temellerini  her seferinde başa dönerek yeniden kuran ve bu yüzden de zorunlu olarak kurucu öncüllerini aşamayan bir teoriden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Böyle bir teori, kendi iktidarını kurarken aynı zamanda iktidarın teorisini de kuruyor.

Yeni bir siyasi dil

Bu yüzden de Modernlik karşısındaki eleştiriler modern toplumu, kurumlarını, siyasi iktisadi yapılarını, gündelik hayattaki çeşitli yönlerini eleştirirken bunları inşa eden felsefi yapıları da yapıbozuma uğratarak mücadele sahasını genişletiyor. Bu artık sadece modern kapitalizmin bünyesinde verilen bir mücadele olmakla kalmayıp otoritenin, tahakküm ilişkilerinin, temsili siyasi yapıların, dışlama ve kapatma mekanizmalarının ve dildeki iktidar ilişkilerinin kurucu köklerine kadar geri gidiyor. Postfeministlerin bütün bir Batı felsefesinin tarihinin yeniden yazılmasını talep etmeleri; eril olmayan bir yazı dili aramaları; postkolonyal düşüncenin tarihin sömürgeci yazımının yerine avrupa-merkezci olmayan bir yeniden yazımını talep etmesi; Foucault’nun soykütük çalışmalarıyla kapatıcı kurumlarda özne inşa etme süreçlerine dair çalışmaları; Deleuze ve Guattari’nin hiyerarşik olmayan bir ontoloji kurma çalışmaları... Hepsinde ortak bir yan var: Hakikati tek bir kapsayıcı, tümdengelimsel sistem içine toplayan anlatıları bozarak yerel hakikatleri açığa çıkarmak; tekil bir olayı aşkın felsefi soyutlamalarla genellemelerle ele almak yerine onun ampirik gerçekliğini göz ardı etmemek. Başka bir deyişle: her yerde yaşanan farklı yaşam deneyimlerini ve toplumsal pratikleri tek bir teorik sistem içine toparlayarak onu temsil ettiğini iddia eden büyük bir sistem yerine daha yerel, daha parçalı, daha somut verilere dayanan ve her seferinde bakış açısını yenilemeye, farklı açılardan bakabilmeye açık, kendi tespitlerinin kesinlikler değil yorumlar olduğunu kabul edebilecek ve hepsinden önce Deleuze’ün Foucault ile ilgili olarak söylediği gibi “başkaları adına konuşmanın utanç verici birşey olduğunu”nu öğrenmekte olan bir dile, yeni teorilere gereksinimimiz var. [17] Delezue’e göre böyle bir Teori, “... tam anlamıyla bir alet edevat kutusu gibidir. Gösterenle hiç ilişkisi yoktur... hizmet etmesi gerekir, işlemesi gerekir. Kendisi için değil. Bu teoriden yararlanacak insanlar (başta teorisyenin kendisi olmak üzere –ki bu durumda teorisyen olmaktan çıkar) yoksa teori hiçbir işe yaramaz. Ya da henüz zamanı gelmemiş demektir. Bir teoriye geri dönülmez, başka teoriler yapılır veya yapılacak başka teroiler vardır. ... Teori kendini bütünleştirmez, çoğalır ve çoğaltır. Doğası gereği bütünleştirmeler gerçekleştiren iktidardır ... Teori doğası gereği iktidar karşıtıdır”[18]

§   





[1] Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bkz. Paul Thomas, Marx ve Anarşistler, çev. Devrim Evci, Ütopya Yayınları, 2000. Bir marksist olan Thomas’ın bu kapsamlı çalışması, Marx ile Stirner, Proudhon ve Bakunin arasındaki entelektüel ve siyasal çatışmayı bütün ayrıntılarıyla resmetmesiyle başka kaynaklarda da referans olarak verilir. Kitabın tümü boyunca doktriner bir tutum almaktan çok her iki tarafın polemiklerindeki hamaset tonuna kendisini kaptırmaksızın metinleri dikkatle inceler, sonunç olarak yine Markx’ın  tezlerini felsefi düzeyde savunur. Ancak anarşistlerin eleştirilerinin hiç de yabana atılamayacağını da en azından ortaya koyar. Tabii o kitapta söz konusu edilen anarşizmin kaynakları arasında görülen düşünürler olduğundan ötürü bugün söz konusu tartışmayı entelektüel düzeyde kimin kazandığı ya da kaybettiği çok da önemli değil. Çünkü Thomas kitabını marksizmin gücünü henüz bu kadar yitirmediği, Sovyet sisteminin de ayakta olduğu buna karşın anti-otoriter nitelikli Yeni Sol’un etkinliğini yitirdiği sahneden çekildiği bir dönemde yazmıştır (1980). Bu açıdan bakıldığında kitap aslında anti-otoriter sol hareketin büyümesinin yarattığı tedirginliğin bir savunma mekanizması olarak da görülebilir. Hem anarşistlerin tezlerini dikkate alan ama ‘son tahlilde’ onları yanlışlayan bir tavır. Bu tür bir marksizm okumasının ortodoks ezberi bozduğu açık. Ancak marksizmin otoriter dogmalarının tamamen sarsıldığı dönemlerde anarşizmin ve anti-otoriter toplumsal muhalafet hareketinin getirilerini içselleştirirken bunları manipüle etmek ya da yok saymak gibi bir eğilim göstermesi de çok sık doğrulanan bir olgu.

[2] Çaşdaş marksizmin bazı temsilcilerinin kendileri çizgilerini marksizm içinde tanımlamalarına rağmen Sovyetler Birliği deneyimini marksizmin bir yozlaşması olarak gören heterodoks marksistler burada marjinal kalıyor. Zaten kimi durumlarda kendilerini böylesi bir marksizmden iyice ayırmak için daha farklı isimler tercih edebiliyorlar. Ancak yine de marksizm denildiğinde devletçi sosyalizm, tek bir gövde içinde bütünleştirilmiş hiyerarşik siyasi örgütlenmeler ve tek bir ana tema üzerinden yürüyen siyasi programların dışında birşeyin anlaşılmasını sorunlu buluyorum. Marksizmin bu olmadığını söylemek kötü niyet taşımıyorsa eğer, o halde iyi niyetli bir ana akımdan sapma olsa gerek. Eğer Marks’ın Komünist Manifesto veya Paris Komünü’nün başarıları ve hataları üzerine tezler koyduğu Fransa’da İç Savaş gibi metinlerinde belirginleşen siyasal düşünceleri bu sözünü ettiğimiz devletçi sosyalizm değilse, tam Ekim Devrimi’nin şafağında Lenin’in Devlet ve Devrim’de özellikle bu iki kitaptaki tezleri alıp geliştirerek devletin ele geçirilmesi teorisini, günün sorunlarıyla birlikte marksizmin kaynağına bağlı kalarak somutlaştırması başka türlü nasıl açıklanabilir, Lenin’in marksizmi çarpıtmasıyla mı?

[3] K. Marx F. Engels, Anarşizm Üzerine, çev.: Sevim Belli, Sol Yayınları , Ankara, 1999.

[4] Alman İdeolojisi’nde Stirner sol Hegelciliğin en uç örneği olarak ele alınır. Ne var ki Stirner’in aslında bir Hegelci değil aydınlanma felsefesine, hümanizme, liberalizme, otoriter sosyalizme felsefi itirazlar geliştiren, siyasi olarak bir çıkış gösteremese de Hegel’in aşkın metafiziğinden bir çıkış yolu gösteren, böylece daha sonra Nietzsche, Delueze, Foucault gibi düşünürleri önceden haber veren bir düşünür olduğuna dair yakın dönemli tartışmalara da dikkat etmek gerekiyor. Bu konuda bkz: Saul Newman, “Devlete Karşı Savaş: Stirner ve Deleuze’ün Anarşizmi” çev. Kürşad Kızıltuğ, Davetsiz Misafir Dergisi, İlkbahar Yaz 2004, s. 70-76.; Saul Newman, “Stirner ve Foucault: Post-Kantçı Bir Özgürlüğe Doğru” çev. Kürşad Kızıltuğ, Davetsiz Misafir Dergisi, Sonbahar 2004, s. 62-69.; Andrew Koch; “Max Stirner: The Last Hegelian or the First Poststructuralist” Anarchist Studies 5 (1997): 95-107.

[5]1 Bkz: Theodor Adorno & Herbert Marcuse, “Alman Öğrenci Hareketi Üzerine bir Mektuplaşma”, Defter, çev.: Ahmet Doğukan, yaz 1999, sayı: 37, 115-131.

[6] Neo-Marksizmin karmaşık özgürlükçü iddialarının eleştirisi için bkz.: Murray Bookchin, “Neo-Marksizm, Bürokrasi ve Politik Topluluk Üzerine”, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2000; alıntı s. 205.

[7] John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, çev.: Pelin Siral, İletişim Yayınları, 2003, s. 21.

[8] Örneğin Negri ve Hardt’ın küreselleşme karşıtı harekete belli ölçüde yer ayıran Çokluk’ta anarşizmin yalnızca üç kez geçmesi, çağdaş anarşist harekete ve yazarlara dair hiçbir araştırma yapmadan ve anarşizmi temsil edici bir figür olarak Bakunin’in yazılarını kanıt göstererek “...anarşistler de yeni bir demokrasi ya da temsil anlayışı önermeyi başaramıyor” iddialarının hem de bir dipnotta geçiştirilmesi manidar. Bkz: M. Hardt & A. Negri, Çokluk - İmparatorluk Çağında Savaş Ve Demokrasi, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2004 s. 269.

[9] Bkz. Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi?, çev.: Deniz Aytaş, Kaos Yayınları, 1998. ve “Komünalist Karar Anı”, çev.: Sezgin Ata, Toplumsal Ekoloji Üç Aylık Politika ve Kültür Dergisi, Bahar 2002. Burada hemen altını çizmemiz gerekir: Bookchin ve Zerzan’ı bir arada anan bu karşılaştırma her ikisinin de benzer bir sistem kurduklarını iddia ettiğimiz imasını doğurmamalı. Zerzan’ın gittikçe anti-demokratik, somut hayatın içindeki özgürlük imkanlarını araştırmaktan kaçan soyut düşüncelerinin benimseyebileceğim herhangi bir yönü yok. Oysa Bookchin’in söylediklerindeki çok önemli unsurları göz ardı etmek, klasik anarşizmden günümüze şimdiye kadar çatılmış  en gelişmiş ve sofistike anarşizmlerden birinin özgürlükçü bir harekete katacaklarını ihmal etmek olur. Bookchin’in sorunu bana göre kurduğu sistemin terimlerini Hegel-Marx çizgisindeki diyalektik tarih felsefesi üzerine inşa ederek, eleştirisinde çok yol kat ettiği modernliğin, aşkın düşünce geleneğinden tam anlamıyla kopamamış olmasıdır. Bu yüzden de anarşizme yakınsayabilecek düşüncelere mesafe koyarken, anarşizmin topumsal boyutunu vurgulamak adına onunla kan uyuşmazlığı içindeki bir düşünce geleneğiyle irtibata devam eder. Oysa Kropotkinci anlamda eğer komünist gelenek özgürlükçü ve devletçi komünizm geleneği olarak iki uzlaşmaz çizgide akıyorsa, özgürlükçü bir komünizmin aşkın devlet egemenliğini tesis etmek için formüle edilmiş Hegel-Marx ontolojisi ile bir alışverişi olmamalı.

[10] Bkz.: John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çev.: Cemal Atila, Kaos Yayınları, 2000.

[11] Bu iddia aşırı bir atıp tutma gibi görünebileceğinden ötürü bazı örnekler vermek gerek: Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in eserlerinin büyük bölümü başka düşünce ve siyasetlerin eleştirisi üzerine kurulmuştu, bunu eserleerin adına bakarak bile görebiliriz: Marx’ın 1843’de yazdığı Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, 1845’de Engels’le birlikte sol hegelci çevrenin eleştirisi olarak yazılmış olan Kutsal Aile Ya Da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, 1845’te klasik Alman felsefesini, Ludwig Feuerbach’ı, Sol Hegelcileri ve Max Stirner’i eleştirmek için yazdıkları Alman İdeolojisi, Marx’ın 1846’da Proudhon’un Sefaletin Felsefesi adlı kitabını eleştirmek için yazdığı Felsefenin Sefaleti, Marx’ın 1860’ta bu kez Karl Vogt’u eleştirmek için yazdığı Bay Vogt. Marx ve Engels’in bugün tüm düyada sosyalist hareketin amentüsü olarak okunan eserleri Komünist Manifesto’nun ikinci yarısı da tamamen başka sosyalizm biçimlerinin eleştirilerini içerir. Benzer şekilde Engels’de bu belagatli polemik yazınına epey katkıda bulunmuştur. Bugün hâlâ diyalektik ve tarihsel temel düşüncelerinin toplu bir kılavuzu gibi okunabilecek kadar kapsamlı bir kitap olan, ve kendi tezlerini bir başkasının tezlerini eleştirirken ortaya koyan Anti-Duhring: Bay Eugene Duhring Bilimi Altüst Ediyor (1878), Yeni Kantçıları ve Hegelcileri eleştirirken diyalektik materyalizmin felsefesini ortaya koyan Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felesefesinin Sonu, ve Bakunin’e karşı yazdığı polemik broşürler yazılar. Lenin için de durum son derece ateşli bir siyasi boyut arzeder, gençlik dönemindeki bütün eserleri rus narodnik hareketinin tezlerini eleştirmek için yazılmıştır. İkinci Enternasyonal’de Kautsky’nin, Bernstein’in eleştirildiği Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Alman komünistlerinin eleştirildiği Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Ernst Mach ve Richard Avenarius gibi felsefecilerin düşüncelerinin Rus Sosyal Demokrat İşçi Hareketi içinde yayılmasına karşı siyasi bir polemik olmayı hedeflemiş olan Marksizm ve Ampiriokiritisizm... Ve başından beri bir polemik yazın olarak şekillenen marksizm bugüne kadar bu tür sayısız örnek vermiştir.

[12] David Riazanov, Marx ve Engels Hayat ve Eserlerine Giriş, çev.: Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, 1990, s. 118.

[13] Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, çev. Uygar Abacı, Literatür 2004.
[14] Konsey komünizmi ve 68 hareketinde bu tür düşüncelerin yeniden canlanması konusunda fikir verici bir marksist çalışma olarak bkz: Gilles Dauvé-François Martin, Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı, Çeviren: Bora Sarayova, Sel Yayınları – Mart 1999. Bu kitabın tam metnine aynı zamanda şu internet adresinden de erişmek mümkün: http://www.geocities.com/CapitolHill/Lobby/3909/et/  Yazarların şu cümleleri devletçi parti komünizmiyle aralarında ne kadar keskin bir yarık olduğunu ortaya koyuyor: “Ne var ki, biz "komünist" ve "komünizm" sözcüklerini, Ondokuzuncu ve Yirminci Yüzyıllarda Marx, Johan Most, William Morris, Sylvia Pankhurst ve İspanya'daki anarşist-komünistlerin en radikal unsurlarının kullandıkları anlamda ve onlarla bir tarihi devamlılık içinde kullanıyoruz. Aynı zamanda biz, yirminci yüzyılda "komünist" adını alan kapitalist partilerle hiçbir ortak yanımız olmadığını da netleştirmek istiyoruz. Bu partiler ve devletler, dünyanın belli bölgelerinde, geleneksel Batı Avrupa tipi burjuvazinin kendi görevini yerine getirmek için çok zayıf olması nedeniyle, kapitalist ekonomiyi geliştirmenin araçları olmaktan başka hiçbir şey ifade etmezler. Bu vesileyle, tüm Stalinist, Maoist, Marxist- Leninist, Troçkist ve Guevarist partilere ve onların çanak yalayıcılarına karşı olduğumuzu ilan ediyoruz. Bize göre komünizmin anlamı, ücretli emeği, tüm devletleri, tüm ulusları yıkmak ve dünya çapında bir insan cemaati yaratmaktır.” Kitabın tanıtım metninden.

[15] Michel Foucault, Marx’tan Sonra, çev. Gökhan Aksay, Çiviyazıları 2004, s. 151-152.

[16] Modernist sol siyasetin krizi,e bunun kapitalizmin geçirdiği değişimler ve toplumsal yapıdaki geçişlerle ilişkisi, yeni toplumsal öznellikler ve sol radikal siyasetin geçirdiği değişimlere dair bir yaklaşım için bkz: Yaşar Çabuklu, Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset, Kanat Kitap, 2004.

[17] “Michel Foucault ve Gilles Deleuze arasında bir konuşma / Entelektüeller ve İktidar”,  çev. Işık Ergüden, Varlık Dergisi Nisan 2000, s. 17. Aynı çeviri daha sonra Michel Foucalt’nun Entelektüelin Siyasi İşlevi, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2000 içinde yayınlanmıştır. Ayrıca böyle bir dil arayışının anarşist bir doğrultuda Türkçe’deki ilk örneği olarak bkz. Süreyyya Evren - Rahmi G. Öğdül, Bağbozumları; Kültür, Politika ve Gündelik Hayat Üzerine, Stüdyo İmge, Mart 2002.

[18] Foucault, a.g.y.

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...