8 Aralık 2014 Pazartesi

Hayır, dini inançlarınıza saygı duymuyorum!

İnandığı dinin oluşumuna, gelişimine ve toplumsal sonuçlarına dair, dinsel imana dayalı olmayan eleştirel düşüncelerle karşılaşınca kalbi kırılan ve saygısızlığa uğradığını düşünen insanlar oluyormuş.
Meseleye bir de şöyle bakalım: bir dindarın (hangi dine mensup olduğu hiç fark etmez) dünyayı Tanrının yarattığına inanması ve hepimizin -inancı hangisi ise ona göre- bu inancın gerektirdiği şekilde ibadet etmemizi, bir dizi kutsal kabul edilen metindeki kurallar manzumesine göre yaşamamızı söylemesi, bunu evrensel bir kural olarak dayatması, bu kuralların bir kısmına uymadığımız ya da bu inancı tümüyle reddettiğimiz durumda da kafasına göre sıfatlarla yargılaması, hakaret etmesi, hatta şiddet uygulaması ve hatta bunun için insan öldürme hakkını kendinde görmesine ne demeli? 
Ben kırılmıyorum bunlardan ötürü, hiç de şahsi algılamıyorum açıkçası! Din(ler) denilen olguyu mitoloji, savaş, aile, siyasal örgütlenme, ekonomik örgütlenme, sanat, beslenme kültürleri gibi birer sosyal kültürel olgu olarak görüyorum. Hiçbirisi evrensel değil, hiçbirisi zaman mekan içinde şekillenen özgün koşullardan bağımsız değil. 
Tanrı fikrine inanmanın, başka pek çok yanlış fikir gibi, yaygın olan bir fikirden ibaret olan bu zihinsel tasarımın, varlığın bütünlüğünün tek ve değişmez açıklaması olduğuna inanmanızı her ne kadar sorunlu görsem de buna inanan insanlarla kurduğum çok sınırlı sosyal ilişkiler ya da karşılaşmalar içinde onlara saygısızlık yapmıyorum asla. 
Yine de bu zayıf fikri takip eden düşünme biçimlerinin, davranış düzenlemelerinin, kolektif duyguların, ardı sıra ortaya çıkmış sosyal kuralların, insan aklının evreni anlama kapasitesini, kolektif yaratıcılığını ve kurucu gücünü hafife alan, küçümseyen hatta açıkça insanın bu dönüştürücü potansiyeline hakaret eden ve bunu durdurmak için ortaya çıkmış bir düşünme biçimi, habis bir fikir olduğunun altını çizmek isterim.
Bu yüzden inançlı insanlar, inandıkları dinsel fikirlerin akıldışılığı, zayıflığı, yüzeyselliği, ampirik dayanaksızlığı, mantıksal çelişkileri, çürütülebilirliği, yalnızca duygusal bağlılıktan ötürü sürüyor olması, kültürel bir kimliğin hayata geçilmesinden başka bir şey olmadığı, geçmişten bugüne farklı kültürler arasında transfer edilen evren ve doğa hakkındaki fikirlerle gündelik yaşamı düzenleyen adetlerin derlenip toparlanarak evrensel bir bilgi olarak sunulmasından ibaret kılındığı, hiç de sağlıklı olmayan psikolojik ihtiyaçlara karşılık geldiği gibi konularda çeşitli alternatif açıklamalar duyduklarında bu kadar kırılgan olmasınlar derim. Zira şeceresi de apaçık olan bu zayıf fikir (Tanrı fikri) ve onun etrafındaki tamamlayıcı yamaların (farklı dini inançlar) evrenin tüm gerçeğini açıklayan değişmez hakikatler olarak sunulmakla kalmayıp bir de zorla dayatılması kibrin ve küstahlığın zirvesidir. Üstelik her dinin mensuplarının inanç ve fikirleri, dünyada epey çok sayıda insanın ezilmesine, sömürülmesine, aşağılanmasına, katledilmesine, hapsedilmesine hizmet ediyorken...
Perspektifi tersine çevirince vaziyet işte böyle görünüyor. Peki sizden ateist, deist, agnostik ya da dinsizlere saygı talep ediyor muyum? Hayır, açıkçası kendinizinkinden başka bir fikre kendinizinki kadar kıymet verecek ve saygı duyacak fikrî olgunluğa eriştiğinizde dini inancınızı da bir kenara bırakacak kadar eleştirel algılarınızın açılacağı tekrar tekrar doğrulanmış bir veri olarak ortada.
Dini dogmaların, başka fikir ya da inançlara saygı duyarak sürdürülmesi olanaksız ve kendi mantığına terstir. Bu sebepten saygı duymamanıza hiçbir itirazım yok, dinin tabiatı budur. Bu durumda saygı beklemeniz de aslında sadece kendi düşünce düzeninizin hegemonik olmasını istemenize, ama bunu hegemonik kılacak ikna ediciliğiniz ya da yaptırımınız olmamasına dayanıyor. Böylelikle liberal çok kültürcülük çağının tüm kimliklere eşit mesafede durma safsatasını lehinize kullanmak işinize geliyor ve saygı talep ediyorsunuz, üstelik de din dışı hiçbir düşünme biçimine ve kendi inandığınız dışında başka dinlere hiç de saygı duymadığınız halde! 
İnandığınız fikirlere ve bu fikirlerin yeryüzünde yayılmasına, sürdürülmesine, kurumsallaşmasına çaba sarf eden, misyonu bu olan, bu işe gönülden bağlanmış ya da bu işi mesleği edinmiş kişilere en ufak bir saygı duymuyorum. Bu fikirlerin yeryüzünden silinmesi, itibarsızlaştırılması, etkisizleştirilmesi için çaba sarf edeceğimi de açıkça beyan ediyorum. İnançlarınızın bıraktığı habis etkilerin, insan hayatına ve doğaya hiçbir yararı olmayan bu gibi zararlı ve zayıf düşünme biçimlerinin yaşantımdan ve başka insanların yaşantısından çıkarılması, geçersiz kılınması için ilk gençliğimden beri kişisel çapta gayret ettim, etmeye de devam edeceğim. En azından bu gibi fikirlerin ve inançların semtime uğramaması için her zaman uğraşacağım. Haliyle siz inançlıların inançlarınızı, bulunduğum ortamda yaşantımın orta yerine boca etmenize elbette hiçbir saygım olmayacak.
Bu yüzden mırın kırın ederek ikiyüzlü bir şekilde inancınıza saygı talep etmeyi bırakın. Sahte bir nezakete karşılıklı olarak hiç ihtiyacımız yok. Sadece sizinkine değil, hiçbir dini inanca ve ondan yola çıkan dinsel fikirlere saygı duymuyorum. 

1 Ekim 2014 Çarşamba

Kürt hareketinde paradigma dönüşümü üzerine not:

Küresel ölçekte tüm silahlı ulusal kurtuluş hareketleri çağını doldurdular. Köylü sınıfına ve kent yoksullarına yaslanan ve gerilla savaşı vererek siyasal egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi sürdüren hareketler tarihsel devrini tamamladılar. Bu köklerden gelen siyasal hareketler ya dönüşmek ya da yerini başka ideolojik referanslarla yola çıkan hareketlere terk etmek zorunda kaldılar. Filistin'de ve tüm Ortadoğu'da gerçekleşen böyle bir dönüşümdü. Seküler sol bir güç olan FKÖ, hegemonyasını kaybederek yerini İslamcı bir hareket olan Hamas'a bıraktı. PKK ise, hem seküler bir çizgide kalma ısrarı hem de sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin sınırlarından çıkmakta kararlı tutumuyla, gerilla hareketleri arasında öncülüğünü Zapatista'ların yaptığı bir dönüşüme -bazı yönleriyle- benzer bir yol izlemekte. Rojava'daki süreç muhtemelen Zapatista örneğine biraz daha yakın.

Eğer Öcalan, bu dönüşümün ideolojik inşasını gerçekleştiren bir entelektüel mesai yapmasaydı, hareketin siyasi ve ideolojik önderliği eski ideolojisinde kalsaydı, muhtemelen PKK etkinliğini kaybedecek ve yerini ya milliyetçi Kürt örgütlerine bırakacaktı ya da Kürt İslamcıları kendi hegemonyalarını kuracaktı.

Ne var ki bu ideolojik dönüşüm sürecini Öcalan'ın kişisel becerisi, siyasal dehası olarak da yorumluyor bazen yurtsever arkadaşlar. Ben daha çok dünya sisteminin mecbur bıraktığı bir sıkışmanın, ve tabanda yaşanan toplumsal dönüşümün yol açtığı bir siyasal-ideolojik krizin içinden çıkmak zorunda olmasına bağlıyorum. Artık siyasal bağımsızlık peşinde koşan bir ulus devlet arayışı ya da talebi, özgürleşme olarak görülemez. Tersine küresel kapitalist sistem içinde tabi bir konuma talip olmaktır. Zira ulus devlet, sermayenin dünya sistemi içindeki yerel faili olarak iş gören, küresel tabiyet sistemi içinde yer alan bir zor gücünün örgütlenmesidir.

Buna karşın eş zamanlı olarak, Kürt siyasal hareketlerinin doğurduğu mobilizasyon, tek siyasal hedefin ulusal kimliğin tanınması etrafında tarif edilemeyeceği yeni yeni siyasal (gençler, kadınlar, Kürt emekçi sınıfları, lgbtt bireyler gibi) öznelliklerin de ortaya çıkmasına dolaylı olarak sebep oldu -bu eş zamanlı olarak küresel kapitalizmin ve neoliberal dönüşümün yol açtığı bir süreçti. Kürt toplumu, sadece 80'lerdeki yoksul tarım proleterlerinden ya da kent yoksullarından oluşmuyor artık. Hatta Öcalan'ın hapiste yeni okumalar yapmasını sağlayan basınç muhtemelen Kürt hareketi içindeki yeni kuşaktan geldi.

Ama bu dönüşüm tek taraflı olarak yalnızca tabandan gelseydi, yani sosyalizmin ve sömürge karşıtı milliyetçiliğin tarihsel krizini doğru okuyan Öcalan'da da karşılığını bulmasaydı, Öcalan mitine gönülden bağlı unsurlar tarafından muhtemelen dışlanacak ve bu tür bir eğilim hareketin davasına ters düşen bir liberalleşme olarak görülecekti belki de. Ama önderliğin etki gücünü kullanarak yukarıdan gelen ve aşağıdaki ihtiyaçları da karşılayan bir dönüşüm motivasyonu, hem onun hareket içindeki hegemonyasını korumasını hem de hareketin tarihsel ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladı ki bu da hareketin bütünlüğünün bozulmasını engelleyebildi böylelikle. Bu bakımdan, sonucu açısından hayırlı bir dönüşüm diyebiliriz buna, çünkü hem Kürt özgürlük hareketinin siyasal bütünlüğünü ve TC'ye karşı etkili mücadelesini sürdürmesini sağladı hem de Yeni Sol ve özgürlükçü teorilerin, yeni özgürlükçü mücadele hatlarının Kürt hareketiyle organik ilişkiler içerisinde, Kürdistan'da hayat bulmasına yol açtı. Bu yüzden de hareketin reel siyaset ve özgürlükçü siyaset arasındaki gerilimleri çözmeye çalışan ama aynı zamanda tutarlı da kalmaya gayret gösteren bir yol izlemekte olduğunu gözleyebiliriz. Bu sayede Kürt siyasal hareketi, hem Türkiye'deki siyasal iktidarın etkinlik alanının daralmasına hem de özgürlükçü siyaset alanının genişlemesine büyük bir güç sarf ediyor.

Kısaca hareketin geleneksel marksist leninist doğrultudan çıkarak ideolojik paradigmasını değiştirmesi, kendisini bir tarihsel yenilgiye mahkum olmaktan korumasına ve çağdaş toplumsal hareketlerle doğrudan bağ kurarak komünalist özgürlükçü bir doğrultuya girmesine olanak sağladı. Bu dönüşüm süreci halen hareket içinde devam ediyor ve farklı siyasal paradigmalar arası gerilim ve çatışmalar da hareket bünyesinde dışavuruyor sürekli olarak. Kimi zaman soldan bakıp hareketi bir gerileme içinde görenler ya da anarşist görüşten bakıp hareketi yeterince özgürlükçü görmeyenler harekete dışarıdan bir eleştiri yöneltiyorlar. Ancak sorun, hareketin içkin dönüşüm sürecinde ne doğrultuya gitmekte olduğu ve siyasal önderliğin de bu teorik-politik yeniden inşaya neden gerek duyduğunu takdir edebilmektir.

Cehalet ile Aptallık arasındaki farka dair

Kentli ve eğitimli gözüyle bakınca cahil kalmış görünen birisi, aslında çoğunlukla emeğiyle geçinmek için mücadele eden ve çok kısıtlı koşullarda yaşayan birisidir. Onun için temel bilgi hayatta kalmanın bilgisidir. Bu noktada son derece donanımlı olmak zorundadır. Başka şansı da yoktur. Ama ufkunu kendi yaşamının dışına doğru geliştirilecek olanaklara sahip değildir. Bunun daima bilincindedir, mütevazıdır. Sınırlarını bilir. Bu yüzden cahillik ayıplanamaz. Cahillik aşağılanamaz. Cahillik ile dalga geçmek suçtur. Çünkü cehalet emeğin sömürüsünün yol açtığı en büyük yoksullaştırma biçimlerinden birisidir. Açlık gibidir. Yiyecek ekmeği olmama halidir.

Aptallık ise elinde bilgilenme, araştırma, sorgulama olanakları olduğu halde sırf konforunu bozmak istemediği için yavan düşüncelere teslim olma halidir. Edindiği mesleki, sınıfsal, kültürel, siyasi ya da yaşından gelen bir statünün sebep olduğu sabit bakış açısını değiştirmek için hiçbir zahmete girmeyen kişilere mahsus, çoğunlukla kibire eşlik eden yavan düşünce ya da ufuksuzluk halidir. Hayatta kalmanın bilgisi ile sınırlanmadığı halde düşüncenin farklı konumlara doğru hareket etmesine yönelik içsel bir direncin baskısıdır. Kendi baktığı yerden, hayatı sürdürmek için yeterli gördüğü bilgisi ve deneyimi ile kendisini güvenlikte hissettiren sabit bir konumu benimsemektir. Kültürlü, eğitimli, mesleki açıdan donanımlı, akademisyen veya yazar sıfatlı kişiler arasında aptalca fikirlerin ya da aptalca akıl yürütmelerin yaygınlığı özellikle de sığ indirgemeci polemiklerle kendisini gösterir çoğu kez. Aptallık kendini zeki göstermenin retorik araçlarına sahip olan zihin konformistleri için en korunaklı limandır. Minimum enerji sarfiyatı ile maksimum gösteriş yapabilirler. Hem en ufak bir yenileme, geliştirme gereği duymadan biteviye tekrarladıkları ezberlerini sunmaları hem de önemli şeyler söylüyor görünmeleri bu sayede mümkün olur. Aptallığın alameti düşünceyi akıl yürütme sürecinden koparıp sığ betimlemelere, amblemlere, sloganlara indirgemesidir. Aptallık despotça yargılara eşlik eder.

Aptallığın pornografik bir şehvetle sergilenmesi, herkese yapılan bir aşağılamadır. Kimsenin aptallıklarını "bu da benim fikrim" diye başkalarının üstüne, sorulmadan boca etmeye, aptallığıyla rahatsızlık vermeye, can sıkmaya, vakit ziyan etmeye hakkı yoktur.

Aptallık bir hak değildir. 

9 Şubat 2014 Pazar

Androjin olabilir miyiz?

Androjin olabilir miyiz diye sormuştu bir arkadaşım, sorunun ilham verdiği uçuşan düşünceler: 

Cinsiyet kimliklerimizce dışsal olarak belirlenmiş duygularımızı ve fikirlerimizi yeniden yapılandırabilirmişiz gibi geliyor bana. Bunun için birbirimize yardım edebileceğimizi düşünüyorum. Açığa çıkarmaktan ya da keşfetmekten korktuğumuz kadınlıkları keşfetmek ya da sürekli dış cephemizde görünmek zorunda olduğumuz erkeklik elbisesinden gıdım gıdım da olsa soyunabildiğimiz özgür ya da özerk ilişki alanları yaratabilmek de mümkün.
 Hem erkek hem kadın olabilmek; elbette her an konum değiştirip öbürüymüş gibi yapmak anlamında değil, ötekini icra etmek meselesi ya da bir trans-gender geçiş meselesi de değil bence.
Kadınsı fikirler ve erkeksi fikirler, kadınsı duygular ve erkeksi duygulara şeklinde ikili cinsiyet kalıplarıyla çitler oluşturan dünyaya inat, kendimizi kadınlaştırabilmeliyiz ve erkekleştirebilmeliyiz diye düşünüyorum. Sadece kadınlığa atfedilen ve kadınlarca olumlu görülen nitelikler ve sadece erkeğe atfedilen ve erkeklerce olumlu görülen nitelikler arasında kurulan bu derin ayrımı çiğnemeliyiz. Kadınsı ya da erkeksi görülmesine bakmaksızın fikirlerimizin ve duygularımızın, cinsiyet temelli algılanmasının dışına bıkabiliriz. Aslında cinsiyet temelli olmak zorunda olmayan, bir insan için olumlu görülen nitelikleri (her ne iseler) mülksüzleştirebilmeliyiz. Açık sözlülük ya da cesurluk bir erkek duygusu mudur? Toplum bize öyle der, ama toplumun canı cehenneme diyebiliriz. Peki ya geniş kapsamlı süreçleri bütünler olarak görebilmek sadece erkek aklına ait niteliği midir? Bu tür belirlemelerin düpedüz kurgu olduğu ortadadır. Duygusal ilişkilerde incelikli olmak, ötekini gözetmek, empati kurma yetisi, kırılgan duygularını ya da incindiğini açık edebilmek,  bunlar kadınsı nitelikler midir? Bu tür genellemeler kadınlar ve erkekler arasında sert çitler çizmeye yarar, karmaşık sosyal ilişkiler ve sonsuz çeşitlilik gösteren karakter özellikleri karşısında ise sırf temelsiz genellemeler hatta önyargılardır.
 Belki şimdiye dek erkeklerin, savaşçılar, ya da güç gösterisi yapan ağalar gibi ortalarda dolanmak zorunda oldukları acizliklerinden ötürü az önce saydıklarım sadece kadınsı niteliklermiş gibi gelebilir insanlara.
 Cinsiyetlere atfedilmiş tüm duygusal niteliklerin, davranış örüntülerinin, düşünme biçimlerinin ya da tutumların elbette o cinsiyetlerin şekillendirilmesinde etkisi olan bir tarihi vardır. Ama aynı zamanda o kalıpların daima dışına çıkan ve büyük farklılıklar gösteren bireylerin varlığı tüm bu genellemeleri bozar. Duygusal, ince ruhlu, korkularıyla yüzleşebilen bir erkek, cesur ve risk alan bir kadın her zaman vardır. Ve bunlar çoğu zaman sadece cinsiyet kodlarını düzenleyen söylemlerin genellemeleri içinde kalan soyutlamalar ve temsillerdir. Temsiller gerçek hayatla karşılaştığında daima bozulurlar, ancak kalıplara uymaya devam eden iktidara tabi bakış açısından bakınca erkeksi kadınlar ya da kadınsı erkekler gibi ikilikçi düşüncenin ürettiği tuhaflıklar türetilir. Oysa ne kadınsı erkekler ne de erkeksi kadınlar yoktur. Ne saf kadınlar ne de saf erkekler vardır. Daima çeşitlilik gösteren davranış ve duygu varyasyonlarına sahip bireyler vardır. Doğa toplumsal kategoriler yaratmaz. Toplumsal kategorilerse temsili kurgulardır. 
 Cinsiyetlere atfedilmiş nitelikleri saymaya kalkamayız genellikle. Sadece erkekler için en kaba olanlarını ve toplumun önyargılarında olan kadınlara atfedilmiş en aşağılayıcı olanları. Erkekler daima güç peşinde koşarlar ya da kadınlar daima kendilerini ardından sürükleyecek güçlü bir erkek arar gibisinden klişeleri sayabiliriz ancak... Daha fazlasını saymaya, betimlemeye, saptamaya,  kalkmak her zaman özcülüğe düşme tehlikesini getirir.
 Bir zamanlar erkeği üstün varlık olarak kutsayan toplumların kadınlarda değil yalnızca erkeklerde bulunduğunu farz ettiği birçok yetinin cinsiyet rollerinden kaynaklandığı ortaya çıktıkça erkek egemenlik dağılmaya başladı, erkekler iktidar konumunu kaybettikçe kadınlar güçleniyor sürekli olarak.
 Peki aynı ikici/düalist dünyanın kadınlara atfettiği bir takım olumlu niteliklerin sadece kadınlarda değil erkeklerde de bulunabileceğini söylemek mümkün değil midir? Mesela doğayla bağlantılı olmak, beden ve ruh arasında bağını kaybetmeyen bir iç görü sahibi olmak, ötekilerle duygusal empati kurabilmek, duygularını gösterebilmek, müşfik olabilmek, bunlar kadınsı nitelikleri midir? Baskıcı eril kültürde bunlar kadınlarda daha çok bulunan ve kadınlar arası dayanışma ve direniş kuran niteliklerdir de). Erkeklerde bunlar mümkün değil mi? Mümkün olmasını şuna dayandırıyorum: ERKEK DOĞULMAZ, OLUNUR. O halde erkeklik sökülebilir.
 Özcülük tehlikesini göze almak yerine başka bir şey önermek istiyorum: aslında bir BAŞKASIYLA ast ve üst ilişkisi kurmayan, hiyerarşi oluşturmayan, ikiliklerin içine girmeden sadece farklılıklar arasında kesişimler kuran, yaşamı çoğaltabilen, birbiriyle iyi etkileşimler kuran her iyi karşılaşmanın içinde bir çok olumlu nitelik yeşerir. Bunlar ne kadınsıdır artık ne de erkeksi.
 Başkalarıyla bağlarını güçlendirebileceğin ve bu sayede her iki tarafı sevinçle duygulandırabilecek, ortaklıklar kurmaya dönük dayanıklı ve yaratıcı ilişkiler geliştirebilen insanların giderek cinsiyet kalıplarının dışına çıkabildiklerini düşünme eğilimindeyim. Bir nevi androjen oluş diyebiliriz bence buna.
 Bir kadının biyolojik bedeninde doğan birisi trans erkek olurken toplumsal erkekliği yeniden üretmek zorunda olmadığı gibi bir erkek biyolojik bedeninde doğan trans kadın birey de toplumsal kadınlığı yeniden üretmek zorunda değil.
 Kendimizi bu noktada yeniden düşünürsek, ruhumuzla, duygularımızla her iki cinsiyetli olabilmek nasıl mümkün olabilir? Mesela jestlerden başlasak, bana erkekliğin şanını bahşeden beden duruşlarını, pozları, ses tonlarını dayatan bu topluma inat kendimi ayıklayıp yeniden kurabilir miyim? Tersine bir kadın nasıl ona kadınlığın iffetinden bilinen dil ve beden kalıplarının dışına çıkabiliyorsa ben de erkekliğin dayatılmış bu kalıplarının dışına çıkabilir miyim? Ne kadar çıkabiliriz?
 Dışarıda bize her an saldırmaya hazır bir dünya varken belki o kadar kolay her zaman ve her yerde olmaz. Yine de kendi belirleyebildiğimiz, seçebildiğimiz ilişkilerimizin, dostluklarımızın, yoldaşlıklarımızın, aşklarımızın içinde bu mümkün gibi geliyor bana. Giderek bunun yaşantımızın tüm alanlarına yayılan bir dönüşüm olmasını umuyorum. 


******
Bu yazının üstüne gelen bir soru neden Queer ve Trans kavramını değil de androjin kavramını kullandığım üzerineydi: 
Queer ya da trans kavramını bilerek kullanmadım. çünkü ne yazık ki ikisi de fazla kimlikçi bir hale geldi. mesele cinsellik ya da cinsel yönelim ile ilgili değil bu yazıda benim için. 
Buradaki amaç kişinin kendi iç dünyasını göz önüne alarak ötekilerle ilişkisini, yani kişilik özelliklerini dönüştürebilir olduğunu vurgulamak. Bu anlamda insanları kadın ve erkek, heteroseksüel ve homoseksüel diye çitleyip sabitleştirdikten sonra o sabitliklerden yeniden melezleştirmeye çalışmanın, ya da o sabitlerin birinden diğerine olası geçişleri araştırmanın da kimlik hapishanesinden bir çıkış sağlamakta yetersiz olduğunu düşünüyorum. bu ap ayrı mücadelelerin konusudur. Hayır kadınlık ya da erkeklik kavramları daha başından itibaren kurgularla fiiliyat arasında hep bir farkın olduğu, bir çeşitlilik alanını sabitleme çabasıydı. biyolojik cinsiyetten ne kadar ayrıştırılabileceği belirsiz bir toplumsal cinsiyet kategorisinin eleştirisini yaparken bile hegemonik hale gelmesine yol açmıyor muyuz? 
Bence bunları sürekli yapı söküme alarak konuşmak zorundayız. Yani kadınlıktan değil kadınlıklardan, erkeklikten değil erkekliklerden bahsetmekle başlamalıyız, ama bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Kadınlıkların ve erkekliklerin gösterdiği varsasyonların ötesinde belki de ne kadınlık ne de erkeklik kategorileri ile ilişkilendiremeyeceğimiz bir sürü cinsiyetsiz niteliğimizin (ortak ya da tekil) olduğunu keşfe çıkmak gerekiyor. Daha da ötesinde, hali hazırda herşeyin cinsiyetlendirildiği bir söylemsel hegemonyaya karşı, sadece cinsiyetten koparak ele alınabilecek bir davranışlar yelpazesinin sonsuz kombinasyonlarından, ne kadınlar ne de erkekler olmayan, farklılıkların olumlanmasıyla her bireyin kendi cinsiyete dayalı olmayan tekilliğini kurduğu bir sonsuz deneyim alanı açmanın sorusunu sormayı öneriyorum. 
Bana göre Queer kategorisinin sınırlayıcı oluşu onun ikili cinsiyet sistemine ve hetero / homo ikiliğine karşı bir epistemolojik operasyon olmasındandır. Ama yine de ikili cinsiyet ve hetero homo / sisteminin ikiliğinin hegemonyasını tanır. Onun içinde işleyen bir dönüştürme ve aşma manevrasıdır. Hatta kadınlıkları ve erkeklikleri farklı kombinasyonlarla harmanlayarak, ve hetero normatifliği de cinsel arzunun çeşitliliği ile aşmaya çalışan bir içererek aşma manevrasıdır. Bu yüzden ikili cinsiyet sisteminin diyalektiğinin içinde kaldığını düşünüyorum ve ne yazık ki LGBT kategorilerini bırak ortadan kaldırmak, onlara eklenen bir Q harfine, bir kimliğe indirgenmiş durumdadır. 
Peki ya her türlü davranışımız cinsiyet belirlenimli değilse? Neden bu varsayımı devreye sokmuyoruz? Sonsuz varsasyonları iki ana kategori etrafında gruplandırmaya yarayan basit temsil kümeleri ise cinsiyet dediğimiz? Cinsiyetsiz benliklerimizi inşa ederek bir ortak deneyim alanı yaratamaz mıyız? Cinsellik kavramı bile burada manasızlaşacaktır o zaman, belki de şuna dönüşecektir, birbirlerine karşı duygulanabilen, arzu duyan farklı bedenler arasındaki tensel akışlar. Yani benimkisi sadece kendi, içine saptandığımız cinsiyete değil, hepimizin ilişkide olduğumuz tüm insanları cinsiyetlendirerek görme çabasından çıkmaya yönelik bir çağrı. Bunun cinsiyetleri reddediyoruz demekle olmayacağını biliyorum. Bu 3 boyutlu bir evrenin N boyutlu olması gerektiğini söylemek gibi bir şey, ya da 3 boyutu ne boyuta dönüştürme çabasına çağrı. Bu n boyutlu evrenin tüm çeşitliliğinin, artık geçmişin cinsiyet ve cinsel yönelim kategorilerine referansla bir eleştirel operasyon olarak ortaya çıkmış "Queer" kategorisiyle karşılanabileceğine yönelik kuşkularım var. 
Tabi bütün bu söylediklerim, fiilen var olan cinsiyet eşitsizliği dünyayı anlamaya çalışmak için toplumsal cinsiyet kategorisinin yetersiz olduğu anlamına gelmiyor. Bir ütopik ufuk olarak cinsiyetlerden özerkleşmiş ya da cinsiyetsizleşmiş (tensellikten uzaklaşmış değil ama) bedenlerden oluşan bir çokluğu hayal etmekle ilgili bir denemedir bu.
Bence bunları sürekli yapı söküme alarak konuşmak zorundayız. Yani kadınlıktan değil kadınlıklardan, erkeklikten değil erkekliklerden bahsetmekle başlamalıyız, ama bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Kadınlıkların ve erkekliklerin gösterdiği varsasyonların ötesinde belki de ne kadınlık ne de erkeklik kategorileri ile ilişkilendiremeyeceğimiz bir sürü cinsiyetsiz niteliğimizin (ortak ya da tekil) olduğunu keşfe çıkmak gerekiyor. Daha da ötesinde, hali hazırda herşeyin cinsiyetlendirildiği bir söylemsel hegemonyaya karşı, sadece cinsiyetten koparak ele alınabilecek bir davranışlar yelpazesinin sonsuz kombinasyonlarından, ne kadınlar ne de erkekler olmayan, farklılıkların olumlanmasıyla her bireyin kendi cinsiyete dayalı olmayan tekilliğini kurduğu bir sonsuz deneyim alanı açmanın sorusunu sormayı öneriyorum.  

8 Şubat 2014 Cumartesi

Gerontokrasi ve partiraykanın içiçeliği üzerine

Gerontokrasi ile patriyarkanın iç içeliğini göz ardı etmemek gerek. Gerontokrasi, yani farklı yaş grupları arasında hiyerarşi kuran egemenlik biçimi, patriyarkadan kavramsal olarak türetilemez ya da ona indirgenemez. İçiçe geçtiği yerlere özel dikkat göstermek gerek, zira bazı durumlarda gerontokratik bir iktidar pratiği çarpık bir şekilde bir patriyarkal ilişki olarak görülebilir ya da kadınların “erkekleşmesi” gibi yine eril aklın ürünü gibi görünen tuhaf açıklama biçimlerine başvurmayı mümkün hale getirebilir. Oysa söz konusu olan erkekleşmek değil, hiyerarşi içinde üst bir konumda yer alacak şekilde güçlenmektir. 

 

***

 

Gerontokrasi insan yavrusunun çok uzun bir biyolojik büyüme sürecine ihtiyaç duymasıyla ve bu dönemde yetişkinlerin onun etrafında koruyucu bir ortam oluşturması zorunluluğuyla fazlasıyla ilgilidir. İnsan, biyolojik ortalama ömrünün yaklaşık dörtte birini büyüme sürecinde geçirir. Ömür ortalamasının 40’ı geçmediği uygarlık öncesi topluluklarda da 70’i geçtiği uygarlık sonrası ve modern toplumlarda da oran aşağı yukarı böyle. Çünkü biyolojik erişkinlik artık kültürel yetişkinlik için yeterli değil. Toplum içinde bağımsız birey haline gelmek modern toplumlarda 20’li yaşları buluyor. Kültürel karmaşıklık arttıkça büyüme süreci de uzuyor. Bu tüm diğer canlılara göre de en uzun büyüme sürecidir. Ebeveynin uzun süreli gerekliliği çocuğun topluluk içinde kendi hayatını sürdürebilecek yeterliliğe, erişkinliğe varana kadar ona her anlamda bağımlı oluşu gerontokratik iktidar ilişkisinin kaynağıdır.

Bu zorunluluk özellikle topluluk yaşantısında çocuklarla ebeveynler arasında derin bir tecrübe farkının oluşmasını beraberinde getirir. Kuşaktan kuşağa aktarılacak çok fazla bilgi ve topluluk ortak deneyiminin birikmesi, yaşlıların gençler ve çocuklar üzerinde egemen konumda bulunmasına yol açar ya da tecrübenin egemenlik kurmak üzere olumsuz kullanımına diyelim. Bu yüzden yaşlıların rolü topluluk ortak değerlerinin gençlere aktarımında belirleyicidir. Çocuklara masal anlatan nine ya da dede sadece eğlenceli bir hikaye anlatarak çocuğu oyalamaz. Nasihat veren nine ya da dede daima yaşın kendisine verdiği karşı konulamaz bir otoritenin içinden topluluk ortak değerlerinin devamlılığını sağlar. Premodern toplumlarda yaşlıların belirleyiciliği daha fazladır ve etkisi bugüne kadar gelir. Gerontokrasi, modern toplumlarımızda da halihazırda sürüyor. Hiyerarşinin normalleştirilmesi, öğrenilmesi ve otoriteye itaat kültürü hane içinde, çocukların her iki ebeveyne de itaat ettirilmesiyle başlar, toplumsal hayata katılımda devam eder.

 Gerontokratik iktidar doğrudan cinsiyetlerden kaynaklanmaz cinsiyetlerin kendi içinde de hiyerarşi oluşturucu bir yanı vardır. Ayrıca cinsiyetler arası ilişkilerde de çaprazlama hiyerarşiler oluşturur. Yetişkin ilişkilerinde de gerontokrasinin devamı görülür. Kurumsal organizasyonlarda da hiyerarşinin basamaklarında yükselmek yani kıdem, yaşla ve yaşa bağlı tecrübeyle bağlantılı olarak değişir. 

 

*** 

Patriyarkanın nesilden nesile aktarımında gerontokrasinin rolü nedir diye sormadan monolitik, hiç değişim geçirmeyen ve başka hiyerarşik ilişkilerin üstünde yer alan bir patriyarka teorisine yaslanmak pek de açıklayıcı görünmüyor. Hiyerarşik ilişkilerin, hiyerarşiyi normalize eden değerlerle hiyerarşiyi içselleştirmeyi sağlayacak itaat pratiklerinin kuşaklar arası aktarımını gerçekleştirenler her iki cinsiyetten de yetişkinlerdir. 

Patriyarka kadınları ne kadar hane içinde tutmaya ve toplumsal hayatın bütününü ilgilendiren üretim ve karar süreçlerinin dışında bırakmaya çalışsa da kadınlar hane içinde çocuklar üzerinde erk sahibidirler. Aynı şekilde yaşlı kadınlar da genç kadınlar ve genç erkekler üzerinde. Genellikle bu gerontokratik hiyerarşi, akrabalık, komşuluk gibi hane dışı yapıları da belirler. Hiyerarşik iktidar ilişkileri içinde kadınlar da erkekler de hiyerarşinin basamaklarında yer değiştirebilirler. Bu değişim modern toplumda emek hiyerarşileri içinde yukarı hareketlenme imkanının da önünü açar. 

"Babaların", "ataların" değerlerini çocuklara, genç kadın ve genç erkeklere aktaran babaların ve bir o kadar da annelerin ya da üst kuşaktan ebeveynlerin varlığını göz ardı ederek patriyarkayı da anlamak çok mümkün görünmüyor. Ancak bu noktada kadınların patriyarkanın bir faili olarak düşünülmesi ya da erkekleştiklerinin düşünülmesi sorunu çözmüyor bulanıklaştırıyor. Halbuki cinsiyete dayalı bir toplumsal işbölümü olarak da ele alınabilecek cinsiyet rejiminin yanı sıra yaşla geldiği varsayılan ama esasında toplum değerlerinin içselleştirlmesiyle pekişen tecrübeye dayalı hiyerarşi yan yana ve iç içe işleyen ayrı yapılar gibi düşünülebilir.

Çok uzun bir konu olmakla beraber, post endüstriyel toplumda emek gücünün biliişsel gereksinimlerle donanmış olması gerekliği genç emeğin yaşlı emek karşısında daha etkin bir konuma geçmesine yol açtı. Tarihte ilk kez yaşlıların egemenliğinden sıyrılarak etkin bir konuma geçen bir genç nüfus ortaya çıkmaya başladı. Bu durum gerontokrasiyi sarstığı kadar yaşlıların da toplumda atıl bir yük olarak görülmesine yol açıyor. Bu durumla paralel olarak patriyarkal ilişkilerin de dönüştüğünü kadınla erkek arasındaki ilişkilerin, kırsal yaşamdan farklı olarak kentli yaşamda daha çok erkeklerin baskın olduğu sert bir rekabet çatışma ilişkisine dönüşmeye başladığını da söylemek mümkün. Çünkü kadınlar da hem emek hiyerarşileri içinde yükselebiliyorlar hem de iktidar ilişkileri karşısında sosyal konumlarını güçlendirebilecek şekilde donanım kazanıyorlar. 

 Gerontokrasi ortadan kalkması uzun sürecek ancak özellikle kentli yaşamın içinde giderek çözünen bir egemenlik ilişkisi. Gençliğin bir toplumsal figür olarak öne çıkması ve yaşlılar otoritesinin sarsılması beraberinde patriyarkayı da çok hızlı bir şekilde aşındırmakta olan bir sürecin içinde olduğumuzun alametidir. Bu süreçte kadınların da erkeklerin de eş zamanlı olarak yaş hiyerarşisine karşı mücadele ettiğini de gözlemleyebiliriz. Kısaca artık ninelerimizin ve dedelerimizin dünyasında yaşamıyoruz. Sorun gerontokratik bir hiyerarşinin patriyarkal bir egemenlik ilişkisiyle birbirine karıştırılmadan ele alınmasını gerektiriyor. 


16 Ocak 2014 Perşembe

Tostoraman’ın Yavrusu - Babanın yasağı ihlal edilebilir mi?


Neden çocukların özgürlüklerini ve özgüvenlerini kazanmak için ebeveynlerin koydukları sınırları ihlal etmeleri gerekir? Otoriter ve geleneksel baskıcı yaklaşımlardan uzak her ebeveyn, çocukların, hem kendisini güvende hissetmek için sınırların belirlenmesine hem de sınırlar içinde hareket yetisi kazandıkça, bu sınırları aşmaya ve genişletmeye gerek duyduklarının farkındadır.
Ebeveynin hassas rolünün önemi tam da bu aşamada belirir: sınırları fazla gevşetmenin ya da hiç gevşetmemenin çocuğun ruhsal gelişimine ciddi zararları olacaktır. Ancak bunlar üstüne ne kadar kafa yorup ince ayar tutturmaya çalışsak da çocuklar (ve gençler) özgürlük alanlarını genişletmek için kendi bulabildikleri yoldan gitmeye oldukça kararlı varlıklardır. Ve yeri geldiğinde ihlal etmeye meylederler.
Julia Donaldson’ın Tostoroman hikâyelerinden ikincisi olan Tostoraman’ın Yavrusu bu gözle ele alınabilir. 2011’de BBC tarafından uyarlanan animasyon filminde kitaptaki hikâyeye daha belirgin bir derinlik ve bazı açılardan tutarlılık kazandırılmış.
Kitaptan farklı olarak film, ilk hikâyedeki anne sincabın çocuklarına anlattığı bir masal olarak başlıyor. Anne sincabın dış sesiyle yavru Tostoraman’ın hikâyesine giriyoruz. Yuvasının etrafında koşturup neşeyle oynayan yavru Tostoraman’ın ormanın derinliklerine heyecanla baktığını görürüz. Ormana doğru merakla, gözleri kamaşmış ilerlerken babası onu koltuğunun altına alıyor ve ormanın derinliklerine gitmemesi için sertçe uyarıyor. Ormandaki tehlikeden, ‘Koca Kötü Fare’den bahsediyor. Onunla bir kez karşılaşmış olması, bir daha unutamadığı acı verici bir deneyim olarak hafızasına kaydolmuş ve çocuğunu da bu yüzden korumaya çalışıyor.



Çocuğuna nasihat veren bu babanın, tümüyle iyi niyetle, sırf koruma duygusuyla davrandığından hiç kuşkumuz yok ilk bakışta. Bu kadar sıkı bir öğüt ve yasak koymak çocukta büyük merak yaratıyor ve yasağın ardındakini öğrenme arzusu da kendini gösteriyor. Eğer bir yasak varsa potansiyel olarak ihlal de yanı başında tetikte bekler. Çünkü yasağı delmek isteyen, yasağın mantıklı mı yoksa boşuna mı olduğunu  anlamak ister.
İlk hikâyedeki minik fındık faresinin Tostoraman’ın zihninde Koca Kötü Fare haline gelişi bizi gülümsetir. Bu şekilde çarpıtarak hatırlamasının sebebinin, olsa olsa Tostoraman’ın yaşadığı korkunun travmaya dönüşmesi olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Peki, nedir Tostoraman’ı bu kadar dehşete düşüren?
Önceki hikâyede fındık faresi, karşısına çıkıp onu yemek isteyen Tilki, Baykuş ve Yılanı başından savmak için hayali bir canavarla onları korkutmuştu. Sonra bu heyula -korkularının cisimleşmesi- ete kemiğe bürünmüş olarak karşısına dikilmiş, bu kez de canavardan kurtulmak için kendisinin ormanın en korkulan yaratığı olduğuna onu inandırmıştı.
Ormanın bu “en korkulası” yaratığı,  diğerlerinin korkularını onlara geri yansıtabilme becerisini gösteren, ormanın en zayıf yaratıklarından birisiydi aslında. Eğer bir marifeti varsa, bu kendinin ve diğerlerinin korkularını tanımasıydı. Böylece onu korkutanlara ayna tutup onları korkularıyla yüz yüze getirebiliyordu.
Burada masalın bütün sevimliliğini bir süreliğine kenara bırakıp, Tostoraman’ın, son derece zayıf ama kendisini zekâsıyla savunmasını bilen fındık faresini en büyük korku kaynağına, büyük kötüye, ötekine dönüştürmesinin mantığı nasıl anlaşılır hale gelir?
Bu devin, fındık faresi ile karşılaştığı ana kadar karşısına kendisi kadar korkutucu başka bir yaratığın çıkmamış olmasının beslediği kibrin altını oyan şey, tüm orman sakinlerinin önünde fare tarafından korkutulması ve alaya alınması olsa gerek. Böyle bakarsak, Tostoraman’ın korkusunun  kökenini, ormanda iktidarsızlaştırılması, hatta “kastre edilmiş” olması olarak görebiliriz.
Ormanın en kendine güvenen, gerçek olamayacak kadar korkunç canavarının, böylesi bir kastrasyonu travma olarak hatırlaması, bu travmanın kaynağı olan minik fındık faresini abartarak imgeleminde Koca Kötü Fareye çevirmesi bu durumda anlaşılır: bir devin iktidarını sarsabilecek olan yine ancak bir dev olabilirdi bu mantığa göre.
Her ne kadar Tostoraman’ın belleğinde fare belki tam olarak dev gibi anımsanmasa da artık çocuğuna onu kötü bir dev olarak anlatır. Hikâyenin başında, onun nasıl bir şey olduğunu merakla öğrenmeye çalışan yavrusuna “Üstünden geçmiş çok zaman” dedikten sonra kafasını kaşıyıp “Pek iyi hatırlamıyorum” der ve düşünür. Sonra tıpkı fındık faresinin geçmişte Tilki, Baykuş ve Yılana anlattığına benzer şekilde yavrusuna Koca Kötü Fare’yi anlatmaya başlar.
Koca Kötü Fare korkunç kuvvetli, uzun pullu kuyruğa sahip, gözleri ateş kuyusu, bıyıkları dikenli telden sert bir yaratık olarak resmedilir. Bu sayede Tostoraman hem ondan duyduğu korkuyu meşrulaştırmış olur hem de yavrusunun ormana ayak basmasını korkutma yoluyla engellemeye çalışır. Bu engellemenin altında yatan sebebin, farenin gerçekte hiç de böyle bir yaratık olmadığını farkında olmadan unutma ve gizleme çabası olup olmadığını sorgulayamaz mıyız?
Ya günün birisinde yavrusu ormana adım atıp Koca Kötü Fare diye bir şeyin aslında var olmadığını, babasının korktuğu şeyin minicik bir fındık faresi olduğunu öğrenirse? O halde yasak sadece yavruyu koruma işlevi görmez, hatta aslında böyle bir işlevi yoktur bile. Gerçekte bu yasak yavruyu korumaktan çok babasının korkusunun açığa çıkmamasını, ormanda yerinden edilen iktidarının en azından kendi yaşam alanında sürdürülebilmesini sağlar.
Artık kastre edilmiş olan eril iktidarını yeniden tesis edebileceği tek yer, yasakları ve sınırlamalarıyla kendi yuvası olup, yapabileceği tek şey orada egemen olmak ve bunu yavrusu üzerinde müşfik bir koruma hamlesiyle kabul edilir kılmaktır.
Ormanın en güçsüzlerinden olan fındık faresinin korkularından türeyen, ormanın en güçlülerinden birisi olan Tostoraman, eğer gücünü ötekilerin duyduğu korku sayesinde edinmişse, bu gücü yerinden edecek olan da güçsüzlerin ondan korkmamayı öğrenmesidir. Böylece korkma sırası ona gelir. Çünkü kimse kadiri mutlak değildir.
Bu tam da eril iktidarın kendisini alt üst edecek olanla karşılaşmasıdır: İlk hikâyede -özellikle belirgin şekilde animasyonda- ormanın yaşlıları ve güçlüleri olarak canlandırılan Tilki, Baykuş ve Yılan tipleri ve Tostoraman eril iktidar ağının simgeleşmiş figürleridir. Buna karşın fındık faresi bu eril iktidarı ve gerontokrasiyi (yaşlılar iktidarını) sarsacak olan bağımsız bir genç figürü olarak karşımıza çıkar.
Bizim dünyamızda eril iktidarın kendini gerekçelendirmek için sürekli öteki korkusuna yaslanmasını tartışmamıza katıp devam edelim. Masalda sevimli görünse de gerçek dünyada ufaklığına rağmen ürkütücü ve tiksinti verici olan farenin toplumsal hayatta neyi simgeleyebileceğini düşünelim: fare genellikle yerde, yerin altında, binanın dip ve köşelerinde, karanlık ve nemli yerlerde, boru ve kanallarda, yani yaşam alanlarının en erişilmez kuytularında, tekinsiz mekânlarda gezer. En küçüğünden en irisine kadar, kontrolden kaçabilen, kolay yakalanamayan ve bu yüzden ev yaşamından her zaman uzaklaştırılmak istenen, tiksinilen, görüldüğünde öldürülmek istenen bir hayvandır.
Masaldaki farenin simgeledikleri arasında, eril iktidarın denetiminden kaçan birçok toplumsal grubu görebiliriz: aile yaşamının kurallarının dışında kalan kadınların, başına buyruk gençlerin, itaat etmeyen çocukların, eşcinsellerin, yabancıların, alt sınıfların, ayak takımının, serserilerin, yoksulların, evsizlerin, sırf varlığıyla ailenin ya da topluluk yaşamının kurulu düzenini tehdit ettiği düşünülen her türlü aykırı, uyumsuz figürün oluşturduğu ötekilerin dünyası.
Ötekilerin dünyası bu yüzden gerçek hayatta korkuyla, kuşkuyla, aşağılamayla, küçümsemeyle ve tiksintiyle karşılanır. Kodlarını babanın, iktidar sahiplerinin belirlediği bu dünyada ötekiler tek tek ne kadar küçük de olsalar, varlıkları, eril iktidarın altını boşaltıp korkusunu yüzünü vurur ve giderek boyut değiştirip büyük korku nesnesi haline getirilirler.
Bu yüzden onların varlıklarının çocuklar tarafından bilinmeleri, keşfedilmeleri istenmez. Ne kadar dost, zararsız ve kendi halinde olursa olsunlar, daima büyük bir tehdit olarak kodlanırlar. Fındığını yiyip ormanın sükûnetine kendini bırakmak, hayatını keyfince sürdürmek isteyen ama yeri geldiğinde bütün diğer “büyükleri” korkutup kaçırmasını becerebilen minik fındık faresi, bu yüzden hikâyedeki eril iktidar figürlerinin gözünde tehditkâr öteki olarak kodlanır: böylece Koca Kötü Fare olur. Ondan en çok korkan da en büyük olan, yani Tostoraman’dır.
Babanın koyduğu yasağı delmek isteyen yavru Tostoraman, gece yarısı hem de karlı bir havada evden kaçıp Koca Kötü Fare’yi bulmaya gider. Çünkü bir yandan yasağın doğruluğundan kuşku duyar. Ama yavru Tostoraman henüz o kadar küçüktür ki babanın yasağına meydan okurken bile cesaretini zar zor toplar. Yanına en sevdiği oyuncağını, Donaldson’ın başka bir kitabından tanıdığımız Değnek Adam’ı alır. Küçük çocuklar için ebeveynden ayrışma sürecinin bir geçiş nesnesine aktarımla simgelendiğini biliriz. Yavru Tostoraman’ın daha henüz ebeveynden ayrışmamış bir çocuk olduğunu buradan anlarız.
Yavru, ormanın derinliklerine daldığında, tıpkı minik fındık faresinin başına geldiği gibi Yılan, Baykuş ve Tilki ile karşılaşır. Sırasıyla hepsinin çeşitli burnunun, kuyruğunun, gözlerinin, bıyıklarının babasının anlattığı gibi Koca Kötü Fare’ye benzeyip benzemediğini anlamaya çalışır. Hepsi Tostoraman’ın yavrusunu gördüklerinde hem korkarlar hem de onu başlarından savmak için daha önce minik fındık faresinin yaptığı numarayı tekrar ederler. Tostoraman’ın yavrusuna tabi ki Koca Kötü Fare’nin olmadıklarını, onun başka bir yerde Tostoramanlı bir şeyler yiyip içtiğini anlatırlar. Koca Kötü Fare efsanesini hem pekiştirirler hem de kendilerini kurtarırlar.
Yavru Tostoraman, korkusunu yenmeye çalışırken tüm aramasına rağmen bir Koca Kötü Fare bulamaz. Hikâyenin bu noktasında Tostoraman’ın yavrusunun babasına olan güveninin azaldığını görürüz. Hatta bir anlığına hayal kırıklığı yaşar ve herkesin ona oyun oynadığını düşünmeye başlar: “Ben inanmıyorum  Koca Kötü Fare’nin var olduğuna” diyerek üzüntüsünü dile getirir.
Ancak tam o esnada minik fındık faresinin yuvasını ve kapısının önündeki karları süpürmekte olan fareyi görür karşısında. Yuvanın önünde bir de farenin yaptığı kardan Tostoraman vardır! Her ne kadar bulduğu Koca Kötü Fare olmasa da arayışlarının bir ödülü olarak onu mideye indirmeye karar verir. Fare, Tostoraman’ın yavrusunu kandırmak için Koca Kötü Fare’yi tanıdığı ve onunla tanıştıracağı hikâyesini uydurur. Ay ışığında ağaçtan yansıyan gölgesinin yere vurup dev gibi görünmesini sağlayarak Tostoraman’ın yavrusunu Koca Kötü Fare’yi gördüğüne inandırır. Bunun üstüne yavru da tıpkı babası gibi koşarak kaçar.
En sonunda yuvaya ulaşan yavru, horul horul uyuyan baba Tostoraman’ın kolunun altına tekrar yerleşir. Bu esnada baba hiçbir şeyin farkında değildir. Küçük yavru tehlikeli macerayı kazasız belasız atlatıp güvenli yuvasına dönmüş olmanın huzuruyla babasının kolunun altında yeniden uyumaya başladığında, artık eskisi kadar cesaretli olmadığını ama eskisi kadar da canının sıkılmadığını öğreniriz. Minik fındık faresi de onun izlerini takip edip yuvasına kadar gider. Bu sakin ve güvenli sahneyi gördüğünde gülümser ve fındığını yemeye koyulur.
Anne sincap hikâyeyi tamamlandığında, yavru sincaplar aralarında Tostoramancılık oynamaya başlarlar. Bir kez daha anlatılan macera ormanın minik sakinleri arasında, zayıfın güçlünün karşısındaki hayatta kalma hikâyesine dönüşür. Aynı zamanda da bir büyüme ve özgüven kazanma hikâyesine.
Farenin kendisi hakkında oluşan Koca Kötü Fare efsanesini boşa çıkarmaması kendisini korumak ve aynı zamanda güçlüyü alt etmek için yaptığı bir şey. Tostoraman, Tilki, Yılan ve Baykuş’un fare gibi minik bir varlık karşısındaki zayıflıkları, yalnızca farenin onları büyük güç olarak görmemesinden kaynaklanır. İktidar korkusu ortadan kalkınca iktidarın altı boşalır. O halde korkularını yenen akıllı minik fareler, iktidarların korkulu rüyası halini gelirler!
Tostoraman’ın fındık faresinin yaşam alanına bir daha girmemesi, onu tehdit etmemesi, hatta ondan çekinmesi gerekliliği yavru Tostoraman için de doğrulanmış olur. Aynı zamanda hem yavru Tostoraman’ın babasına olan güveni pekişir hem de onu ihlal ederek özgüven kazanma denemesinde olumlu bir adım atmış olur.
Yavru Tostoraman’ın bir çocuk olarak edindiği tecrübe gerçekten de yasağın ihlali mi yoksa babasının çizdiği sınırlara huzurla geri dönmesi yasağı delme girişiminin boşa çıkması mı? Bu kadar küçük bir çocuk için bu sorunun cevabı verilemez. Çünkü dünyayı şekillendiren değerlerden henüz haberdar değildir ve onlar için öncelikli olan yuvanın içindeki sahici güvendir.
Ebeveynler çocukları için güvenli bir hayat oluşturmaya çalışırken çizdikleri tüm sınırların her zaman o çocukların güvenlikleri için gerekli olduğuna inanır ve onları da inandırmaya çalışırlar. Ama egemen toplumsal değerlere ve iktidar ilişkilerine sorgusuz sualsiz bağlanmış olmaları yüzünden kendi icat ettikleri korkuları da çocuklarına aşılarlar. Çocuklar ancak ebeveynlerinden bağımsızlaşıp genç olduklarında bu değerleri sorgulayabilecek tecrübeye kavuşurlar.
İlk bakışta görünen o ki yavru, babanın yasağını hem deldi hem kendince bunun haklı bir yasak olduğunu  deneyimledi. Ancak belki şunu da söyleyebiliriz: Daha henüz küçük bir çocukken yasağın mantıksız olabileceğine dair bu denli kuşku duyması, onun yasaklara karşı koyma konusunda büyüdüğünde daha cesur olma ihtimalinin bir işareti olarak yorumlanabilir. Çünkü güvenli yuvaya geri dönmüş olsa bile bunun “şimdilik” bir dönüş olduğunu düşünebiliriz. Ebeveynden ayrışma gerçekleştiğindeyse durum değişecektir.

Etrafındaki tehlikelere rağmen, kendinden büyük güçlerden bağımsızlığını korumuş ve tehlikeli dünyada bildiği gibi bir hayat süren genç fındık faresinin şefkatli onayını alması da bu yüzden olabilir mi?


http://uzuncorap.com/2014/01/16/tostoraman%E2%80%99in-yavrusu/ 

1 Ocak 2014 Çarşamba

Tostoraman ya da Zayıfın Hayatta Kalma ve Güçlülerle Başa Çıkma Stratejisi



Tostoraman’dan bahsedeceğim. Hani Julia Donaldson’ın yazdığı ve Axel Scheffler’in resimlediği, artık çocuk edebiyatı klasikleri arasına girmiş, çocuk edebiyatı alanında pek çok ödül almış, otuzun üzerinde dile çevirilmiş, en çok satan ve sevilen çocuk kitapları arasıan girmiş, BBC tarafından animasyonu çekilmiş, tiyatroya uyarlanmış, bir çok oyuncağı ve çocuklar için objeleri üretilmiş, online oyun ve şarkılar sitesi olan, dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de de çocuklar için bir kült haline gelmiş, Türkiye’de de gayet iyi bildiği Tostoraman (The Gruffalo) ve onun devamı olan Tostoraman’ın Yavrusu (The Gruffalo’s Child) isimli hikayelerden bahsedeceğim.
1999’da yayınlanan The Gruffao ve 2004’te hikayenin devamı olan The Gruffalo’s Child kitapları sırasıyla 2009 ve 2010 yıllarında BBC tarafından animasyon olarak uyarlanmış. Şunu belirtelim, uyarlama süreci yazarı ve çizerinin tam katılımıyla gerçekleştiği ve basılı eserdeki hikayeye tamamen sadık kalındığı, ve kitabın görsel karakterleri birebir animasyona taşındığı için kitap kadar güzel iki film çıkıyor ortaya. Hatta bana kalırsa, canlandırmanın, müziğin, muazzam başarılı seslendirmenin etkisiyle kitaba daha da somut bir hayat kazandırdığı için animasyon uyarlamalar bence daha da güzel.
Julia Donaldsan’ın yazdığı ve Alex Scheffler’in çizdiği bugüne kadar Türkçe’de çıkmış tüm kitaplar Rüya’nın kitaplığında yerlerini aldı geçtiğimiz iki-üç sene içinde. Hepsini çok seviyor, ancak Tostoraman kitaplarının, onun için, tıpkı benim için olduğu gibi, ayrı bir yeri var. Bu yazıya oturduğum zaman Rüya bir şey göstermek için geldiğinde, yanıbaşımda Tostoraman kitaplarını görünce şaşırdı ve sebebini sordu. Ona bu kitaplar hakkında bir yazı yazdığımı anlattım, sebebini anladı mı ben de bilmiyorum!
Ebeveyn bloglarında hakkında bu kadar çok yazılmış olmasına rağmen bir kere daha bu iki hikayeden bahsetmek neden? Bana ilginç gelen, çok katmanlı ve hepimizi ilgilendiren derin bir hikaye anlattığı için. Kitapların her ikisini de Rüya ile birlikte kaç kez okumuş olduğumu sayamam bile, belki elli? Muhtemel. Fakat izlerken beni zevkten dört köşe yapan bu iki hikayenin animasyon uyarlaması oldu. Sırf Rüya’ya izletme bahabesiyle muhtemelen otuz kere filan izlemişimdir. Hikayedeki her bir ayrıntı, müzik, seslendirme, canlandırılan figürler bence kusursuz. Arkadaşlarıma izlettiğim ya da tavsiye ettiğim de oldu. Artık hikayeden tümüyle animasyon filmlerinin bana sağladığı perspektif üzerinden bahsediyorum.
Derin, sık, birbirinden farklı yaşam biçimleriyle dolu bir ormanda, hayatta kalmanın ne kadar çetin bir uğraş olduğu neredeyse belgesellerdeki kadar apaçık bir şekilde anlatılıyor. Suyun yüzeyindeki sinekler, onları yutan balık, balığı avlayan leylek, suyun içinde kıvrılarak sessizce dolaşan yılan, bir konvoy halinde tırmandıkları ağaçta teker teker bir kuşa yem olan karıncalar, kurbağanın büyük bir sükunetle yuttukları solucanlar. Biyolojideki tabiriyle her bir canlı birey besin zincirinde bir başkasına yem olabilir.
Hikayenin başında bir baykuşun saldırısından son anda kurtulan anne sincap, yavrularının isteği üstüne derin karanlık ormanda geçen minik farenin hikayesini anlatmaya koyuluyor. Anlıyoruz ki, başka büyük yırtıcılarla başı her an dertte olan bu minik sincaplar için, minik farenin hikayesi, bir kahramanın hikayesi haline gelmiş. Anlattıkça efsanesi yayılacak olan bir hikaye, bunu filmin devamında yavaş yavaş anlayacağız.
Ormanda dolaşırken tek isteği açlığını gidermek için fındık bulmak olan minik fındık faresi, önce ilk bulduğu fındığını uyanık bir kuşa kaptırıyor, bu da yetmiyormuş gibi onun alaylı ötüşüne maruz kalıyor. Sonra uzaktaki fındık ağacını görünce kendisini bir fındık cennetinde hayal edip uzun yola koyuluyor, ormanın bütün güzelliklerini tadarak yolda ilerliyor. Ancak işte o zaman ormanın avcıları başına musallat oluyor. İlk olarak karşısına tilki dikiliyor, tabi ki önce kurnazca onu inine davet etmek istiyor birlikte bir yemek yemek için! Lakin onu korkunç derecede kibar bulan fare bir bahane uydurmaya çalıştığı sırada, tilki onu sıkıştırınca, düşünüp taşınırken kafasından bir canavar uyduruyor.
Hikayenin en şahane anlarından birisi burada: Tilkinin kızgın bir şekilde GIRRRlamaası ve farenin düşünüp bir türlü ne diyeceğini bilemeyince tilkinin sıkıştırıp daha da gırlaması üstüne farenin aceleyle uydurduğu isim GRRRRAFFALO oluyor! Tilkiden kurtulmak için uydurduğu hayali canavarın adı, aslında tilkinin korkutucu gırlama seslerinden gelen bir isim. Bunun üstüne şaşıran tilki “Gruffalo” da neyin nesi diye sorunca, “Niye bilmiyorsun ki?”diye sorup sanki herkesin bildiği birşeyden bahseder edası takınarak tilkiye karşı bir üstünlük elde ediyor. Daha sonra farenin anlattığı bütün caydırıcı özellikler bizzat tilkinin özellikleri. Tilkiye her baktığında gördüğü dişler, pençeler, farenin yaratmaya başladığı canavarın korkunç sivri bir çift dişi, korkunç pençeleri, korkunç ağzındaki korkunç dişlere dönüşüveriyor. Fare tilkiden duyduğu korkuyu hayali bir başka yaratık olarak ona geri yansıtıyor, ve o hayali yaratığın, az sonra hemen orada buluşacağı Gruffalo’nun, en sevdiği yiyeceğin de tilki fırında olduğunu söylemesi artık tilkinin pes etmesine ve kaçıp gitmesine yeterli oluyor. Bütün hikayenin en güzel nakaratı: “Silly old Fox! Doesn't he know, There's no such thing as a gruffalo?”* / “Sersem ihtiyar tilki, Gruffalo diye bir şey olmadığını bilmez mi ki?” [Yıldırım Türker’in çevirisiyle: Tilkideki beyin değil saman, Benim uydurduğum biri Tostoraman].
Fare, tilki gibi tehlikeli bir düşmanı savuşturmuş olmanın gururuyla artık ormanda daha bir güvenli yürürken karşısına baykuş ve ardından yılan çıkar. Hikayenin gerisinde aynı numarayla baykuş ve yılanı da kandırmayı başarır. Diğer ikisine anlattığı Gruffalo/Tostoramanın farklı özellikleri de yine o ikisinden esinlenen özelliklerdir. Başkuşun yamru yumru dizleri, büyük tırnakları, burnunun üstündeki yeşil çıban ve yılanın siyah dili, sırtındaki pullar, korkutucu gözleri Tostoraman’ın özellikleri haline gelir.
Farenin hayalinde yarattığı Tostoraman, onun en çok korktuğu avcılar olan tilki, baykuş ve yılanın özelliklerinin bir toplamıdır. Fare tilkiyi savuştururkenki kadar korku duymadan baykuş ve yılanı savuşturabileceğinden çok daha emin, çok daha kendine güvenen bir ses tonu ve rahat jestlerle konuşur. Çünkü onların da tilki kadar ahmak olacaklarını ve hemen kanacaklarını artık bilir. Onlarla da aynı şekilde dalgasını geçer, gururla yoluna devam eder. Farenin yarattığı efsane o kadar büyük bir etki yaratır ki ormanın bu avcı üçlüsü kendi aralarında meseleyi istişare etmek için toplantı yaparlar, fakat üçü de bu yaratığın neyin nesi olduğuna akıl sır erdiremez. Fare kendisinden artık o kadar emindir ki Tostoraman’ın adıyla şarkılar söylemeye başlar. Sanki minik fındık faresinin bu kurnazlıkla, bu zekasıyla alt edemeyeceği bir başka canlı kalmamış gibidir.
Derken birden bire karşısında bir dev zuhur eder: tilki, baykuş ve yılana anlattığı bütün özelliklerin toplamı olan bir canavardır karşısındaki. Daha evvel buna benzer birşeyi kendisi de görmemiş olan fare, bunun tam da kendi anlattığı gibi bir Tostoraman olduğunu idrak eder. Bunu idrak eder  etmesine ama onun tarafından yakalanır. Ona yem olmaktan kurtulmak diğerleri kadar kolay olmayacaktır. Ona karşı diğerlerine izlediğinden farklı bir yol izlemeye başlar. Kendisinin bu ormanın en korkulan yaratığı olduğunu söyler ve tabi ki Tostoraman onunla alay eder.
Koca Tostoraman, fareye bir şans verir. Fare bu iddiasını ispatlamak için yolu geriye giderler ve teker teker yılan, baykuş ve tilki ile karşılaşırlar. Her karşılaşmada anlatılan Tostoramanın gerçek bir canavar olduğunu gören öbürleri fareye veda edip kaçarlar. Fare yanı başında Tostoramanla birlikte yürürken onu gören her hayvanın öcü gibi korkacağını çok iyi bilmektedir. Ama Tostoraman bunu bilmez. Tostoramanın gördüğü ve inandığı ise yılan, tilki ve baykuşun fareden korktuklarıdır. Tostoraman diğer hayvanların fareden bu kadar korkmalarından çok etkilenir ve en sonunda fare en sevdiği yiyeceğin tostoraman külbastı olduğunu söyleyince onun da korkudan ödü kopar ve çığlık çığlığa koşarak kaçar.
Diğer üçünün Tostoramandan duyduğu korkuyu, fare Tostoramana karşı, onların sanki kendisinden duyduğu korkuymuş gibi kullanır. Yaptığı asıl büyük kurnazlık budur: o üç hayvandan duyduğu korkunun sağladığı malzemeyle onları korkutacak hayali bir yaratık vücuda getirmesi kurnazlığının ilk aşamasıydı. Ancak bu hayali yaratığın gerçeklik etkisi o kadar büyüktür ki bunun yol açtığı gurur, kibir ve bu işin artık sadece canını kurtarmak için bir kurnazlık olmaktan çıkıp bir keyif halini alması yüzünden kendisi de bunun gerçekliğine kapılır. Özellikle yılana karşı son derece tiyatral tavrından bu işten ne kadar keyif aldığını artık görebiliriz.
Bence hikayenin öğrettiği etik tecrübe de burada: eğer canını kurtarmak için kendinden daha güçlü bir varlığı savuşturmak üzere taktik olarak uydurmacaya, hayali bir güce başvuruyorsan sorun yok.Ama bu bir süre sonra bu kendini üstün görmene yol açacak bir eğlenceye dönüşüyorsa, o zaman başkasının başına saldığın korkular senin başına da musallat olabilir. Fare bir kez daha kendinden daha büyük bir varlığın karşısında  güçsüz duruma düşmektedir, lakin bir farkla, bu daha büyük varlık tümüyle onun muhayyilesinin ürünüdür. Gerçekliği ve etkisi tümüyle ötekilerin buna ne kadar inandığına bağlıdır. Zaten iktidarın sırlarından birisi de bu değil mi? Her kim ki kendisini muktedir bir konumda göstermeye çalışsın, diğerleri buna inanmadığı sürece iktidar olamaz. Ta ki diğerleri kendi kudretlerinden vaazgeçip ona o iktidarı bahşedene kadar. Burada muktedirler ve ona tabi olanlar arasındaki ilişki tekrar eden ritüeller boyunca diğerlerinin hep onun muktedir olduğu ve kendilerinin de ondan zayıf olduğu inancını tekrarlamalarına bağlıdır.
Farenin ikinci aşamada yaşadığı sorun doğanın en temel gerçeğini ihlal etmesidir: kimse kadiri mutlak değildir. Bu yanılsamaya kendisini kaptırdığı anda doğa ona bunun imkansız olduğunu hatırlatır. Tostoromanın bütün cesametiyle karşısında zuhur etmesi, iktidarın, tâbi olanların inancına bağlı olmasından kaynaklanır. Eğer herkes ona inanırsa, güç sadece bir tasavvur olmaktan çıkar ve gerçeklik kazanır.
Fare, kendisinden güçlü olanlardan kurtulmaya çalışmakla kalmayıp, onlar karşısında sembolik bir güç de elde etmeye kalkışmasının ardından aynı güç kendisine döner. Neyse ki durumu çabuk kavrayan fare tekrar gerçekteki zayıf durumunu hatırlayıp buna uygun bir stratejiyle hem asıl hasımlarına karşı kendisini koruma imkanını pekiştirir hem de onun başına musallat olacak bir muktedir konumunu terk edip başına musallat olan Tostoramanı da başından savar. Zayıfın güçlüyle baş etmede asıl etik stratejisi budur. Mesele bir iktidar ilişkisini yıkıp yenisini kurmak değil, o iktidar ilişkisini dağıtmak, ondan tümüyle çekilmektir, o iktidar ilişkisinin güçlü tarafını güçten düşürmek ve güçleri daha adil bir şekilde yeniden dağıtmaktır. Fare böylelikle erklenmiş ama iktidar olmamıştır. Günün sonunda farenin tek istediği güzel bir fındığın tadını çıkarıp ormandaki neşeli hayatın güzelliğine katılmaktır.
Animasyonun sonunda, annelerinin anlattığı fare hikayesi bitince sincap yavruları az evvel saldıran baykuşun yol açtığı korkuyu üstlerinden atıp dışarıdaki dalın üstünde annelerinin baykuştan kaçarken bıraktığı fındık tanesini almak için çıkacak cesareti bulurlar. Farenin hayatta kalmanın da ötesinde erklenme mücadelesi, diğerlerinin hayatta kalma ve güçlülerle başa çıkma mücadelesinin esin kaynağına dönüşen bir efsane olur.


*Tostoraman’ın İngilizce tam metni için:


http://uzuncorap.com/2014/01/01/tostoraman-ya-da-zayifin-hayatta-kalma-ve-guclulerle-basa-cikma-stratejisi/


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...