29 Haziran 2007 Cuma

Irkçılıklar el ele verirken


Irkçılığın gündelik kültürel pratiklere saklı sinik doğasını apaçık saldırgan ırkçılıktan ayırt etmek gerekirken birincisinin bu ikinci tip ırkçılığın kolayca büyüyebileceği toprağı olduğunu belirtmeli. Karşımıza çıkacak en yaygın kanı, birincisinin ırkçılık değil önyargı, ikincisinin de aşırı milliyetçilik olduğunu söyleyen ve bu aşırı milliyetçiliğin sadece faşizan hedefleri olan örgütlenmelere içrek bir ırkçılık veya kafatasçılıktan türediği, ne var ki halkın bunlara mesafeli durduğu iddiasıdır.
Sıradan gündelik konuşmalarda, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu veya bugün Türkiye nüfusunun mevcut Türk tanım(lar)ı dışında kalan etnik unsurlardan –Bulgarlar, Yahudiler, Rumlar, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Farslar, Lazlar, Gürcüler, Çingeneler, Çerkezler, Arnavutlar, “Arap Bacı” stereotipi ile karşımıza çıkan Afrika kökenliler gibi– söz açıldı mı çoğu zaman derhal ırkçı önyargıların ürünü olan, adı geçen topluluğu şu ya da bu “özelliği” üzerinden aşağılayan ya da tersine hoşgörülü bir mesafeyle karşısındakine yerini bildiren, Türk’ün saflığını, ayrıksılığını vurgulamadan geçmeyen, gündelik hayata içkin bayağı ırkçılıklarla karşılaşabiliriz. Karadeniz fıkralarındaki aptal Karadenizli stereotiplerinde, “Ermeni tohumu”, “Rum dölü”, “Moskof uşağı”, “Çingene çalar Kürt oynar”, “Acem palavrası”, “Pinti/paragöz Yahudi”, “ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü”, “Esmer Vatandaş” gibi ilk aklımıza gelen ifadelerde saklı etnik göndermeli ırkçılıkların ve kültürcü önyargıların gündelik konuşmalarda ne kadar kolaylıkla sarf edildiklerini düşündüğümüzde, bunların daha rafine ırkçılıkların politik programları açısından hep kullanıma hazır malzeme olduğunu yadsımak kolay mı? Ya da bunları folklorik bir çeşni olarak sayıp sıradan hayatın içindeki önemsiz, tehdit sayılmayacak vasatlar olarak göz ardı mı etmeliyiz? Bu insanlar bu coğrafyaya ait değilmiş ve buradan gittikleri ya da etnik kökenlerini alınlarında bir damga gibi taşıyarak susup oturdukları takdirde Türklüğümüzün vicdanını rahatlatacak misafirler gibi telakki edilir. Bu ırkçılıkların gayri-Müslimlere yönelik türevleri, Osmanlı imparatorluk mirasının devamcısı esas ev sahibinin misafirperver hoşgörüsüyle “azınlıklaştırdıklarını” ağırlar gibi yapar. Müslüman olup etnik anlamda Türk olmayana ise daha bizden birileri olarak yaklaşır, kendi farklılığını beyan etmeyip Türklüğünü kanıtladığı taktirde –meşhur mozaik ve mermer metaforlarını hatırlayalım– onu da kendinden bilip öylece bağrına basar.
Irkçılığın yönü bağlama göre, “içimizdeki öteki”nden “dışımızdaki öteki”ne de yönelebilir: Balkan halklarından birisine, Ruslara, Amerikalılara ya da Avrupa’daki herhangi bir topluma. Bunlar gündelik pratiklerin “sıradan”, fark edilmeden geçilen ırkçı önyargılarıdır. Kimi ırkçılıklar ise kurumsaldır. Uzun tarihsel geçmişleri vardır. Devlet politikalarının ya da siyasal arenadaki söz sahiplerinin diri tutmalarıyla beslenir, büyütülür. Belirli bir siyasal programları vardır ve o programın maksadına göre dolaşıma sokulurlar. Konjonktürel olarak bu ırkçılıklardan bazıları başka ırkçılıkların güçlendirilmesi için yeniden işlenir ve işlevlendirilir. Kültürde hazır hammade halinde, yüzergezer şekilde depolanmış olarak bulunan önyargılar ve saklı ırkçılıklar, ihtiyaca uygun “maddi verilerle” desteklenerek daha gerekçelendirilmiş bir düşmanlık için kurgulanır ve sahici bir hedefe yönlendirilerek tekrar işlevselleştirilir. Örneğin Osmanlı’nın modernleşme süreçlerinde, ‘Millet-i Hakime’nin boyunduruğundan kurtulmak için bir bir ayaklanan milletleşme sürecindeki tabi halklar karşısında yürürlüğe giren Türk milliyetçiliği programı, etnik farklılıkları çeşitli nüfus politikalarıyla saf dışı bırakmak için mevcut kültürel düşmanlıkları işleyip geliştirirken bu türden bir işlevselleştirmeye başvurdu. Benzer süreçleri erken cumhuriyet dönemindeki Türkleştirme politikalarında ve günümüzde de görüyoruz. Türkleştirme –farklılıkların arındırılması veya aynılaştırılması– programlarından başarıya ulaşanlar öncelikle gayri-Müslimlere yönelik olanlarıdır bilindiği gibi. Ancak bu programlar her ne kadar başarıya ulaşıp geriye sadece “azınlıklar” bırakılmış olsa da bu azınlıklara karşı kültürel bellekte sürekli diri tutulan yerleşik önyargılar ve ırkçılıklar günün ihtiyaçlarına göre farklı misyonlar için de kullanılabilir: iki medya grubu arasındaki savaşta taraflardan birinin diğerinin sahibine Rum tohumu demesinde ya da PKK liderinin menşeine dair Ermeni olduğu iddiasında görüldüğü gibi, belirli bir konjonktürde dışlanan bir tarafın daha evvelki kabul görmüş bir ırkçılığın –ermeni düşmanlığının– desteğini alarak kuvvetlendirilmesine yarayabilir. Yahut “ulusalcı sol”un ve miliyetçilerin elbirliği ederek devletin bünyesinden Türk-olmayanı temizleyerek yüzde yüz saf milli sermaye yaratma programında olduğu gibi, devletin içinde bulunduğu tüm müşkül durumlarla bir takım gizli mason örgütlerinin ve Sabetaycıların ilişkili olduğunu kanıtlamaya yönelik “bilimsel” köken araştırması çabalarıyla yan yana yürüyen, Kürtlerin demokratik taleplerinin kaynağını ABD ve İsrail’in Ortadoğudaki hesaplarına adresleyen formüllerdeki gibi yine yaygın bir ırkçılık çeşidi olan anti-semitizm başka ırkçılıkların alt metni haline getirilebilir. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle sorunlarını tartışırken –I. Dünya Savaşında bizi emperyalizme satan Araplar suçlamasından beslenen– Arap nefreti, modernleşme sürecinde Arap kültüründen kalma ne varsa ondan kurtulmak isteyen cumhuriyetçi elitizmle el ele tarihsel bellekten çağırılır ve 11 Eylül sonrasında yükselen batı kaynaklı Müslüman-Ortadoğulu nefretiyle harmanlanarak İslamcı tehdit algısının payandasına dönüştürülür. Bunun gibi, Haçlı seferleri, İngiliz ve Fransız emperyalizmleri gibi tarihsel geçmişlerle ilişkilendirilen Hıristiyan-Batı düşmanlığı Avrupa Birliği’nin yaptırımları ve dayatmaları karşısında tazelenerek sıradan dile “Haçlı Zihniyeti” yahut da “Sevr’i hortlatmak” şeklinde tercüme edilebilir. Birçok örnekleri verilebileceği gibi kültürel belleğe içkin ve kend, doğuşuna yol açmış çatışmaların tarihsel bağlamından artık kopmuş bulunan kültürel önyargılarla saklı ırkçılıkları tazelemeksizin hiçbir milliyetçi program kendi sakil popülist dilini kuramaz. Bu yüzden “birleştirici”, “evrensel değerlere bağlı”, “yurt sevgisi” esaslı “ırkçı olmayan!” bir milliyetçilik oluşturma hayali, milliyetçiliği bağrında hep saklı tuttuğu ırkçılıktan özenle ayırmaya çalışırken yerleşik kültürel önyargılara toslar ve kazanan daha ziyade popülist milliyetçilik olur.
Irkçılık karşıtlığının tutarlı kalabilmesi için tüm ırkçılıklar arasındaki bu geçişliliği göz önünde bulundurarak her türlü ırkçılığa –ve onun kadar sınıfsal, cinsel, kültürel, modernist ayrımcılık ve dışlamalara da– karşı sürekli bir uyanıklık halinde olmak elzemdir. Hrant Dink’in katledilmesiyle ayyuka çıkan Ermeni düşmanlığına dikkatleri çevirirken bununla işbirliği halindeki Batı-Hıristiyan karşıtı önyargılardan; sosyalistlerden İslamcılara ve faşist milliyetçilere kadar en geniş siyasi yelpazeyi kaplayan Yahudi düşmanlığından; ağırlıklı olarak modernist önyargıların ürünü olan Arap nefretinden; şiddeti ve “terörü” eleştiriyor görüntüsü altında bir ırkçılığı giderek büyüten Kürt düşmanlığından; Kıbrıs sorunu her gerildiğinde yeniden tırmanan ve “Trabzon’da Pontus Devleti kurmak istiyorlar”, “İstanbul’u tekrar almak istiyorlar” paranoyası ile beslenen Rum-Yunan düşmanlığından ve bunlar arasındaki işbirliklerinden bahsetmeyen bir ırkçılık karşıtlığı yarım ağızlı kalmaya yazgılıdır. Irkçılık, hayali kurgulara dayanır ve tutarsız olması onun için sorun değildir. Ama ırkçılık karşıtlığı her türlü ırkçılık ve milliyetçilikleri karşısına alarak tutarlı olmadığında politik doğruculuğun gayri samimi bir jesti olarak sınırlı kalabilir.

29 Haziran 2007 Birgün

1 Haziran 2007 Cuma

“Ne Tanrı, Ne Ulus, Ne Devlet!” Toplumsal Radikalizmin Coğrafyası

Siyahi, Sayı 9, Haziran-Eylül 2007


Kürşad Kızıltuğ


Güncel siyaset giderek ağır çatışmalara sahne oluyor. Bu çatışmaların birçok cephede sürdüğü herkesçe gözleniyor. En çok teşhis edilen şeylerden birisi Türkiye’deki iktidar bloğunun –küresel makro iktidar yapılarının yeniden yapılanmasının da zorlamasıyla– bir yeniden yapılanma süreci içinde olduğu ve bu yapılanmanın oluşturucu unsurlarının kayda değer bir süreden beri kendilerini yeniden tarif ettiği. Devletin, siyasal rejimin ve toplumun geleceğinin belirlenme kavgasının verildiği bu iktidar savaşında, taraflar arasında çalışan sınıfın, kadınların, Kürtlerin, gençlerin, ezilenlerin, akla gelebilecek her türlü madunların taleplerinin yeri yok. İktidar bloğu içindeki çatışmalar yalnızca bu alttakilerin manipülasyonunu elden geldiğince etkin yöntemlerle sürdürmek suretiyle mevcut sorun öbeklerinin idaresini sağlamaya çalışıyor. Bu idarenin devlet cephesinde statükoyu sürdürme uğraşı verenler tarafındaki en belirgin manipülasyon aracını ise dizginlerinden boşalmış bir milliyetçiliğin varyantları oluşturuyor. Bunda ilk bakışta yeni bir şey yok belki. Yeni olan şey ülke nüfusunun son on yıllarda geçmiştekinden kat kat daha siyasallaşmış olması. Siyaset artık devlet katında aşağıdakilerin temsilcilerinin birbirleri arasında sürdürdükleri bir kavga olmaktan uzaklaşıp daha ziyade bütün toplumsal satha yayılan, tüm insan ilişkilerini kesen bir genişleme sürecine giriyor.

Peki, bu bir sivilleşme midir? Siyasetin içine giderek daha fazla çekilen bu kalabalıkların iktidar bloğunu kendi kontrolü altında tutma uğraşı veren istikrarlı iktidar gruplaşmalarınca yönlendirildiğini, doğrudan doğruya devletçi dürtülerle hareket ettirildiğini kabul etmek gerek. Bunu devletin alanının tüm sivil topluma doğru yayılmaya başlaması olarak okuyabiliriz. Verilen kavgaların devletin kontrolünden özerkleşmiş ve onun üzerinde demokratik anlamda baskı oluşturan bir sivil alanı genişletmeyi ve radikal demokratik bir ufukla kalabalıkların siyasetin icra edilişine katılımını sağlamayı içermediği aşikâr. Kalabalıklar, bu sahnede, esas faillerin gereksindiği gücün neşet ettiği kaynak olarak yer alıyor. Kendi dolaysız öznellikleri ve talepleriyle değil. Verili taraflarla, yazılmış muhtemel senaryolar üzerinden saflar oluşuyor. Devletin derin mekanizmalarından sivil toplumun bünyesine doğru, gizli veya açık, dolaylı veya doğrudan kanallardan gerçekleştirilen manipülasyon zincirleri tüm toplumsal ilişkiler ağını giderek daha fazla etkisi altına almakta.

Devlet artık eskisi gibi üstte duran ve yukarıdan yöneten bir mekanizma değil. Toplumun içinde onu aşağıdan, yeniden kuran bir mekanizma haline gelmekte. Hakim olduğu fiziki coğrafyanın –ülke–  üzerinde konumlanan soyut, aşkın bir varlık olmak yerine somut, içkin bir güç olarak toplumsal mekânın içine yayılmak ve daha fazla yerleşmek eğilimi gösteriyor. Yani sivilleşmenin ve devleti küçültme iddialarının tam tersi bir eğilim. İnsan gruplarının kendi içlerinde ve diğer gruplarla kurdukları ilişkilere, geleneksel cemaatçi ilişkilerin yerini alan, hangi görüşe ve ideolojiye ait olursa olsun modern devletçi ilişkiler şekil veriyor. Gündelik hayatlarımız da giderek makro siyaset ile belirlenen bu kavgaların konusu haline geliyor.

Milliyetçilik, belirli bir hakim millet kurgusu uyarınca birbiriyle özdeş kılınmış kalabalıkların homojenize birliğini sağlamak –tüm çatışmaların üstünde bir görünüm elde etmek– suretiyle kendi işleyişini mümkün kılmak isteyen organize bir tahakküm aygıtı olan modern devletin olmazsa olmaz bir niteliğidir. Milliyetçilik hayali bir birliği mümkün kılan, –devlet makinesinin parçaları arasındaki sürtünmeyi azaltan– makine yağıdır. İktidar bloğunun içindeki çatışan grupların verdiği hegemonya mücadelesinde milliyetçiliğin türlü şekillere girip devamlı uyarlanması, yıpranan ideolojinin yeni kılıklarda tazelenmesi güncel makro siyasetin tüm katılımcılarının vazgeçilmez taktiklerinden birisi.

Bu yüzden giderek alarm veren bir ruh haliyle, yalnızca devletçi ilişkiler ağının parçası olmaktan kaçınır görünen liberal muhalifler değil aynı zamanda bu ağın unsurları içindeki devlet yanlıları bile milliyetçiliğin aldığı, muhtemelen alacağı ve alması gereken şekiller konusunda birbiriyle çatışan sayısız mülahaza ortaya koyuyorlar. Bu tartışmanın dışında duran bir radikal solun geniş kesimi ise kendi tartışma konusunu devletin ampirik niteliği ve milliyetçiliğin muhtemel tehditleriyle sınırlamış durumda: ırkçılaşan milliyetçi saldırganlık ya da aksak demokrasinin daha da kötürümleşmesi. İster liberal ister radikal muhaliflerin tarafında en çok yapılan şey, milliyetçi ideolojinin tüm varyantlarıyla teşhis ve teşhir edilmesi ve bundan hareketle alarm ruh halinin zirvede tutulması. Ancak milliyetçiliğin bu sonu gelmez biçimde yapısöküme uğratılmasında ve eleştirilmesinde giderek tıkanmakta olan bir eğilim var. İktidar bloğunun çatışan taraflarının türlü eğilimlerinin, kaynaklarının, hesaplarının, ilişkilerinin, devlet üzerinde hegemonya mücadelesi veren bu grupların ne tür motivasyonlarla hareket ettiğinin gün be gün kaydının tutulmasında sistemin sürekli olarak mercek altında tutulması ve teşhir edilmesi kaygısının ötesinde bir beklentimiz olmalı.

Oysa radikal sol muhalifler açısından sorunun devlet ilkesinin kendisini sorgulamak olması gerektiğini düşünüyoruz. Devletin varlık gerekçesini milletin birliği ve toprak üstünde egemenliğine dayaması gerçeği devletin tartışılmasını içermeyen bir milliyetçilik tartışmasını hükümsüz kılmaya mecburdur. Bununla yapılabilecek en ehven şey sokak faşizminin önünü kesecek bir bilinç açıklığı sağlamaktır --o da tutarsa. Örneğin sosyal demokrasi konusunu ya da “ulusalcık” ya da “ulusalcı sol” konusunu tartışan radikal solcuların ana argümanlarına baktığımızda hep bu tıkanmayı görüyoruz: sorun “bu artık lafta kalmış solun” tesiri altındaki kitleleri milliyetçiliğin yalanlarından kurtarıp sosyal demokrasinin aslına rücu etmesini sağlamak şeklinde tarif ediliyor ne yazık ki. Oysa bugünkü anlamıyla sosyal demokrasinin doğuşu, yirminci yüzyılın başlarında sosyalistler içinde yaşanan büyük bir ayrışmadan ileri geliyor. Dönemin sosyalistleri arasında yaşanan bir reformculuk ve devrimcilik yol ayrışması aynı zamanda sosyal demokratlarla komünistler şekline bürünmüş ve bu ayrışmada Alman Sosyal Demokratları Birinci Dünya Savaşı’nda işçi sınıfının milli burjuvazinin safında yer alması gerektiğini benimseyerek kısa süre sonra yaşanacak olan 1919 Alman Devrimi’nin yenilgiye uğratılmasında da baş aktör olmuşlardır. Komünistlerce bir daha hiç unutulmayacak olan bu siyasal ihanet salt bir stratejik ayrışmanın ötesinde bir safını seçme meselesi de olduğundan ötürü, o tarihten bu tarihe gerçekte sosyal demokrasi zaten hep aslına rücu eder. Bu anlamda bazı radikal solcuların ve sosyalistlerin sosyal demokrasiyi hizaya çekmek istemesindeki iyi niyet, anlamlı tarihsel kopuşların belirginleştirdiği siyasal ayrışmalar arasındaki derin farkları silikleştirmek istemek şeklinde de yorumlanabilir.

Bu tür yaklaşımların, devlet, ülke ve toplumun, muktedirlerin zihniyetlerinde kapladığı alanla radikal sol muhaliflerin büyük kısmının zihninde kapladığı alan arasında şaşırtıcı bir örtüşme olmasından kaynaklandığını iddia edeceğim...

Yani meselelere bakış açıları ne kadar farklı olsa da makro siyasete dair sözü olanların en büyük çoğunluğu açısından meselenin özü, devletin ampirik niteliği ve güncel makro siyasetin gidişatı üzerinden devletin içeriğini değiştirip dönüştürmeye zorlamak ya da halkı buna ikna etmektir. (Ne de olsa devlet iktidarını ele geçirerek toplumu dönüştürmeye niyetlenmiş bir devrimci programın tüm inandırıcılığı ve meşruiyeti sarsılmış durumda.) Bu bakış siyasetin hep makro siyaset olarak kavranmasından ileri geliyor. Radikal solun neredeyse daimi olarak güncel siyaset değerlendirmeleriyle kendisini sınırlaması, sürekli bu ampirizmle malul olması, güncel siyaset karşısında devlet ötesi bir siyasal ufuk ortaya koymamasından, koymak istememesinden ileri geliyor.

Devlet ilkesinin kendisini sorgulayan ve içine battığı “reel politik” tartışmaların körelticiliğinden sıyrılan bir radikal sol bakış (günceli takip etmeyi sürdürse de) güncel makro siyaset analizlerinin labirentlerinde çaresizce dolaşmak yerine kendisini ütopyacı bir tasavvura verme eğilimi gösterecektir/göstermektedir. Ütopyacılık burada yaygın pejoratif anlamıyla ayağını yere basmayan hayalcilik olarak değil, imgelemindeki toplumu gerçekleştirme mücadelesini şimdi ve burada veren bir dönüştürücü pratiğe girişmek olarak anlaşılmalı. Ancak eskinin ütopyacılığı ile şimdiki arasında bir ayrım çizmeye ihtiyaç var: bu ayrım siyasetin icra edileceği mekân sorunu ya da siyasetin ölçeği ve hedefi sorunudur aynı zamanda. Eğer siyasal mücadeleler hep eski solda olduğu gibi makro siyasal mücadeleler olarak kavranırsa siyasetin ölçeği (örgütlenmeleriniz ne kadar yerel olursa olsun) söyleminden ötürü ulus-devlet olacaktır. Bu durumda siyasal örgütlenmenizin coğrafyası da ulus-devletin coğrafyası ya da ülke, hitap ettiğiniz toplum ise ülkenin tüm nüfusu ya da halk ya da millet ya da o milletin bir alt grubu olan sınıf (ama milli-sınıf: Türkiye İşçi Sınıfı gibi) olmak zorunda kalır.

Buna karşın devletçi ilişkiler ağının, mevcut iktidar bloğunun, bu devletçi şebekenin parçası, tarafı, payandası olmayacak bir radikal özgürlükçü siyaset ise kendi siyasal mekân tasavvurunu, siyasetin icra edileceği coğrafya tanımını iki yönde dönüştürmek durumunda: ulus ötesi ve ulus altı. Devrimci bir toplumsal dönüşüm / tarihsel dönüşüm fikrine bağlı kalan devrimci siyasetler, “toplumun tümünü” dönüştürmeye aday merkezi örgütlenmeler üzerinden hareket ederler. Böyle bir bakış açısının toplumun dönüşümünün ancak devlet eliyle gerçekleşecek bir tarihsel proje olarak idrak edilmesi söz konusudur –dolayısıyla toplumsal mücadelenin eylem coğrafyası ‘ülke’dir. Bu aslında soyut bir kavram halini alır çünkü sürdürülen örgütlenme mücadelesi ülkeye özgülenince fiilen ülkenin vatandaşlarına ve hatta ulus-devletin tanım aralığına sıkışmış bir nüfusa –millete– göre koyutlanmış bir siyaset kalır bundan geriye. Buradan devrimci milliyetçiliği onaylamaya ya da milliyetçiliğin “ilerici ve gerici alternatifleri” barındırdığı düşüncesine geçiş için sadece güncel makro-siyasete ayak uydurmak yeterlidir. Ve bu ayak, makro siyasetin yürüyüş ritmine öyle bir uyar ki günü gelir saf milliyetçilerle el ele sosyalistler türlü ırkçılık biçimlerinin dahi işbirlikçisi olurlar. Özellikle de sol anti-semitizm, Avrupa’daki işçi hareketleri içindeki milliyetçilikler[1], Sovyetler Birliği’nin Rus olmayan nüfusuna yönelik uygulamaları, ulus-devlet sınırları dahilindeki bir devrimci mücadelenin anti-emperyalizm[2]  söylemi üzerinden yabancı düşmanlığına omuz verecek kadar dışarıdan gelene karşı milliyetçileşmesi, Türkiye’de son dönemin nasyonal-sosyalist söylemleriyle kendilerini en gerçek sosyalist sol diye yutturmaya çalışan ırkçılar[3] ve onların Sol-Kemalist diğer koalisyon ortaklarına ve son olarak da Latin Amerika’daki Bolivarcı sosyalizmlerin “millici” uygulamalarına bakıldığında sorunun hep ulus-devleti toplumsal dönüşümün aleti olarak gören makro-politik devrimci projeler olduğunu görürüz.

Kültürleri, bölgesel, etnik, milli ve dini ayrımları özgülleştirerek sabitleştiren ve bunu siyasetinin eleştiri hedefi haline getiren bir siyasetin öncelikle ulus-devletin nüfus politikalarının cebrî ve yalana dayalı uygulamalarının (Ermeni Soykırımı, Bulgar-Rum Nüfus Mübadeleleri, Kürtlerin zorunlu iskan edilmesi vb.) bir imalatı olan coğrafi kurguları işlevsiz bırakacak bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu bakış açısı artık toplum dendiğinde modernliğin ve ulus-devletin yarattığı millet kurgusunu göz önünde bulundurmayacağı için toplumsal dönüşüm dendiğinde de bu ölçekten olaylara bakmayacaktır. Çünkü bu ölçek öncelikle soyutlamaların ötesindeki somut insanın yaşadığı yerden kaynaklanan somut sorunlarına, merkezi iktidarın yerel düzeydeki tezahürlerine ve yerel mikro iktidar ilişkilerine duyarsızdır. Aynı zamanda bu ölçek koyduğu coğrafi ve kültürel sınırlar nedeniyle farklı yerlerde farklı kültürlerde ve mekânlarda yaşayanların birbiriyle diyaloğa girebilmesi önünde de bir bariyer oluşturur ve onu evrenselcilik yanılsamasında sözüm ona ötekiyle dayanışmaya sokar enternasyonalizm ismi altında. Bu dayanışma temsili olmanın ötesinde hiçbir somut alışveriş içermez oysa.

Toplumsal mekân tasavvurumuz yalnızca fiziki coğrafyanın bir karşılığı olacak anlamda mekânlara göre oluşturulacak olursa bu bizi salt yerelciliğe ve hatta yerellik fetişizmine de itebilir. Ancak toplumsal mekân, birbiriyle ilişki içinde pek çok toplumsallaşma biçiminin ve karmaşık iktidar şebekelerinin ilişkisi olarak düşünülürse o zaman her bir sorun öbeği, etrafında farklı insan kümelenmelerinin oluşacağı bir kovuk haline gelip o insanları eşitlikçi bir biçimde içine alacaktır. Bu kovuk, sorunlarına somut çözümler öneren ve alternatif dünya tasavvurları ile hareket eden radikal muhaliflerin giderek genişleteceği ve iktidar düğümlerinden birini yırtmaya başlayacağı yeni bir toplumsal mekân haline gelecektir.

İktidarın geleneksel makro devrimci politikalardaki gibi merkezi kavranışından merkezsiz olarak kavranışına geçiş anarşizmin ilk döneminden bugüne kadar mekâna, yerelliğe ve coğrafyaya verdiği önemin başlıca nedenidir. Gelecekte gerçekleşecek bir büyük dünya tarihsel ütopya fikrinden hoşnut olmayan anarşizm somut siyaset önerilerini gündelik hayat içindeki iktidar ilişkilerini dönüştürmek ve toplumsal yaşamın her veçhesine yönelik somut mikro politikalar önermekle günümüzdeki ağsal politik pratikleri önceden haber vermiştir.[4] Ortak dertlerine çareler aramak gibi bir ortaklıkları olması dışında hiçbir kimlik temelli özdeşleşme derdinde olmayan somut insanların, somut toplumsal sorunlar etrafında, çözüm üretici örgütlenmeler ortaya koyacakları bir pratik siyaset, günümüzde insanları kimlik çatışmalarından çıkaracak bir yaklaşıma imkân veriyor. Bu tür pratikler doğası gereği insanların aktif katılımına ihtiyaç duyar ve temsiliyeti ve hiyerarşiyi dışlar.

Toplumsal dönüşümün konusu devletin iktidarını ele geçirmekten uzaklaşıp tüm hayat alanlarına içine alacak denli genişlediğinde toplumsal mücadelelerin mekânı insanın yaşadığı her yer haline gelecek ve her yerdeki mücadelelerin birbiriyle haberleşme, kültürel alışveriş, deneyim aktarımı, dayanışma gibi meziyetlere sahip minörlükler çokluğunun icra ettiği bir yataylık/ufkîlik (horizontalism) siyaseti halini alacaktır.



[1] Bkz. Carl Levy, Avrupa'da Anarşizm, Enternasyonalizm ve Ulusçuluk: 1860-1939, , Siyahi Dergisi, Sayı: 6 Kasım Aralık 2005, s. 44-51.
[2] Emperyalizme karşı çıkmak, kapitalizme karşı çıkmanın güncel ifadesi olarak görüldüğü sürece gerçekten anti-kapitalist olmak mümkün görülmüyor. Zira emperyalizme karşı çıkmanın, kalkınmacı-modernleşmeci bir “sol” programdan öte bir şey olmadığı sayısız deneyle defalarca kanıtlandı. Bugün bu söylemde ısrar edenler yalnızca sağ milliyetçi ve İslamcı siyasi çizgiler. Bu nedenle artık anti-emperyalizm söyleminin devrimci değil kesinlikle gerici, sağcı muhafazakâr bir siyasi çizgiye hizmet ettiği görülmediği sürece Maoculuktan, Kemalizme, Sultan Galiyevcilikten ırkçılığa, oradan da en sonunda etnik saflık anlayışına giden yol anlaşılamaz hale gelir. Milliyetçilikle sosyalizmin çarpık ilişkilerinin kökeni esasında 1. Enternasyonale kadar gider. Özellikle bu konularda Bakunin’in Marx’a yaptığı uyarılara kulak tıkanması ve daha sonrasında sosyalizmin bir kalkınmacı modernleşme projesi olarak üçüncü dünya ülkelerinde hayat bulması gibi gerçekler her ülkede ciddi sorunlara yol açmıştır. Türkiye solunda milliciliğin hep yaşayan bir damar olarak başından beri var olduğunu görmek açısından şu yazı çok çarpıcı: Suavi Aydın, “Milli Demokratik Devrim”den “Ulusal Sol”a Türk Solunda Özgücü Eğilim. Toplum ve Bilim, Birikim Yayınları, Sayı: 78, Güz 1998, ss 59-89. Emperyalizm konusundaki bilinç çarpıklığının nasıl en sonunda anti-emperyalizmin sağcı bir içerik kazanmasına yol açtığı konusunda bkz. Kerem Ünüvar, “Türk Solunun Türk sağına armağanı: Anti-Emperyalizm”, Birikim Dergisi, Şubat 2007, Sayı: 214, ss, 106-112. Bundan daha öteye giden bir analizi yaparak zaten anti-emperyalizmin sola sağdan iltihak etmiş bir nosyon olduğunu ortaya koyan bir yazı için bkz. Süreyyya Evren, “Türk Sağı Anti-emperyalizmini Geri Alıyor!” - Birgün Gazetesi, 1 Nisan 2006. internet: http://sureyyyabirgun.blogspot.com/2007/04/trk-sa-anti-emperyalizmini-geri-alyor.html
[3] Sağ ve sol ırkçılığa ve bugüne has bu nasyonal sosyalizme karşı çıkmanın yolu, sadece onun belirtilerini kaynaklarını teşhis ve teşhir etmek değil, radikal solun kendi bünyesinde yaşatmaya devam ettiği her türlü aşkın, otoriter yapıya dayalı örgütlenme modelini ve bunu temellendiren felsefi kavrayışların da terkinden geçiyor. Ya da başka bir deyişle bugünün radikal aktivizminin söylemiyle "yataylık/ufkîlik siyasetinden" geçiyor.
[4] “Anarşizm ve Postmodernizmin Mekân Siyaseti” isimli yazısında Nicholas Spencer, merkezsiz, temsiliyetin yok edildiği, otorite ve devlet karşıtı bir siyaseti savunmak ve tarihten ziyade mekâna ve coğrafyaya önem vermek açısından anarşist düşünce, situasyonistler ve postmodern düşünce arasında bir süreklilik olduğunu söylerken aslında günümüz siyasetinin giderek yeni öznellikler ve mekânsal temelli bir minör politikaya geçişini öngörmüştü.  Nicholas Spencer, “Anarşizm ve Postmodernizmin Mekân Siyaseti” çev. Erden Kosova, Başka Bir Dünya Mümkün, Haz. Süreyyya Evren ve Rahmi G. Öğdül, İstanbul: Stüdyo İmge, 2002, ss. 200-209. Simon Tormey, tek bir dünya tasavvuruna dayalı klasik anarşist, sosyalist, ilkelci, ekolojist, radikal demokratik projelerin, modernliğin ilk safhalarından bu yana dünyanın daha iyi bir dünya lehine dönüştürülmesi gerekliliği fikri üzerine temellenen bir radikal imgelemden kaynaklandığını söyler. Bu ütopya dünyası imgeleminin yerini alacak bir başka imgelem ütopya mekânları ise buna bitişerek bu imgelemi dönüştürmüş ve eleştiriye açmıştır. Ütopya mekânları imgelemi Dünya Sosyal Forumu ve diğer aktivist hareketlerde karşımıza çıkan alternatif projelerle ve Zapatist hareketteki önemli olanın yeni bir dünya değil ‘bütün dünyaların mümkün olduğu, herkesin kendi rüyasını yaşayabildiği bir mekân yaratmak olduğu anlayışında görüldüğünü anlatır. Simon Tormey, “Ütopya Dünyalarından Ütopya Mekânlarına”, çev. Erden Kosova ve Yüksel Tür, Siyahi Dergisi, Sayı:6 Kasım Aralık 2005, s. 58-66.

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...