1 Haziran 2006 Perşembe

Devrimin Konusu: Tüm Hayat

Devrim kavramı devirmek ya da yıkmakla değil dönüştürmekle ilgili bir kavramdır. Kavramın genelde siyasal kurumların ya da devletin yıkılması ile özdeşleştirilmesi ya da sadece buna indirgenmesi, siyasetin -devleti ele geçirme tekniği olarak- araçsal kavranışından kaynaklı bir deformasyondan ve ona paralel olarak devrim kavramını küçük düşürmek isteyen hâkim güçlerin yol açtığı kasıtlı çarpıtmadan kaynaklanır. Yani bu noktada araçsal devrim kavrayışı ile toplumsal dönüşüm karşıtı egemen güçlerin devrime yükledikleri anlam örtüşür. Devrim toplumsal yapının, kurumların, kurumları ayakta tutan ve meşrulaştıran fikirlerin ve kavramların, ideolojilerin ve toplumu bastıran göreneklerin daha geniş ölçekte de insanların hergünkü pratiklerinin ve hatta ikili ilişkilerin ve kültürün, artık eski toplumdakinden farklı bir yöne doğru dönüşmesidir. Her şeyin siyasallaştığı, en sıradan insanların kendi yaşamları için karar verme kudretiyle dolduğu bir uğrak.
Bu tür bir dönüşüm pek çok farklı siyasal öğretiden kaynaklanabileceği gibi, bu öğretilerden bağımsız olarak etkileri toplumsal yapının bütününe yayılacak derecede dönüştürücü toplumsal faktörlerin sonucu da olabilir –örneğin kültürel, zihinsel ya da teknolojik dönüşümlerin bu tür sonuçları baştan öngörülemeyecek denli geniş çaplı etkilerinden genelde söz edilir. Eğer burada bizi ilgilendiren, insanların kolektif iradi eylemlerinin sonucu olarak toplumu dönüştürmek anlamındaki -nispeten en yaygın kabul gören- devrim kavrayışı ise, o zaman yine de bu tür bir devrim ya da devrimsel nitelikli bir toplumsal dönüşümün salt siyasi bir süreç olmadığının altını çizmek isterim. Burada yapmak istediğim, devrim olarak adlandırılan sürecin siyasal boyutunu küçümsemenin tersine, devrimci nitelikteki bir sürecin salt siyasi uğraklar olarak yaşanmadığını, toplumun gözeneklerinde derinden çalkalanan bir sürü irili ufaklı dönüşümün kolektif etkisinin bir devrim olarak yaşandığını vurgulamaktır. Yani bir devrim, bu mikro ölçekteki boyutlarıyla düşünüldüğünde, toplumun en sıradan gündelik hayat pratiklerinin ve insan ilişkilerinin bile son derece siyasal bir boyut kazandığı; durağan zamanlarda siyaset açısından önemsiz sayılabilecek yaşam alanlarının son derece radikal siyasi öneme haiz olduğu bir süreçtir. Siyasetin toplumun tabanından yukarı doğru yaşamı kuşattığı, buna karşın bilindik anlamdaki ‘devlet işleri olarak siyaset’ ya da ‘devleti ele geçirme ve dönüştürme mücadelesi olarak siyaset’ kavrayışının son derece sığ ve toplumsal dönüşümü sağlamaya yetersiz kaldığı bir uğrak.
Çok biçimsel anlamda devrimden bu şekilde bahsediyorsam burada amacım solu ilgilendiren bir devrim tanımı vermekten kaçınmak değil, devrimi yalnızca sol projeler bağlamında sınırlamanın yetersiz olduğunu düşündüğüm içindir. Zira devrim her şeyden önce sayılamayacak kadar çok sayıdaki toplumsal pratiğin ve olaylar dizisinin bileşke etkisinin, veya bunların sonuçlarının giderek bir toplumsal yapıda “bütünsel” olduğu söylenebilecek denli hissedilir farklılıklar manzumesinin yaşanmaya başlanmasıyla saptanabilir hale gelen bir toplumsal süreçtir. Bu süreçlere etkiyen bilinçli insan edimlerinin önemini ihmal etmeksizin yine de söylenmesi gereken şudur ki devrim, öznesi olmayan ve tarihsel olarak dönemleştirilmesi pek de mümkün olmayan bir süreçtir.
 Her zaman devrimleri başlatıcı süreçlerden bahsedilebilir. Devrimlerin sonuçlarından, etkilerinden bahsedilebilir. Ancak bir devrimin tam olarak ne zaman başladığından bahsetmek, devrim sürecinin sonuçlarını mülk edinmeye çalışan ve kendini bu sürecin oluşturucu faili olarak tanımlamak isteyen siyasal öznelerin sorunudur. Yani demek istediğim devrimci dönüşümler yaratan kolektif süreçlerden, çoklu öznelerden, sıradan insanlardan bahsedilebilir; ancak devrimin öncülerinden, önderlerinden bahsetmek, hareket halindeki devasa bir toplumsal dönüşümün hem öznesi hem de nesnesi olan -aynı anda oluşan ve oluşturan- insan topluluklarına karşı bir küstahlıktan başka bir şey değildir. Yalnızca belirli mücadelelerin, belirli somut örgütlenmelerin ya da siyasal grupların öncülerinden, önderlerinden bahsetmek bana anlamlı görünüyor. Bunun dışında siyasal sürecin başlatıcısı, ya da yönlendiricisi olduğu iddia edilen bir takım “kişi”lere dayanarak toplumsal süreçleri anlamaya ve açıklamaya kalkmak, hele ki böylesi bir yaklaşımdan siyaset çıkarmak bana tamamen devrim metafiziği olarak görünüyor.
Devrim, siyasi düzenin -yani insanların yönetime katılma düzenlemesinin- ekonomik düzenin -yani insanların paylaşım ilişkilerinden pay alma düzenlemesinin-  insanların gündelik hayat içindeki erk ilişkileri düzenlemesinin -yani ikili ilişkiler, aile ve kurumsal yapılardaki düzenlemelerin, hiyerarşinin ve erk ilişkilerinin ve kültürün, tümünü birden mevcut düzenlemelerden başka, arzulanır, olası düzenlemelere doğru hem kolektif iradi çabalar hem de irade dışı toplumsal gelişmelerin ortak etkisi yoluyla dönüşmesi sürecidir.
Bu süreci, bu şekilde, içerdiği sayılamayacak ve sınırlanamayacak failler, etkiler, mikro süreçler olarak ele aldığımızda karşımıza çıkan ikinci sorun zamana bakış sorunudur: eğer devrim tek bir olay olarak kavranırsa, devrimin failleri, önderleri, başlangıcı ve sonrası gibi elle tutulur bir süreç olduğu sanısına kapılırız. Bu bizi başka bir devrim anlayışına, yani sonuçları öngörülemez devasa bir toplumsal sürecin sonucu olarak tezahür eden bir siyasal yer değişikliğini devrim olarak adlandırmaya götürür. Oysa bir devrim gerçekten muvaffak olmuş siyasal değişiklikler veya rejim değişiklikleri ile sınırlı tutulursa -baştan beri devrim tartışmasında sanki saklı tuttuğum terim açısından, yani sol, komünal, özgürlükçü bir bakış açısından- bir devrimden değil olsa olsa siyasal bir el değiştirmeden bahsedilebilir. Çünkü bir siyasal değişikliği devrim kılacak olan şey, içerisinde gerçekleştiği toplumsal dönüşümü ne kadar sürdürdüğü ve güçlendirdiği veya onu ne kadar engellediği ve zayıflattığı yönündeki etkisidir. Sorun böyle tarif edilirse devrimci bir toplumsal sürecin devamı olarak gerçekleşmiş bir takım siyasal devrimlerin tarihsel-toplumsal olarak karşı devrimci etkileri olduğu ya da en azından başlamış bir toplumsal devrimi durdurduğundan söz etmek işten bile değil. Böylesi siyasal devrim örnekleri sol tarihin hazin tahakküm öyküleri olarak duruyorlar.
Ayrıca geçmişe yalnızca devrimci başarılar üzerinden bakan bir bakış, bugün için gerçekleştirilebilir modeller çıkarabileceği süreçleri ele alırken yeniklerin, başarısız olmuş, ezilmiş devrim girişimlerinin ve isyanların öykülerinden uzak durmasıyla da siyaseti ve toplumsal mücadeleleri sıradan insanların talepleri açısından değil araçsal açıdan kavradığının bir başka örneğini gösterir.
 Dolayısıyla bugün devrimlerden bahsedildiğinde, aslında her şeyden önce geçmişteki bir takım toplumsal devrimlerden söz edilir ve bunlardan bazıları mevcut toplumları dönüştürmek için paradigmatik model olarak kabul edilir. Oysa bugün bahsi geçen devrimler, sözü geçen toplumlar içindeki bir takım radikal, yıkıcı, dönüştürücü taleplerin gerçekleşmesi yönündeki geniş halk hareketlerinin sonucu olarak gerçekleşmiş süreçlerdir. Ancak devrime dair tarih yazımı, genellikle, sürecin içindeki yığınların rolünü küçültüp entelektüellerin, düşünürlerin, bazı siyasal partilerin veya şahısların rollerini büyütürler. Bu ise ölçülemez, öngörülemez, olumsal bir tarih olayı olarak devrimi -ya da mikro-devrimler toplamı olarak toplumsal dönüşüm sürecini- bir takım elle tutulabilir faaliyetler, programlar, siyasal yöntemler, öneriler gibi tekrarlanabilir ve tekrarlandığında benzer sonuçları verebileceği varsayılan devrim modelleri olarak genelleştirmeye yol açar, açmıştır. Böylesi bir determinizm, daha geniş zaman ve mekan ölçeğinde gerçekleşmiş ve dolayısıyla ölçülemez süreçleri, karmaşık insan ilişkilerini, kayda geçmemiş deneyimleri, şematize edilip örnek alınacak, bir misyon meselesi halinde zihinlerde yeniden kuran bir devrimcilik tipi doğurur. Bu devrimcilik tipi de geçmişin dinsel öğretilerine benzer şekilde, kurtuluşun nasıl gerçekleşeceğine dair nihai vaadi getirdiğine inanarak kendi ruhban sınıfını veya siyasal elitini doğurur. Geniş zamana yayılan, coğrafi olarak belirlenemeyecek denli düzensiz bir mekânda gerçekleşen toplumsal değişimi, şimdiki zamanda gerçekleşerek vaat edilmiş geleceğe doğru götüren kıyametimsi ve nihai bir kopuş olarak idealize eder ve devrim azizleri ve şehitleri yaratır.
Devrimin, tarihsel olarak bakıldığında ani sayılabilecek belirli bir zaman kesitinde gerçekleşen dramatik bir değişim olarak kavranışından, çok uzun zamana yayılan, çok fazla sayıda faktörün ve insan eyleminin etkisiyle gerçekleşen bir toplumsal dönüşüm olarak kavranışına geçtiğimizde, bunun sonucu olarak çok daha az göze batan, dikkat çekmeyen -deyim yerindeyse isimsiz kahramanlarla yürüyen bir süreç olduğunu düşünmeye başlayabiliriz. Yenilmiş devrimlerin sonraki kuşakların devrimci mücadelelerine miraslarını, taleplerini, kültürlerini aktararak devrimci sürecin parçası olarak kavranabileceği bitmemiş öyküler olarak yeniden anlatılması yahut bir bir devrimci bellek kaydı tutulması önerilebilir.
Böyle düşündüğümüzde, devrim bir siyaset elitinin, siyasal ve toplumsal mühendislik faaliyeti olmaktan çıkar; sıradan insanların kendi toplumsal hayatlarını, toplumun kaderini kendilerinin belirlemeleri süreci olarak kavranmaya başlanır. Bu durumda tek bir devrimden çok, insanların arzulanır bir toplumda yaşamak için giriştikleri ve tüm toplumsal yapıyı etkileyen muhalif, radikal mücadelelerin yatay, özgürlükçü, komünal ilişkiler gerçekleştirmeye çalıştıkları birçok bakış açısının etkisiyle gelişen bir mikro devrimler sürecinden bahsedebiliriz. Herkesin birden arzu ettiği ya da razı olduğu bir kolektif toplumsal projenin olabilirliği ne kadar hayalci ve aynı oranda baskıcı ise, birbiriyle etkileşime giren çok merkezli radikal insan eylemlerinin şekillendirdiği bir toplumsal gelecek ufku önermek o kadar özgürleştiricidir. Çünkü bir toplumsal devrim, toplumun dönüşme imkanlarının sonuna varan bitirici bir eylem olamaz. Toplumsal devrimler, toplumların her zaman kendilerini açık uçlu gelecek projeleri etrafında kurmalarını gerektirir, yoksa muhafazakâr projeler halini alırlar. Bu da gelecek ufkunun şimdiden birbiriyle etkileşime giren ortak yönelimli radikal, devrimci, muhalif eylemler ve taleplerle şekillendirilmesi demektir.
Devrim kavramını reddedip, bir kenara atıp ya da demode bulup bu konunun baskısından kurtulamayız. Radikal muhalif eylemin karşısına her zaman dikilecek olan temel sorular vardır: bir eylemin etkisi nerelere kadar uzanır? Mevcut yapı içinde dönüşümlerle, reformlarla nereye kadar arzulanır bir topluma varırız? İnsan kendi yaşamının sınırları dahilinde nereye kadar bunların gerçekleşmesi için fedakarlıklarda bulunabilir? Ekonomik ve siyasal örgütlenmede değişiklikler yapmak ya da gedikler açmak ya da bunların yerini alacak yeni ilişkiler yaratmak nasıl mümkün olacaktır? Toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeyi mümkün kılacak bir “kaldıraç noktası” var mıdır? Yoksa toplumsal dönüşüm toplumun her cephesinde verilecek sayısız mevzi savaşımlarının elde ettiği kazanımların bir toplamı mıdır?
Tüm bunlar bir toplum nasıl oluşur sorusuna bağlı değil mi? Peki o halde bütün devrim sorusu bir toplum nasıl yeniden oluşur sorusu değil midir? Bana göre bir toplum en azından içerdiği tüm bireylerin toplamı ve ondan daha fazlası ise o zaman toplumsal dönüşümün konusu/sahası da tüm bireylerin tüm faaliyetleri ve ondan daha fazlasıdır. Toplumsal dönüşüm yahut da toplumsal yeniden kuruluş, toplumun tüm cephelerinde yaşanan sorunlar etrafında kümelenerek mücadeleye tutuşmuş taraflar arasındaki ezilenlerin kendi aralarında kurdukları çeşitli ittifaklar sayesinde kendilerini hem bireysel hem de toplumsal bakımdan özgürleştirmeleri için giriştikleri eylemlerin toplamı ve bunları takip eden dönemler, kuşaklar veya asırlar boyunca kalıcı etkiler bırakarak bu yeni ilişkilerin yerleşmesi olarak düşünülebilir. Çünkü geleceğe dair çeşitli toplumsal tasarılar uğruna insanların şimdiki zamanda ve kendi sıradan ilişkileri arasında giriştikleri çeşitli eylemlerin ve yaptıkları tercihlerin hafife alınamayacak denli şekillendirici bir gücü olabilir.
Devrimi yeniden tarif etmek, sorunsallaştırmak gerekli. Bununla birlikte, bir “devrim inancı” üzerine kurulu dava insanı tiplemesi yaratarak değil, devrimci bir toplumsal dönüşüme inanç duymayı demode görerek hiç değil… toplumun dönüşmesinden geçmişte ne anlaşıldığını ve bugün ne anlıyor olduğumuzu sorgulamak, ve böylece toplumun olanca geniş katılımla toplumsal dönüşüme dahil olması ve siyasetin topluma içkin bir şey haline gelmesi olarak devrimi yeniden kavramlaştırmak mümkün. Böylesi bir kavrayışın devrimi toplumsal yaşamın tüm sathına yayacağından kuşku duymamak lazım. Sorun devrimin bir şiddetli dönüşüm, bir ani dönüşüm, toplumu “merkezinden” kuran yapıların dönüşümü sorunu değildir. Zira toplum herkesin katılımıyla, herkesin hergün yeniden üretimiyle kendisini tekrarlar. O yüzden bir devrimin “öncesi” olmadığı gibi “sonrası” da olamaz. Devrimler ve karşı devrimler içiçe pratikler olarak toplumun “içinde” gerçekleşirler, “üzerine” değil.  Bu nedenle devrimin geçmişteki avangardist kavranışının, salt siyasal göstergelere bakarak toplumsal dönüşümü ölçmeye meyleden bir siyasal reformizm ve toplumsal devrimci güçler üzerindeki bir baskı siyaseti olduğunu öne sürmek ve bu tasavvurun yerini alacak daha devrimci bir devrim kavramı öne sürmekten başka devrimci yol bulmak bana pek mümkün görünmüyor.
Ve tüm bunların üstüne şunu da eklemekten kendimi alamıyorum: bir toplum dediğimizde her zaman somut elle tutulur bir topluluktan bahsetmiyoruz. Bilakis tam da modernliğin yarattığı sözümona türdeş ve belirli bir mekansal bütün içinde olduğu varsayılan bir muhayyel toplamdan bahsediyoruz. oysa bu toplum yalnızca bizim zihinlerimizde ve yazılı hukukun kurmacalarında ikamet ediyor. Toplum dediğimizşeyin, heterojen, süreksiz, sınırı belirlenemez bir açık alan olduğunu da yukarıdakilere ekleyecek olursak devrim dediğimiz şey, ister istemez devrimler halini alır. Yani devrimin konusu tüm “hayat”, yahut da varlık haline gelir ve devrim ancak içinde olduğumuz bir süreç olabilir, -bir metafizik tasavvur olarak değil bir maddi gerçeklik olarak: tam da şu anda sonucu belirsiz de olsa gerçekleşmekte olan…
Birikim Dergisi, Mayıs-Haziran 2006, sayı: 205-206


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...