1 Ocak 2007 Pazartesi

Anarşist gözle toplumun tasavvur edilmesi üstüne


Anarşistler genellikle, bütün diğer radikal devrimci sosyal felsefelere bağlananlar gibi, toplumu değiştirmek için mücadele ettiğimizi söyler. Ama toplum dediğimiz şeyin bir önkabul olduğunu ve bu önkabulün devletin hakimiyetini sağlamak için gereken ideolojik bir inşa olup sosyal bilimler tarafından üretildiğini ve eğitim sürecinde kafalarımıza sokulmuş olduğunu pek sorgulamayız. Toplum denilen şeyin tam da modernliğin belirli bir aşamasında, modern bürokratik devletin oluşumuyla birlikte doğduğunu genellikle gözardı ederiz. Toplumun doğasının ne olduğu meselesinin ayrı bir araştırma konusu haline gelişi, toplumun kendisinin bizatihi modern ulus devletin meselesi olmaya başladığı 19. yüzyıl başlarından itibaren, felsefeden ayrışan yeni bir bilgi disiplini olarak sosyolojinin doğmasıyla ilk kez bu kapsamda gündeme gelir. Sosyolojinin, Fransız devriminin ardından, bu ilk ulus-devletin bağrında doğuşu (üçü de Fransız olan Saint-Simon, Comte, Durkheim; “sosyoloji”nin ve sosyolojik pozitivizmin üç büyük kurucu teorisyeni) bu bakımdan rastlantı değildi. Bu ilk evresinden itibaren sosyolojinin meselesi özünde, ulus-devletin sınırlarla belirlenmiş coğrafyası içinde kalan o heterojen nüfusun nasıl toplum haline geldiği ve getirileceği meselesidir. Jön Türk ideoloğu ve resmi Türk milliyetçiliğinin mimarlarından Ziya Gökalp’in de Durkheim çizgisinde bir sosyolog olması rastlantı değildi. Toplumun nasıl dönüştürüleceği ve bütünleştirileceği, dönemin milliyetçilerinin önünde temel mesele olarak duruyordu.  
Bu nedenle, toplumu değiştirmeyi ulus-devlet ölçeğinde düşünen radikal sosyal felsefeler açısından toplumun bir bütün olarak tasavvur edilmesinde sorun yok. Çünkü devleti başka bir formda da olsa sürdürdüğü için bütünsel bir toplum kurgusuna ihtiyaç duyar. Ulus-devlet düzeyinde bir toplumsal dönüşüm tasarlayan siyasal ideolojiler, meseleyi o zamana kadar topluma dahil olmayan her unsuru ve toplumun genel normlarına uymayan her ilişki tarzını “yeni toplum”un genel çerçevesi içine çekecek bir düzenleme konusu olarak ele alır.
Peki anarşistler ve aktivistler açısından toplum nasıl tasavvur edilebilir? Toplum dediğimizde bizler de ulus-devlet içinde kalan nüfusu ve nüfusun tümünü biçimlendirdiği varsayılan bütünsel “toplumsal yapıları” ve “toplumsal ilişkileri” mi anlıyoruz?
Günümüz kapitalist toplumlarını, insanın hareket alanını imkânsızlaştıran bürokratik bir “demir kafes” ya da “kitle toplumu”, her türden sosyalliğin “hakim ideoloji” ve “kontrol teknolojilerinin” belirleyiciğine mahkum olduğu bir totaliter tahakküm sistemi olarak tasavvur edersek, onun karşısında yer alan insan tekini ise edilgin, tabi kılınmış, bireyselleşme imkânları olmayan, toplumla bir başına karşı karşıya kalan güçsüz bir varlık olarak görmeye başlarız. Burada her ne kadar eleştirel, yıkıcı bir bakış açısıyla bireylerin iktidar yapıları karşısındaki güçsüzlüğünden ve iktidarın kötülüklerinden dem vurulsa da, bu bakış bizi birey-toplum ikiliğine götürür; her birey-toplum ikiliği de kısa yoldan bireyciliğe ve nihilizme. Saf liberalizmin, bireyciliğin, nihilizmin, toplum ve siyaset karşıtı düşüncelerin ortak noktası, toplumu, devletin yekpare ve geçit vermez tahakkümü altında ezilen tâbi bireyler toplamı olarak görmeleridir.
Sosyal çatışmaları sadece birey ile devlet arasındaki çatışma olarak görmeyen anarşistler açısından toplumun bütünlüğü ve düzenli bir sistem olduğu düşüncesi sorgulanmalıdır. Eğer her yerde var olan, farklı tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir anarşizmi benimsiyorsak, o zaman toplumu, bir bütünden ziyade, modern devlet ve iktidar aygıtı tarafından sürekli bütünleştirilmeye çalışılan parçalı, uyumsuz, iç içe geçmiş ağlarla birbirine bağlanan, katmanlaşmış, heterojen sosyallikler olarak düşünebiliriz.
Toplumu sınıflar, tabakalar, cinsiyet, yaş, etnisite, hiyerarşiler, meslekler, yerel kültürler ve sosyalleşme ağlarından teşekkül eden, çatışmalarla örülü, süreksiz ve geçişli mekânların ancak devlet zoruyla birbiriyle ilişkiye sokulan ve milliyetçi ideoloji sayesinde bir bütün olarak tasavvur edilen bir şebekesi olarak görmeye başlamak, gözümüzü soyut bir bütünden somut sosyalliklere doğru çevirmemizi sağlar. Böylelikle bu yerel çatışmalardaki her bir ezilen unsur, tahakkümcü ilişkiler karşısında kolektifleşerek kendi direniş mekânlarını kurabilecek potansiyeller olarak görülebilir.
Daha büyük bütünselliklerle toplumu düşlemek, kontrol ve gözetim teknolojileriyle donanmış ve şiddet araçlarının en güçlülerine sahip hegemonik iktidar karşısında, örgütlenmenin ne kadar zor ve toplumsal dönüşümünse neredeyse imkânsız olduğu vehmine götürür insanı. Çünkü karşınızda dönüştürülecek koca bir bütün vardır! Onu kontrol eden iktidar aygıtları ile başa çıkabilmek için, gücüyle boy ölçüşebilecek bir örgütlenme yaratmak gerekiyor demektir! Buna karşın toplumu bütünleştirilemeyen dinamik unsurların parçalı ve karmaşık ilişkileri şeklinde ele almak, farklı mekânlarda yürüyen farklı yerel direnişlerin doğrudan ve dolaylı bağları yoluyla ilişkiye girecek direniş ağlarını, sistem karşıtı genel devrimci hareket olarak yeniden kavramamıza imkân tanır.
Gündelik hayatın geçtiği her yerde: ev içinde, okulda, üniversitelerde, her türlü işyerlerinde, özel ve kamuya ait işletmelerde, sağlık kuruluşlarında, spor, eğlence, kültür ve sanat gibi alanlarda, kırsal ya da kentsel mekânın akla gelebilecek her yerinde çatışmalı, bölünmüş sosyal ilişkiler vardır. Hatta bazı mekânlardaki sosyal ilişkilere alternatifler üretmemizin önünde o kadar da etkili engellerin olmadığı  bir gerçektir. İradi müdahaleler ve bilinç yükseltme yoluyla başka türlü sosyalleşebileceğimiz alanlar da mevcuttur. Cinsiyetler arası ilişiler, ebeveyn çocuk ilişkileri, arkadaşlık ve dostluk ilişkileri, ortak ilgileri olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları sosyal faaliyetler böyle alanlardır. Tüm bu sosyal ilişkilerin geçtiği mekânların hepsinde, diğerleriyle bağlantı kurabilecek yerel direnişler oluşturulabilir.
Bununla da kalmayıp tüm bu mekânlarda mücadelenin katılımcılarının ortak karar alma süreçleriyle alternatif yaşam pratikleri geliştirmelerini sağlayacak yatay örgütlenmeler oluşturmak mümkün görünüyor. Bu tür mekânlarda var olan dirençler böylesi örgütlenmelere adaydırlar. Bu baskıcı mekânlarda, hem gündelik hayatı dönüştürecek hem de eş zamanlı olarak sisteme karşı devrimci propaganda yapabilecek açıklıklar, boşluklar, gedikler, çatlaklar her zaman mevcuttur. Modern siyasal sistemlerin ağır krize girdikleri geçici totalitarizm ve faşizm dönemleri dışında, hiçbir siyasal sistem, hiçbir zaman bu açıklıkların, boşlukların, gediklerin ve çatlakların tümünü birden dolduramaz, sıvayamaz.
Bu çatlakları, boşlukları, gedikleri hem halihazırdaki dirençleri bilinçli direnişlere dönüştürecek hem de farklı projeleri olan faillerin girip içine yerleşecekleri mekânlar olarak düşünebiliriz. Sistem bu mekânların sahip olduğu direniş potansiyellerini farkettiğinde belki bunların bazılarını doldurmaya, sıvamaya, görünmezleştirmeye marjinalleştirmeye veya kendi lehine alternatifini üretmeye çalışabilir. Ayrıca buralar çoğu zaman da daha iyi bir alternatif yaratılmadığı için sıradan insanların günlük sosyal pratikleri tarafından doldurulmuş olan kodlanmamış ve devrimci açıdan yeniden kodlanmaya müsait mekânlardır. Bu mekânları devrimci deneylerin yaşantılanacağı imkânlar olarak değerlendirmek için, politika yapmanın çoğunlukla sadece iletişim kurma amaçlı olan protesto, propaganda ve ajitasyona dayalı soyut, genel ve reddiyeci dilinden biraz olsun uzaklaşmak icap eder: daha tikel meselelere doğru daha somut bir kavrayış, daha uzun erimli odaklanmış bir pratik çalışma, o yerlere özgü daha pozitif, kurucu, dönüştürücü üsluplar ve oranın kendi yerelliğine has özelleşmiş bilgi ve deneyim.
Siyasal açıdan boş olan bu mekânları alternatif sosyalleşmelerle dolu mekânlara dönüştürmeye odaklanmış somut kurucu pratik, tahayyül edilen toplumun şimdideki bir unsurunu oluşturmaya yönelik bir kurucu faaliyet olarak düşünülebilir ve benzer minvaldeki yerel direnişler böylesi bir tasavvurla radikalleştirilebilirler. Burada kastettiğimiz anlamıyla devrimci bir partiküler siyaset olarak aktivizm, devrimci siyasetin parçalanması ve etkisini kaybedecek şekilde faillerin bölünmesi anlamına gelmez. Siyasetin merkezini ya da merkezi sorununu kaybetmesi olarak da düşünülmemelidir. Parçalı olarak tasaavvur ettiğimiz toplumun içinde parçalı olarak mücadele etmek ve farklı mücadeleler sürdüren parçaların ilişkide olması demektir. Bugüne kadar devrimci siyasetlerin boşta bıraktığı ve sistemin doldurduğu gündelik yaşamın gerçekleştiği mekanlarda alternatifler yaratmak yoluyla toplumu aktivistlerin hafriyat ve şantiye sahasına çevirmektir. Bu yüzden bütüne dair soyut politikalar yerine yerele yönelik somut politikalarla başlamamız daha sonuç alıcı görünüyor. (Burada yerel derken fiziki bir yerelliği kastetmiyorum). Kendi gündemlerine göre yola çıkan aktivizm biçimlerinin, toplumun bütünsel tasavvuruna denk düşen, dev büyüklüğe ulaşmış ve tek işlevi ajitasyon propaganda yapmak olan tek bir profesyonel hantal siyaset örgütü yaratmaktan farklı olarak oldukça yoğun bir şekilde kendi gündemini yaratarak güncelliğe etki yapabileğini söylemek abartı olmaz sanırım. 
Bu açıdan bakınca devrim, hegemonik iktidarın baskısıyla sürekli birleştirilmeye ve bütünleştirilmeye çalışılan toplumun içinde birer köstebek gibi çalışan faillerin oluşturdukları şebekelerin toprağın büyük bölümünü alt üst ederek tüm örtüyü değiştirmesi veya yok etmesiyle gelecek olan hakiki toplumsal dönüşümdür. Devrimci hareket, bu devrimci partiküler hareketlerin yayılması, birbirlerini etkilemesi, birbirlerinden moral destek, takviye, deneyim ve taktik alması gibi yollarla gelişen dönüştürücü, kurucu etkilerdir. Devrim tüm toplumsal ilişkileri altüst eden, yerel iktidar ilişkilerini, ta ki iktidarın son kalesi olan zor kuvveti de dahil olmak üzere zayıflatmak ve silahsızlandırmak suretiyle devleti de çökerten bir süreçtir. Toplumsal ilişkiler ağının görünür mekânlarında, tüm görünmez mikro iktidar ilişkilerini, baskı ve kontrol mekanizmalarını çözüp yatay ilişkileri daim kılacak bir alternatif toplumsal hareket (hareketler hareketi), alternatif toplumsallıkları mevcut toplumun gözeneklerinde inşa edebilir. Bilinçli siyasi failler, alternatif toplumsallıklarla paralel olabilecek tüm reformcu, dönüşümcü pratikleri de etkileyerek devrimcileştirebilir. Devlet iktidarı tüm toplumu merkezileştirerek kontrol etmeye çalışıyor; o halde alternatif toplumsallıklar üreten aktivist hareketler, mücadeleyi merkezsizleştirip yayarak iktidarı güçsüzleştirir ve üzerine güç uygulayacağı toplumsallıkları iktidarın altından çekip alır ve başka yerlerde o toplumsallıkları iktidarsız olarak yeniden kurar.
Kapitalizm ve devletler dünyayı tektipleştirme ve farklılıklarını silme eğilimi gösterir. Birbirinden farklılaşabilen alternatif toplumsallıkların yanyanalığı esası üzerine kurulu bir özgürlükçü bir toplum tahayyülü ise bugünkü toplumun, -onu devletin hayal ettiği gibi- bir bütün olmadığını kabul etmekten geçer. Toplumun parçalı, geçişli, esnek unsurların devlet zoruyla bütünleştirildiğine dair tasavvur bizi yekpare bir toplumun Kafkaesk dünyasının doğurduğu siyasal karamsarlıktan da uzaklaştırır. Alternatif toplumsal hareket kendi önünü tıkamak ve kendini imkânsızlaştırmak istemiyorsa, siyasal ilişkiler ağının, zor kuvvetinin, ideolojik düzenlemelerin, iletişim aygıtlarının etki gücünü abartarak, toplumu başka hiçbir failin nüfuz edemeyeceği derecede kontrol ettiği ve onu bir bütün olarak ürettiği düşüncesine itibar etmemelidir. Bu düşünce önce muhalif aktivistin faaliyetini anlamsızlaştırır, ardından da onu gayri meşru hale getirir. Devrimci tahayyülleri olan aktivistlerin yok yere istikrar bozan, huzur kaçırıcı, hayalperest unsurlar gibi görülmesinde, muhafazakârlar kadar, bizzat kendilerinin de düzenin gücünü ve istikrarını aşırı derecede abartması bir sebeptir.
İnsanların tahayyülleri, eyleme kudretlerinin ölçülemezliği, cesaret ve inanç gibi sosyal koşulların ötesindeki faktörler, eyleyişi mümkün kılan ve toplumsal alanda bir farklılaşma yaratan şeydir. İnsan eylemi, her iki kutupta da karar verenin iradesini dış etkenlere bağlayan, kendiliğindenliğin ve zorunluluğun diyalektiği içinde salınan birşey değildir. İnsanların eyleyişlerinin bilinçli bir siyasal eylem haline gelmesi ve toplumsal alanda alternatifler oluşturmaya başlaması toplumun nasıl tasavvur edildiğine dair bir kavrayış değişikliği meseledir aynı zamanda. Her fail kendi bulunduğu yerden parçaları değiştirmek için yola çıktığında gündelik hayatta devrimci dönüşüm başlamış demektir.

Kürşad Kızıltuğ

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...