9 Şubat 2014 Pazar

Androjin olabilir miyiz?

Androjin olabilir miyiz diye sormuştu bir arkadaşım, sorunun ilham verdiği uçuşan düşünceler: 

Cinsiyet kimliklerimizce dışsal olarak belirlenmiş duygularımızı ve fikirlerimizi yeniden yapılandırabilirmişiz gibi geliyor bana. Bunun için birbirimize yardım edebileceğimizi düşünüyorum. Açığa çıkarmaktan ya da keşfetmekten korktuğumuz kadınlıkları keşfetmek ya da sürekli dış cephemizde görünmek zorunda olduğumuz erkeklik elbisesinden gıdım gıdım da olsa soyunabildiğimiz özgür ya da özerk ilişki alanları yaratabilmek de mümkün.
 Hem erkek hem kadın olabilmek; elbette her an konum değiştirip öbürüymüş gibi yapmak anlamında değil, ötekini icra etmek meselesi ya da bir trans-gender geçiş meselesi de değil bence.
Kadınsı fikirler ve erkeksi fikirler, kadınsı duygular ve erkeksi duygulara şeklinde ikili cinsiyet kalıplarıyla çitler oluşturan dünyaya inat, kendimizi kadınlaştırabilmeliyiz ve erkekleştirebilmeliyiz diye düşünüyorum. Sadece kadınlığa atfedilen ve kadınlarca olumlu görülen nitelikler ve sadece erkeğe atfedilen ve erkeklerce olumlu görülen nitelikler arasında kurulan bu derin ayrımı çiğnemeliyiz. Kadınsı ya da erkeksi görülmesine bakmaksızın fikirlerimizin ve duygularımızın, cinsiyet temelli algılanmasının dışına bıkabiliriz. Aslında cinsiyet temelli olmak zorunda olmayan, bir insan için olumlu görülen nitelikleri (her ne iseler) mülksüzleştirebilmeliyiz. Açık sözlülük ya da cesurluk bir erkek duygusu mudur? Toplum bize öyle der, ama toplumun canı cehenneme diyebiliriz. Peki ya geniş kapsamlı süreçleri bütünler olarak görebilmek sadece erkek aklına ait niteliği midir? Bu tür belirlemelerin düpedüz kurgu olduğu ortadadır. Duygusal ilişkilerde incelikli olmak, ötekini gözetmek, empati kurma yetisi, kırılgan duygularını ya da incindiğini açık edebilmek,  bunlar kadınsı nitelikler midir? Bu tür genellemeler kadınlar ve erkekler arasında sert çitler çizmeye yarar, karmaşık sosyal ilişkiler ve sonsuz çeşitlilik gösteren karakter özellikleri karşısında ise sırf temelsiz genellemeler hatta önyargılardır.
 Belki şimdiye dek erkeklerin, savaşçılar, ya da güç gösterisi yapan ağalar gibi ortalarda dolanmak zorunda oldukları acizliklerinden ötürü az önce saydıklarım sadece kadınsı niteliklermiş gibi gelebilir insanlara.
 Cinsiyetlere atfedilmiş tüm duygusal niteliklerin, davranış örüntülerinin, düşünme biçimlerinin ya da tutumların elbette o cinsiyetlerin şekillendirilmesinde etkisi olan bir tarihi vardır. Ama aynı zamanda o kalıpların daima dışına çıkan ve büyük farklılıklar gösteren bireylerin varlığı tüm bu genellemeleri bozar. Duygusal, ince ruhlu, korkularıyla yüzleşebilen bir erkek, cesur ve risk alan bir kadın her zaman vardır. Ve bunlar çoğu zaman sadece cinsiyet kodlarını düzenleyen söylemlerin genellemeleri içinde kalan soyutlamalar ve temsillerdir. Temsiller gerçek hayatla karşılaştığında daima bozulurlar, ancak kalıplara uymaya devam eden iktidara tabi bakış açısından bakınca erkeksi kadınlar ya da kadınsı erkekler gibi ikilikçi düşüncenin ürettiği tuhaflıklar türetilir. Oysa ne kadınsı erkekler ne de erkeksi kadınlar yoktur. Ne saf kadınlar ne de saf erkekler vardır. Daima çeşitlilik gösteren davranış ve duygu varyasyonlarına sahip bireyler vardır. Doğa toplumsal kategoriler yaratmaz. Toplumsal kategorilerse temsili kurgulardır. 
 Cinsiyetlere atfedilmiş nitelikleri saymaya kalkamayız genellikle. Sadece erkekler için en kaba olanlarını ve toplumun önyargılarında olan kadınlara atfedilmiş en aşağılayıcı olanları. Erkekler daima güç peşinde koşarlar ya da kadınlar daima kendilerini ardından sürükleyecek güçlü bir erkek arar gibisinden klişeleri sayabiliriz ancak... Daha fazlasını saymaya, betimlemeye, saptamaya,  kalkmak her zaman özcülüğe düşme tehlikesini getirir.
 Bir zamanlar erkeği üstün varlık olarak kutsayan toplumların kadınlarda değil yalnızca erkeklerde bulunduğunu farz ettiği birçok yetinin cinsiyet rollerinden kaynaklandığı ortaya çıktıkça erkek egemenlik dağılmaya başladı, erkekler iktidar konumunu kaybettikçe kadınlar güçleniyor sürekli olarak.
 Peki aynı ikici/düalist dünyanın kadınlara atfettiği bir takım olumlu niteliklerin sadece kadınlarda değil erkeklerde de bulunabileceğini söylemek mümkün değil midir? Mesela doğayla bağlantılı olmak, beden ve ruh arasında bağını kaybetmeyen bir iç görü sahibi olmak, ötekilerle duygusal empati kurabilmek, duygularını gösterebilmek, müşfik olabilmek, bunlar kadınsı nitelikleri midir? Baskıcı eril kültürde bunlar kadınlarda daha çok bulunan ve kadınlar arası dayanışma ve direniş kuran niteliklerdir de). Erkeklerde bunlar mümkün değil mi? Mümkün olmasını şuna dayandırıyorum: ERKEK DOĞULMAZ, OLUNUR. O halde erkeklik sökülebilir.
 Özcülük tehlikesini göze almak yerine başka bir şey önermek istiyorum: aslında bir BAŞKASIYLA ast ve üst ilişkisi kurmayan, hiyerarşi oluşturmayan, ikiliklerin içine girmeden sadece farklılıklar arasında kesişimler kuran, yaşamı çoğaltabilen, birbiriyle iyi etkileşimler kuran her iyi karşılaşmanın içinde bir çok olumlu nitelik yeşerir. Bunlar ne kadınsıdır artık ne de erkeksi.
 Başkalarıyla bağlarını güçlendirebileceğin ve bu sayede her iki tarafı sevinçle duygulandırabilecek, ortaklıklar kurmaya dönük dayanıklı ve yaratıcı ilişkiler geliştirebilen insanların giderek cinsiyet kalıplarının dışına çıkabildiklerini düşünme eğilimindeyim. Bir nevi androjen oluş diyebiliriz bence buna.
 Bir kadının biyolojik bedeninde doğan birisi trans erkek olurken toplumsal erkekliği yeniden üretmek zorunda olmadığı gibi bir erkek biyolojik bedeninde doğan trans kadın birey de toplumsal kadınlığı yeniden üretmek zorunda değil.
 Kendimizi bu noktada yeniden düşünürsek, ruhumuzla, duygularımızla her iki cinsiyetli olabilmek nasıl mümkün olabilir? Mesela jestlerden başlasak, bana erkekliğin şanını bahşeden beden duruşlarını, pozları, ses tonlarını dayatan bu topluma inat kendimi ayıklayıp yeniden kurabilir miyim? Tersine bir kadın nasıl ona kadınlığın iffetinden bilinen dil ve beden kalıplarının dışına çıkabiliyorsa ben de erkekliğin dayatılmış bu kalıplarının dışına çıkabilir miyim? Ne kadar çıkabiliriz?
 Dışarıda bize her an saldırmaya hazır bir dünya varken belki o kadar kolay her zaman ve her yerde olmaz. Yine de kendi belirleyebildiğimiz, seçebildiğimiz ilişkilerimizin, dostluklarımızın, yoldaşlıklarımızın, aşklarımızın içinde bu mümkün gibi geliyor bana. Giderek bunun yaşantımızın tüm alanlarına yayılan bir dönüşüm olmasını umuyorum. 


******
Bu yazının üstüne gelen bir soru neden Queer ve Trans kavramını değil de androjin kavramını kullandığım üzerineydi: 
Queer ya da trans kavramını bilerek kullanmadım. çünkü ne yazık ki ikisi de fazla kimlikçi bir hale geldi. mesele cinsellik ya da cinsel yönelim ile ilgili değil bu yazıda benim için. 
Buradaki amaç kişinin kendi iç dünyasını göz önüne alarak ötekilerle ilişkisini, yani kişilik özelliklerini dönüştürebilir olduğunu vurgulamak. Bu anlamda insanları kadın ve erkek, heteroseksüel ve homoseksüel diye çitleyip sabitleştirdikten sonra o sabitliklerden yeniden melezleştirmeye çalışmanın, ya da o sabitlerin birinden diğerine olası geçişleri araştırmanın da kimlik hapishanesinden bir çıkış sağlamakta yetersiz olduğunu düşünüyorum. bu ap ayrı mücadelelerin konusudur. Hayır kadınlık ya da erkeklik kavramları daha başından itibaren kurgularla fiiliyat arasında hep bir farkın olduğu, bir çeşitlilik alanını sabitleme çabasıydı. biyolojik cinsiyetten ne kadar ayrıştırılabileceği belirsiz bir toplumsal cinsiyet kategorisinin eleştirisini yaparken bile hegemonik hale gelmesine yol açmıyor muyuz? 
Bence bunları sürekli yapı söküme alarak konuşmak zorundayız. Yani kadınlıktan değil kadınlıklardan, erkeklikten değil erkekliklerden bahsetmekle başlamalıyız, ama bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Kadınlıkların ve erkekliklerin gösterdiği varsasyonların ötesinde belki de ne kadınlık ne de erkeklik kategorileri ile ilişkilendiremeyeceğimiz bir sürü cinsiyetsiz niteliğimizin (ortak ya da tekil) olduğunu keşfe çıkmak gerekiyor. Daha da ötesinde, hali hazırda herşeyin cinsiyetlendirildiği bir söylemsel hegemonyaya karşı, sadece cinsiyetten koparak ele alınabilecek bir davranışlar yelpazesinin sonsuz kombinasyonlarından, ne kadınlar ne de erkekler olmayan, farklılıkların olumlanmasıyla her bireyin kendi cinsiyete dayalı olmayan tekilliğini kurduğu bir sonsuz deneyim alanı açmanın sorusunu sormayı öneriyorum. 
Bana göre Queer kategorisinin sınırlayıcı oluşu onun ikili cinsiyet sistemine ve hetero / homo ikiliğine karşı bir epistemolojik operasyon olmasındandır. Ama yine de ikili cinsiyet ve hetero homo / sisteminin ikiliğinin hegemonyasını tanır. Onun içinde işleyen bir dönüştürme ve aşma manevrasıdır. Hatta kadınlıkları ve erkeklikleri farklı kombinasyonlarla harmanlayarak, ve hetero normatifliği de cinsel arzunun çeşitliliği ile aşmaya çalışan bir içererek aşma manevrasıdır. Bu yüzden ikili cinsiyet sisteminin diyalektiğinin içinde kaldığını düşünüyorum ve ne yazık ki LGBT kategorilerini bırak ortadan kaldırmak, onlara eklenen bir Q harfine, bir kimliğe indirgenmiş durumdadır. 
Peki ya her türlü davranışımız cinsiyet belirlenimli değilse? Neden bu varsayımı devreye sokmuyoruz? Sonsuz varsasyonları iki ana kategori etrafında gruplandırmaya yarayan basit temsil kümeleri ise cinsiyet dediğimiz? Cinsiyetsiz benliklerimizi inşa ederek bir ortak deneyim alanı yaratamaz mıyız? Cinsellik kavramı bile burada manasızlaşacaktır o zaman, belki de şuna dönüşecektir, birbirlerine karşı duygulanabilen, arzu duyan farklı bedenler arasındaki tensel akışlar. Yani benimkisi sadece kendi, içine saptandığımız cinsiyete değil, hepimizin ilişkide olduğumuz tüm insanları cinsiyetlendirerek görme çabasından çıkmaya yönelik bir çağrı. Bunun cinsiyetleri reddediyoruz demekle olmayacağını biliyorum. Bu 3 boyutlu bir evrenin N boyutlu olması gerektiğini söylemek gibi bir şey, ya da 3 boyutu ne boyuta dönüştürme çabasına çağrı. Bu n boyutlu evrenin tüm çeşitliliğinin, artık geçmişin cinsiyet ve cinsel yönelim kategorilerine referansla bir eleştirel operasyon olarak ortaya çıkmış "Queer" kategorisiyle karşılanabileceğine yönelik kuşkularım var. 
Tabi bütün bu söylediklerim, fiilen var olan cinsiyet eşitsizliği dünyayı anlamaya çalışmak için toplumsal cinsiyet kategorisinin yetersiz olduğu anlamına gelmiyor. Bir ütopik ufuk olarak cinsiyetlerden özerkleşmiş ya da cinsiyetsizleşmiş (tensellikten uzaklaşmış değil ama) bedenlerden oluşan bir çokluğu hayal etmekle ilgili bir denemedir bu.
Bence bunları sürekli yapı söküme alarak konuşmak zorundayız. Yani kadınlıktan değil kadınlıklardan, erkeklikten değil erkekliklerden bahsetmekle başlamalıyız, ama bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Kadınlıkların ve erkekliklerin gösterdiği varsasyonların ötesinde belki de ne kadınlık ne de erkeklik kategorileri ile ilişkilendiremeyeceğimiz bir sürü cinsiyetsiz niteliğimizin (ortak ya da tekil) olduğunu keşfe çıkmak gerekiyor. Daha da ötesinde, hali hazırda herşeyin cinsiyetlendirildiği bir söylemsel hegemonyaya karşı, sadece cinsiyetten koparak ele alınabilecek bir davranışlar yelpazesinin sonsuz kombinasyonlarından, ne kadınlar ne de erkekler olmayan, farklılıkların olumlanmasıyla her bireyin kendi cinsiyete dayalı olmayan tekilliğini kurduğu bir sonsuz deneyim alanı açmanın sorusunu sormayı öneriyorum.  

8 Şubat 2014 Cumartesi

Gerontokrasi ve partiraykanın içiçeliği üzerine

Gerontokrasi ile patriyarkanın iç içeliğini göz ardı etmemek gerek. Gerontokrasi, yani farklı yaş grupları arasında hiyerarşi kuran egemenlik biçimi, patriyarkadan kavramsal olarak türetilemez ya da ona indirgenemez. İçiçe geçtiği yerlere özel dikkat göstermek gerek, zira bazı durumlarda gerontokratik bir iktidar pratiği çarpık bir şekilde bir patriyarkal ilişki olarak görülebilir ya da kadınların “erkekleşmesi” gibi yine eril aklın ürünü gibi görünen tuhaf açıklama biçimlerine başvurmayı mümkün hale getirebilir. Oysa söz konusu olan erkekleşmek değil, hiyerarşi içinde üst bir konumda yer alacak şekilde güçlenmektir. 

 

***

 

Gerontokrasi insan yavrusunun çok uzun bir biyolojik büyüme sürecine ihtiyaç duymasıyla ve bu dönemde yetişkinlerin onun etrafında koruyucu bir ortam oluşturması zorunluluğuyla fazlasıyla ilgilidir. İnsan, biyolojik ortalama ömrünün yaklaşık dörtte birini büyüme sürecinde geçirir. Ömür ortalamasının 40’ı geçmediği uygarlık öncesi topluluklarda da 70’i geçtiği uygarlık sonrası ve modern toplumlarda da oran aşağı yukarı böyle. Çünkü biyolojik erişkinlik artık kültürel yetişkinlik için yeterli değil. Toplum içinde bağımsız birey haline gelmek modern toplumlarda 20’li yaşları buluyor. Kültürel karmaşıklık arttıkça büyüme süreci de uzuyor. Bu tüm diğer canlılara göre de en uzun büyüme sürecidir. Ebeveynin uzun süreli gerekliliği çocuğun topluluk içinde kendi hayatını sürdürebilecek yeterliliğe, erişkinliğe varana kadar ona her anlamda bağımlı oluşu gerontokratik iktidar ilişkisinin kaynağıdır.

Bu zorunluluk özellikle topluluk yaşantısında çocuklarla ebeveynler arasında derin bir tecrübe farkının oluşmasını beraberinde getirir. Kuşaktan kuşağa aktarılacak çok fazla bilgi ve topluluk ortak deneyiminin birikmesi, yaşlıların gençler ve çocuklar üzerinde egemen konumda bulunmasına yol açar ya da tecrübenin egemenlik kurmak üzere olumsuz kullanımına diyelim. Bu yüzden yaşlıların rolü topluluk ortak değerlerinin gençlere aktarımında belirleyicidir. Çocuklara masal anlatan nine ya da dede sadece eğlenceli bir hikaye anlatarak çocuğu oyalamaz. Nasihat veren nine ya da dede daima yaşın kendisine verdiği karşı konulamaz bir otoritenin içinden topluluk ortak değerlerinin devamlılığını sağlar. Premodern toplumlarda yaşlıların belirleyiciliği daha fazladır ve etkisi bugüne kadar gelir. Gerontokrasi, modern toplumlarımızda da halihazırda sürüyor. Hiyerarşinin normalleştirilmesi, öğrenilmesi ve otoriteye itaat kültürü hane içinde, çocukların her iki ebeveyne de itaat ettirilmesiyle başlar, toplumsal hayata katılımda devam eder.

 Gerontokratik iktidar doğrudan cinsiyetlerden kaynaklanmaz cinsiyetlerin kendi içinde de hiyerarşi oluşturucu bir yanı vardır. Ayrıca cinsiyetler arası ilişkilerde de çaprazlama hiyerarşiler oluşturur. Yetişkin ilişkilerinde de gerontokrasinin devamı görülür. Kurumsal organizasyonlarda da hiyerarşinin basamaklarında yükselmek yani kıdem, yaşla ve yaşa bağlı tecrübeyle bağlantılı olarak değişir. 

 

*** 

Patriyarkanın nesilden nesile aktarımında gerontokrasinin rolü nedir diye sormadan monolitik, hiç değişim geçirmeyen ve başka hiyerarşik ilişkilerin üstünde yer alan bir patriyarka teorisine yaslanmak pek de açıklayıcı görünmüyor. Hiyerarşik ilişkilerin, hiyerarşiyi normalize eden değerlerle hiyerarşiyi içselleştirmeyi sağlayacak itaat pratiklerinin kuşaklar arası aktarımını gerçekleştirenler her iki cinsiyetten de yetişkinlerdir. 

Patriyarka kadınları ne kadar hane içinde tutmaya ve toplumsal hayatın bütününü ilgilendiren üretim ve karar süreçlerinin dışında bırakmaya çalışsa da kadınlar hane içinde çocuklar üzerinde erk sahibidirler. Aynı şekilde yaşlı kadınlar da genç kadınlar ve genç erkekler üzerinde. Genellikle bu gerontokratik hiyerarşi, akrabalık, komşuluk gibi hane dışı yapıları da belirler. Hiyerarşik iktidar ilişkileri içinde kadınlar da erkekler de hiyerarşinin basamaklarında yer değiştirebilirler. Bu değişim modern toplumda emek hiyerarşileri içinde yukarı hareketlenme imkanının da önünü açar. 

"Babaların", "ataların" değerlerini çocuklara, genç kadın ve genç erkeklere aktaran babaların ve bir o kadar da annelerin ya da üst kuşaktan ebeveynlerin varlığını göz ardı ederek patriyarkayı da anlamak çok mümkün görünmüyor. Ancak bu noktada kadınların patriyarkanın bir faili olarak düşünülmesi ya da erkekleştiklerinin düşünülmesi sorunu çözmüyor bulanıklaştırıyor. Halbuki cinsiyete dayalı bir toplumsal işbölümü olarak da ele alınabilecek cinsiyet rejiminin yanı sıra yaşla geldiği varsayılan ama esasında toplum değerlerinin içselleştirlmesiyle pekişen tecrübeye dayalı hiyerarşi yan yana ve iç içe işleyen ayrı yapılar gibi düşünülebilir.

Çok uzun bir konu olmakla beraber, post endüstriyel toplumda emek gücünün biliişsel gereksinimlerle donanmış olması gerekliği genç emeğin yaşlı emek karşısında daha etkin bir konuma geçmesine yol açtı. Tarihte ilk kez yaşlıların egemenliğinden sıyrılarak etkin bir konuma geçen bir genç nüfus ortaya çıkmaya başladı. Bu durum gerontokrasiyi sarstığı kadar yaşlıların da toplumda atıl bir yük olarak görülmesine yol açıyor. Bu durumla paralel olarak patriyarkal ilişkilerin de dönüştüğünü kadınla erkek arasındaki ilişkilerin, kırsal yaşamdan farklı olarak kentli yaşamda daha çok erkeklerin baskın olduğu sert bir rekabet çatışma ilişkisine dönüşmeye başladığını da söylemek mümkün. Çünkü kadınlar da hem emek hiyerarşileri içinde yükselebiliyorlar hem de iktidar ilişkileri karşısında sosyal konumlarını güçlendirebilecek şekilde donanım kazanıyorlar. 

 Gerontokrasi ortadan kalkması uzun sürecek ancak özellikle kentli yaşamın içinde giderek çözünen bir egemenlik ilişkisi. Gençliğin bir toplumsal figür olarak öne çıkması ve yaşlılar otoritesinin sarsılması beraberinde patriyarkayı da çok hızlı bir şekilde aşındırmakta olan bir sürecin içinde olduğumuzun alametidir. Bu süreçte kadınların da erkeklerin de eş zamanlı olarak yaş hiyerarşisine karşı mücadele ettiğini de gözlemleyebiliriz. Kısaca artık ninelerimizin ve dedelerimizin dünyasında yaşamıyoruz. Sorun gerontokratik bir hiyerarşinin patriyarkal bir egemenlik ilişkisiyle birbirine karıştırılmadan ele alınmasını gerektiriyor. 


Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...