Frankfurt
Okulunun Doğa ve Toplum ilişkisine Yaklaşımı
Kürşad Kızıltuğ
İskenderiye
Yazıları dergisinin Ekoloji genel başlığı içerisinde toplanan yazılardan oluşan
bu sayısında Frankfurt Okulu'nun görüşlerinden bahsetmeye neden gerek duyulduğu sorulabilir. Öyle ya
ekoloji ya da ekolojik sorunlar denilince artık herkesin yüzeysel olarak
bildiği, Ozon Deliği, hava ve denizlerin kirliliği ya da son derece güncel bir
konu olan nükleer santral gibi konulardan bahsetmek gerekir gibi hazır yargılar
varken Frankfurt Okulu'nun bunlarla ne ilgisi olabilir? Böyle genel geçer
yaklaşımların yanlışlığını hemen belirtmekte yarar var: Bu sayıda yer alan
diğer ekoloji ile ilgili yazılarla
paylaştığımız ortak sav "ekolojik sorunların tümünün toplumsal
sistemden kaynaklanan sorunlar olduğu ve ekolojik bir politikanın da ancak
bugünkü kapitalist toplumsal sistemi hedef aldığında gerçek bir çözüm
olabileceği" şeklindeki yalın önermedir. Daha açık bir ifade ile doğayı,
bütünüyle sanayi ve teknolojinin hammadde kaynağı ve üretimin ihtiyaçları için
sınırsızca sömürülebilecek bir alan olarak gören, genel olarak insan çıkarları
değil sermayenin maksimum karı temel dürtüsünü tüm toplumsal sistemin temeline
yerleştirmiş olan kapitalist sistemdir. Ancak bu tahakkümcü anlayış kapitalizmle
birlikte ortaya çıkmamış, en eski egemenlik ve sömürü ilişkilerinin Aydınlanma
Felsefesi ve Sanayi devrimi sürecinde doğaya aktarılmasıyla gelişmiştir.
***************
Frankfurt
okulunun bu konuyla ilgisi dolaysızdır. Ancak yanlış anlamaya yer vermemek için belirtelim, adlarını biraz sonra
anacağımız bu düşünürlerin hiç biri doğrudan doğruya doğanın tahrip
edilmesinden, teknolojinin yıkıcı etkilerinden, ekolojik sorunlardan ve buna
karşı yürütülmesi gereken politik mücadeleden bahsetmiş değildir. Aslına bakarsanız
bu tartışmaların hepsi de ancak ikinci dünya savaşı sonrasındaki Batılı
devletlerin hızlı ekonomik büyüme ortamında giderek ekolojik sorunların gözle
görülür hale gelmesiyle başlamıştır. Ancak Frankfurt Okulu, ekolojik sorunlar
görülür bir şekilde ortaya çıkmadan ve
Avrupa'da muhalif hareketlerin gündemine girmeden önce daha 30'lu 40'lı
yıllarda, doğayı tahakküm altına alma düşüncesini rasyonalize eden Aydınlanma
Felsefesini; pozitivist bilim felsefesini; kapitalist sanayileşmenin sonucu
olan teknolojik rasyonaliteyi;
ekonomik mantığın tüm toplumsal ilişkileri - bireyler arasındaki ilişkileri
bile - niceliksel ilişkilere indirgemesini; toplumsal hedefler açısından etik
bütün değerlerin bir yana bırakılarak verimlilik ölçütünün temel alınmasını; her
şeyin metalaştırılması ve ölçülebilen bir nesneye dönüştürülmesi yoluyla insana dair ne varsa şeyselleşmesi sürecini; yabancılaşma
olgusunu; kitle kültürünü ve birbiriyle bağıntılı olarak tüm toplumsal -
kültürel sorunları eleştiren son derece keskin bir teori - kendi ifadeleri ile
Eleştirel Teori - geliştirmişlerdir. Aslında son derece geniş bir alana yayılan
bu teorik eleştiri mirasının bütünsel ve sistematik bir teori oluşturmadığını
görürüz. Kendileri de zaten böyle bir amaca karşıdırlar. Çünkü her türlü kapalı
teorileştirmeye, realitenin tek yanlı ve durağan bir formülasyonuna karşıdırlar. Aslında çok
geniş ve her an elden kaçabilecekmiş gibi görünen bu teorik eleştirinin
konumuzu ilgilendiren yanı hemen ortaya çıkıyor: Modern toplumda tahakkümcü ilişkilerin
sanayileşmeyle bağlantısını ve doğanın hem insanın iç doğası hem de dış doğa
olarak baskı altına alınma sürecinin incelenmesi. Bunun sonucunda bugün bizim
için alarm sinyalleri veren ekolojik sorunları doğuran kaynağa, Aydınlanma
Felsefesindeki ve Sanayileşme paradigmasındaki köklerine kadar giderler. Ve her
ne kadar kendileri bir politik praxis önerisinde bulunmasalar da bugünkü bir
özgürleşme politikası için çok önemli araçlar sunarlar: Özetle toplumu
özgürleştirmeyi hedefleyen bir politika, doğanın özgürleştirilmesini ve insanın
iç doğasının özgürleştirilmesini içermediği sürece yeni tahakküm ilişkilerine
gebedir. Bunun geleneksel sosyalist politika için ne gibi eleştirel sonuçları
olduğu açıktır. Öte yandan bugünkü yeşil hareketlerin, kapitalist toplumun sınırları içinde
kalınarak doğanın tahribatının durdurulabileceği yanılgısını da çürüten çok
güçlü argümanlar sunarlar. Bu uzun girişten sonra Frankurt Okulunun kurucu
üyeleri Max Horkheimer, Theodor Adorno ve Herbert Marcuse'ün konumuz açısından
önemli görüşlerini burada aktarabiliriz [1].
Bilindiği gibi
iki dünya savaşı ve faşizmin yükselişi, Sovyetler Birliğinde sosyalizmin
beklenenden farklı bir bürokratik tahakküm devletine dönüşmesi, Avrupa'da işçi
sınıfı hareketlerinin yenilgiye uğraması ve kapitalizmin hızlı bir toparlanma
sürecine girmesi gibi temel olgular Avrupalı radikal entelektüelleri Marksizmin
teorik sorunlarıyla uğraşmaya ve bazı savlarının tartışmalı görülmesine yol
açmıştır. Bu etkenlerle Avrupa'da Marksizm, hem kurucularından hem de
Sovyetlerdekinden farklı yönelişlere girmiştir. En temelde kapitalizmin
beklenenden çok daha uzun süre ayakta kalması olgusu ile bunun kaynaklarının
ekonomik ve politik alanda değil kültürel alanda aranması gerektiği savında
özetlenebilecek bu gelişme, Batı Marksizmi adıyla anılacak olan düşünürler
kuşağının yetişmesine yol açmıştır. Bunlar arasında Marksizmi Hegeldeki
köklerine dönerek pozitivist sızmalardan arındırmayı ve bir özgürleşim
felsefesi olarak yeniden kurmayı hedefleyen Frankfurt okulunun ayrı bir yeri
vardır.
Modern
kapitalist toplumu ekonomik sömürü
ilişkileri açısından değil sanayileşme, teknolojik rasyonalite, ve buradan
kaynaklanan tahakküm ilişkileri açısından incelerler. Uzun ve ayrıntılı
kuramlarının marksizme yönelik en önemli
katkısı ve eleştirisi, Aydınlanma Felsefesi ile başlatılabilecek modernleşme ve
sanayileşme sürecinin gittikçe özgürlüğe doğru gelişen bir ilerleme değil tam
tersine giderek karmaşıklaşan bir bürokratik ve kültürel tahakküm süreci
yaratan bir özgürlüğün yitimi süreci olarak görmeleridir.
İlk
dönemlerinden başlayarak epistemolojik sorunlar, modern kültürün eleştirisi,
pozitivizmin eleştirisi, otoriter kişilik üzerine çalışmalarıyla gelişen
entelektüel seyirleri son yıllara doğru kapsamlı bir biçimde insanın doğayla
ilişkisi sorunsalı üzerine yoğunlaşmıştır. Özellikle 40'larda Adorno ve
Horkheimer'in birlikte yazdığı
Aydınlanmanın Diyalektiği adlı çalışmalarında, Horkheimer'in Akıl
Tutulması adlı yapıtında, Marcuse'nin 60'lı - 70'li yıllarda yazdığı Karşıdevrim
ve İsyan, Eros ve Uygarlık, Tek Boyutlu İnsan gibi kitaplarında bu temel sorun
ana temadır. Diğer yandan Benjamin, Pasajlar adlı yapıtında, Tarih üzerine
tezlerinde ve Mekanik Yeniden Üretim
Çağında Sanat Yapıtı adlı denemesinde teknolojik ilerleme fikrinin eleştirisi
ve teknolojik gelişimin getirebileceği yıkıcı ve özgürleşimci olanaklar üzerine
biraz daha iyimser perspektifler vardır.
Tarihsel
gelişimi sınıf savaşımlarının tarihi olarak ilkel toplumlardan kapitalizme ve
zorunlu olarak komünizme giden bir ilerleme olarak gören klasik Marksist görüş,
üretim güçlerinin gelişiminin insanı "kör doğa yasalarının"
boyunduruğundan kurtararak onun üzerinde denetim kurmasını sağladığını söyler. Bu denetimin sonucunda elde edilen
artı ürünün sömürücü sınıflar tarafından temellük edilmesi klasik Marksizm
açısından insanın özgürleşmesinin önündeki temel engeldir. Bu engel, yani
üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kaldırıldığında toplumsal sınıflar da
ortadan kalkacak ve komünizmin gelişiyle birlikte doğaya egemenliğin sağladığı
özgür bir toplum kurulacaktır. Yani insanların yönetiminden şeylerin yönetimine
geçilecektir. Çünkü Marksizm açısından tüm tahakküm ilişkilerinin kaynağında
özel mülkiyet olgusu vardır. Doğayı, daha önceki kapitalist toplumun, Aydınlanma
Felsefesinin, ve hatta tek tanrılı dinlerin de öğrettiği gibi, insan için verilmiş, denetlenmesi ve
fethedilmesi gereken bir nesne olarak gören bu anlayış (Doğanın Tahakküm altına alınması
paradigması) klasik Marksizm tarafından hiç eleştirilmeden bir ön kabul
haline getirilmiştir. [2] Bu söylediklerimizi
destekleyen ifadelere Marks, Engels ve Lenin'de bolca rastlamak mümkündür. (Engels Anti - Dührig'te "sanayileşmenin
teknik temelinin devrimci olduğunu söylüyordu; Marks’a göre tarih aynı zamanda
insanın doğayla mücadele alanıdır.)
Adorno ve
Horkheimer bu anlayışı büyük ölçüde eleştirmişlerdir: "Onlara göre,
insanın başlangıçta doğadan kopuşu ve bu kopuş üzerinde gittikçe yükselmesi
süreci insanın kurtuluşu için gereken ilerlemeyi getirmemişti. Çünkü insanın
ayrılmaz bir parçası olduğu doğa egemenliğinin bedeli, insanın kurtuluş için
her zamankinden daha büyük imkanlar yarattığı bir çağda bile insanı daha çok
ezen bir toplumsal ve ruhsal işbölümü olmuştu. Doğaya bağımlılık sınıfların
güçlenmesiyle aynı oranda artmış, böylelikle, insanların çoğunluğunun toplum
düzenine bağımlılığı da kendini insanların üzerinde kaçınılmaz, olağan bir
durumu olarak göstermişti. Teknolojinin ilerlemesi bugüne kadar ancak baskı
aygıtlarını yetkinleştirmişti.
Bunun yanısıra,
uygarlığın ön koşulu olarak aklın yapısı insanın kendisindeki doğanın baskı
altına alınması üzerine kurulmuş, ego ile id arasındaki insanın kendiliğinden
dürtülerinin akılcı denetim altına alınmasına yol açan psikolojik bir bölünme
yaratmıştı. Aklın, mantığın ve bilimin aracı olarak incelmesi, insanın
dışındaki doğa dünyasını zamanla sadece elle tutulabilen nicel nesnelere
indirgemiş, varolan şeylerle bilgisel kavramlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırıp işlemsel bir kimliğe
indirgemişti. "[3]
Anderson'un bu açıklayıcı
pasajı okulun yaklaşımını özetliyor, Ancak burada özenle vurgulamamız gereken
bir nokta var. Frankfurt okulu düşünürleri doğanın tahakküm altına alınması
kavramını kullanırken birbirini beseleyen iki süreci anlatıyorlardı. Birincisi
insanın içindeki doğasının, daha doğrusu doğal yanının baskı altına
alınması. Diğeri doğanın sanayi ve
teknoloji tarafından baskı altına alınarak bütünüyle teknik ve yapıntı bir
yaşama alanı yaratılması yoluyla insanın doğadan yabancılaşması. Yani bu ikinci
anlayış yine insanın, doğanın denetlenmesi dolayımı ile baskı altına alınmasına
vurgu yapar. Ancak bugünkü anlamda bir ekolojik kavrayışla doğanın yok edilmeye
doğru gidişini ve insan türünün varlığını da tehdit eden bir doğa tahribatı
anlayışına rastlanmaz. Aslında bu nokta çok önemli çünkü modern sanayi
kapitalizmi ekolojik sistemi hiç bir biçimde bozmayacak şekilde yeniden
yapılandırılsa bile bu onun doğa tahakkümcü yapısını değiştirmez. Böylece
liberal çevreci düşüncenin, sanayinin, çevreyi kirletmeyecek şekilde ehlileştirilmesi
ile sorunların çözülebileceğine ilişkin hayalinin ne denli uzlaşmacı olduğu
ortaya çıkar. Çünkü bugünkü haliyle sanayi toplumu her şeyden önce insan
üstünde tahakküm kurulması demektir. Bu da insanın insanı sömürmesine dayalı
ilişkilerin olduğu gibi insanın doğayı sömürmesini de getirecek şekilde
genişlemesinden kaynaklanır.
Frankfurt
okulunun insan doğa ilişkisine eğilmesi 1940'lı yıllarda yani bütünüyle olgun
dönemlerinde başlar. Teorileri önemli bir değişiklik geçirir: tarihin itici gücünü, başlangıcı sınıf çelişkisinden çok daha eski
dönemlere kadar giden ve kapitalizmin aşılmasıyla sona ermeyecek olan bir
çelişkide ararlar. İnsan ile Doğa arasında hem birbirinden ayrı hem de iç içe
iken var olan çelişkide.
Horkheimer'e
göre doğal dünyayı insanın işleyebileceği ve denetimi altında tutabileceği bir
alan olarak gören Aydınlanma anlayışı, kendini boyun eğmenin bir nesnesi olarak
gören insan anlayışına denk düşüyordu. Politik alandaki bu paralel gelişmenin
en açık görünümü ise, politik araçsalcılığı burjuva devletinin ortaya çıkıp
yükseldiği dönemde çok işe yarayan Machievelli'nin savunduğu politik düşünceler
olmuştur. [4] Horkheimer'e göre bugünkü
kapitalizmin araçsal politika anlayışının temellerini atan Machievelli'nin
düşüncesinin özü insan doğadan ayrı ve ona hükmetmesi gereken üstün bir varlık
olarak gören diyalektik olmayan bir varsayıma dayanır.
Gerçekten
de en eski kutsal kitaplar olsun, daha
sonraki teolojiler olsun hep tanrının doğayı insana hizmet etmesi için
yarattığını vaaz etmişlerdir. İnsanın doğanın efendisi olduğu anlayışı evrimci
kuramın bu teolojilere son darbeyi vurmasıyla bile değişmemiştir. Bilakis
sanayi devrimi bu düşünceyi laikleştirerek sürdürmüştür. Doğa kapitalist
fabrika işletmesinin hammadde kaynağı olarak görülmektedir. Tarih ya da kültür bilimleri de insanın
doğadan evrimsel bir farklılaşma yoluyla ayrılarak uygarlığı kurduğunu
belirtip, kültür kavramını "doğadan bütünüyle farklılaşmış olmak, doğanın
üstünde tamamen insan yapımı bir maddi dünya kurmak" şeklinde kavramışlardır. Horkheimer'in
ifadesiyle diyalektik olmayan bu anlayış insanla doğayı uzlaşmaz karşıtlıklar
olarak görür: Uygarlaşma ( ya da modernleşme )
doğadan kesin bir uzaklaşma olduğuna göre bu tür bir uygarlık anlayışı
bunu bilinçli bir hedef haline getirir. İlerlemenin tek yolu doğayı kendi
amaçlarımız için sınırsızca dönüştürmek ve kendi içimizdeki doğal yanımızı da
uygarlaştırmaktır.
Bu anlayışın iki
önemli ve yıkıcı sonucu vardır: birincisi doğanın ya da ekolojik sistemin
yıkımı, ikincisi insan benliğinin
ayrılmaz bir yanı olan doğal yanının yok sayılarak akılcı bir denetim
altına alınması. Horkheimer'e dayanarak söyleyebiliriz ki Dekart'tan
beri bu ikilem yani insan ve doğa, akıl
ve duygu karşıtlıkları gibi ikilemler batı düşüncesinin temelini oluşturuyor.
"Doğa üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne
sadece dışsal doğanın (gerek insanın fiziksel varlığının, gerekse insanın
dışındaki doğanın) köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için
kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır."[5] Burada bir yanlış anlamaya
yer vermemek için şunu belirtelim: Horkheimer tarihsel bir sıralamayla önce doğanın
tahakküm altına alındığını sonra da insanın insanı sömürü ilişkilerinin
doğduğunu söylemiyor. Burada söylenen
sanayi kapitalist modernleşmenin, toplumdaki sömürü ilişkilerinin
tarihsel bir devamı olan doğanın sömürülmesinin aynı zamanda insanın iç doğası
açısından da daha önce görülmedik ölçüde tahakküm araçlarını getirdiğidir. Yani
modern kapitalist sanayi toplumunda insanın özgürlük olanakları görünürde
artarken, bu yeni yaşama biçimi sınıf farkı gözetmeksizin, tüm insanların hem
içsel dürtülerini hem de bedenlerini, daha önceki toplumsal sistemlerdekinden
çok daha kapsamlı, rasyonel ve incelmiş denetim biçimlerine maruz
bırakmaktadır. Üstelik bu denetim ve baskı kültürel hayatın öylesine ayrılmaz
bir bileşeni olmuştur ki kolaylıkla görülemeyecek şekilde içselleştirilmiş ve
rasyonalize edilmiştir. Tüm doğayı nesneleştiren bu sistem insan duygularını ve
bedenini de denetimin konusu olacak şekilde nesneleştirmiştir.[6] Modern hayatın her bir anı bizden öylesine
uyum talep eder ki "İçten gelen, kendiliğinden davranışlarımızın yerini,
boğazımızı sıkan mekanik zorunluluklara yönelttiğimiz dikkati dağıtacak her
türlü duygu ya da düşünceyi silmemizi gerektiren bu zihniyet"[7] bizi dev bir makinenin
parçaları haline getirir.
"İnsanın
doğayı boyunduruk altına alma çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk
altına almasının da tarihidir. Ego, benlik kavramının gelişimi bu iki yanlı
tarihi yansıtır."[8] Doğayı sömürmek için insan
üstündeki sömürü ilişkilerini kullanan bugünkü sistem her şeyi olduğu gibi
insanın doğasını da denetim altına almak zorundadır. "Egonun ilk çabası, tutkulara yani
içimizdeki doğaya egemen olmaktır. Ego, mazbut ve sağlıklı duygulara karşı
anlayışlıdır ama kedere, üzüntüye yol açabilecek her şeye karşı da katıdır. En
önemli çabası ve kaygısı, duyguların yargıları etkilemesini önlemektir."[9]
İnsanın hem
içindeki hem de dışındaki doğa üzerinde kurduğu bu baskıya karşı doğanın (iç)
tepkisi de aynı ölçüde yıkıcı olur. Bir yandan uygarlığın otoritesinin bireyde
içselleşmiş biçimi olan egoya karşı bilinçli ya da bilinçsiz bir öfke büyümeye
başlar. Bu öfkenin dışavurumu aileye ya da toplumdaki değerler sistemine karşı
birikmiş bir öfke şeklinde olur. Bu da akla topyekün bir karşı çıkış ya da suça
yöneliş şeklinde gelişebilir. Ancak bundan da kötüsü bastırılan ilkel doğa tüm
uygarlığa karşı bir isyan halini de alır ve politik biçimini faşizm şeklinde
gösterir. Horkheimer, Nazilerin, Alman halkının engellenmiş arzularını
kullanarak iktidara geldiklerini belirtiyor. Bastırılan doğal dürtülerini,
tümüyle doğayı ve insan doğasını tahrip eden modern uygarlığa yönelten
kitlelerin başkaldırısı, Naziler tarafından manipüle edilmiştir. Ama sonuç doğanın çok daha büyük bir yıkımı
olmuştur. "Modern faşizmde rasyonellik artık sadece doğanın
bastırılmasıyla yetinemeyecek bir noktaya ulaşmıştır; rasyonellik şimdi doğanın
isyankar gizil güçlerini kendi sistemine bütünleştirerek doğayı sömürmektedir.
.. ( ).. Bastırılmış doğal dürtüler Nazi rasyonelliğinin emrine girdi. Ve bu
dürtüleri tatmin etme çabaları, yadsınmalarıyla sonuçlandı.”
Aklı ve doğayı
uzlaşmaz karşıtlıklar olarak gören modern rasyonalizm nasıl akıldan yana
doğanın baskı altına alınmasını öne çıkarıyorsa aynı karşıtlığı veri alan
reaksiyoner romantizm ve uygarlık karşıtı düşünceler de doğa lehine aklın reddini
öne çıkarır. Doğanın akla karşı isyanını uygarlığın tümüne karşı bir isyana dönüştüren duygusal tepki
toplumun uygarlık öncesi ilkel aşamalara dönmesini talep eder.[10] Günümüzde son derece
yaygın olan bu uygarlık, teknoloji ve akıl karşıtı yöneliş görünüşteki
radikalliğine rağmen hem modern kapitalist toplumun hem de onun doğal bir
uzantısı olan faşizmin rasyonalitesi ile aynı öncüllerden hareket eder.
"Aklın alçaltılmasına ve ham doğanın
yüceltilmesine yol açan akıl doğa özdeşliği rasyonelleşme çağına ait bir
mantık sapmasıdır."[11] Bu tür yapay
karşıtlıkların eninde sonunda tahakküm sisteminin meşrulaştırım aracı olacağını
belirten Horkheimer bugünkü bunalımı aşmanın yolunun ilkel evrelere geri dönmek
değil doğaya yardım ederek bağımsız düşüncenin önündeki zincirleri kırmak
olduğunu, aksinin ise toplumsal tahakkümün en barbarca biçimlerine
sürükleyeceğini söyler.
Ağırlıklı olarak
alıntılar yaptığımız "Akıl Tutulması" kitabı Frankfurt okulunun son
döneminde geliştirdiği aydınlanma eleştirisinin bütün temalarını içerir.
Frankfurt okulunun önerdiği çözüm genel
önermeler düzeyindedir, İnsan ile
doğanın barışması, akıl doğa karşıtlığının eleştirisi ve bastırılan insan
doğasının serbestiye kavuşturulması. Bu son nokta özellikle Herbert Marcuse'ün
çalışmalarında daha da öne çıkmıştır. 68 hareketinin de verdiği ivmeyle Marcuse
insanın içindeki içgüdüsel doğanın özgürleşmesini yani cinsel libidonun
özgürleştirilmesini öne çıkarıyordu. Marcuse, Eros ve Uygarlık adlı yapıtında
bu sorunu ayrıntılı işlemiştir. Marcuse'e göre Tarih boyunca baskının ve
sömürünün birbirini izleyen türlü biçimlerini yaratmış olan toplum, modern
kapitalist aşamada yabancılaşmış emeğim özgürleştirilmesi yoluyla bu baskılara
son verebilecek olanakları da yaratmıştı.
Bu baskı ortadan kaldırıldığında haz ilkesi dış dünyanın gerçeklik
ilkesi ile uzlaşacaktır. İnsani ve doğal
kurtuluş o zaman erotik kuruluşla birleşecektir. [12]
Marcuse
"Karşıdevrim ve İsyan" Adlı kitabının "Doğa ve Devrim"
başlıklı ikinci bölümünde ekolojik yıkımı da dikkate alan ancak bunu insanın evrensel özgürleşme
sorunu içinde gören bir gözle yazar. Marcuse’e göre devrimin yeni tarihsel
modeli, yansımasını "muhalefetin biçiminin radikal değişiminde, yeni bir
duyarlılığın oynadığı rolde" bulunmaktadır. Bu yeni duyarlılık radikal hareketin insanla doğa -
kendi doğası ve dış doğa - arasındaki ilişkiye yönelen duyarlılıktır.
"Doğanın ihlalinin insanın ihlalini daha da şiddetlendirdiği sömürgen
toplumlara karşı mücadelede doğanın bir müttefik olarak keşfi" yeni
radikal hareketin özelliğidir. "Doğanın özgürleştirici güçlerinin ve
bunların özgür bir toplumun
yapılanmasındaki hayati rolünün keşfi, toplumun değişiminde yeni bir güç
haline gelir"[13]
Daha bu ilk
satırlardan da anlaşılacağı üzere Marcuse de Adorno ve Horkheimer'in temalarını ortaklaşmakla birlikte onlardan
çok daha radikal, politik ifadelerle konuşmaktadır. Bu nedenle 68 öğrenci
hareketleri içinde oldukça popüler olmuş ve devrimci radikalizmden yana tavrı
nedeniyle de Adorno ile araları açılmıştır.[14]
Marcuse’e göre
doğa tarihin bir parçasıdır artık. Ve aynı zamanda insan tarihinin bir nesnesi
durumuna da gelmiştir. Doğa artık o başlangıçtaki ham doğa değildi. İnsan her
an, doğayla, toplum tarafından dönüştürülmüş biçimiyle karşı karşıyadır.
Doğanın özgürleştirilmesi teknoloji öncesine dönüş anlamına gelmez.
"İnsanı ve doğayı sömürünün hizmetindeki bilim ve teknolojinin yıkıcı
kullanımından kurtarmak için teknolojik uygarlığın başarılarının kullanımını
geliştirmek anlamına gelir." "Doğanın özgürleştirilmesi, doğadaki yaşam
arttırıcı güçlerin elde edilmesi, yani bitmez tükenmez rekabetçi hareketlerin
içinde harcanmış bir hayata yabancı olan duyusal estetik niteliklerin elde
edilmesidir: bunlar özgürlüğün yeni niteliklerinin nasıl olacağına dair bize
fikir verirler. "[15]
Marcuse ekoloji
hareketi ile insanın özgürleşmesi sorunu arasındaki somut bağın farkındadır. Bu
nedenle ekolojik sistemin bozulmasına karşı girişilecek mücadelenin açıkça
siyasi bir mücadele olacağını vurgular. Doğanın ihlalinin kapitalist ekonomiden
ayrılamayacağını belirtirken bir uyarıda da bulunur: "Oysa aynı zamanda
ekolojinin siyasi işlevi kolayca "nötralize" edilerek Düzen'in
güzelleştirilmesine de hizmet edebilir." [16] Marcuse özgürlük sorununu
doğayla insan arasındaki ilişki çerçevesinde çözümlerken kitabın ileri
sayfalarında sorunun çok boyutluluğunu öne çıkartır. Özgürleşme hem insanlar arasındaki sömürü ve
tahakküm ilişkilerini ortadan kaldıracak; hem insanın doğayı tahakküm altına
almasına son vererek insanın iç doğasını da özgürleştirecek; cinsel sömürü
ilişkisini sona erdirdiği gibi erotik dürtülerin de yaşamın bütününe yayılmasını sağlayacak;
doğal ve toplumsal yaşamın estetik bir biçimde yeniden inşasını
gerçekleştirecek çok geniş kapsamlı bir devrim sorunudur.
Ocak 2000 İskenderiye Yazıları
Notlar:
1Burada Frankfurt okulunu tanıtan bir yazıya girişmeyi
gerekli görmüyoruz. Bu konuda oldukça yeterli kaynak kitaplar ve adı geçen
yazarların bazı yapıtları yanı sıra hem İskenderiye Yazıları Dergisi'nde olsun
hem de başka dergilerde çok sayıda yazı yayınlanmıştır. İlgilenecek okurlar
için asgari bir kaynakçayı bu dipnotlarda vereceğiz.
2 Tam da bu noktada şöyle bir itiraz şekillenebilir:
Sanayinin ve Teknolojinin bugünkü yıkıcı niteliği kapitalist sistemden kaynaklanmaktadır,
kapitalizm ortadan kaldırıldığında zaten çevre sorunları kalmayacaktır
basitleştirmesinde ifade bulan indirgeyici yaklaşımlar olabileceği gibi
toplumun temel sömürü problemleri çözümlenmeden ekolojik sorunlar yalnızca ikincil sorunlardır türünden daha
"radikal" itirazlar da geliştirilebilir. Birinci türden itirazların
yanlışlaması basittir: bizatihi sosyalizmin yaşanmış deneyimleri sınırsız bir
kar güdüsünün yerini yüksek toplumsal refah adına üretimi kışkırtan yarışmacı
bir sanayileşme anlayışının alabileceğini gösteren bir örnek olmasının yanı
sıra yarattığı ekolojik problemlerle de kapitalizmin hiç de gerisinde
kalmadığını kanıtlamıştır. Öte yandan ikinci yaklaşımın da zayıflığı şurada
ortaya çıkar: İnsanın tarihsel özgürleşme problemi yalnızca emeğin ekonomik
sömürüsünün ortadan kaldırılması sorununa indirgenemez. Özgürleşme aynı zamanda
yabancılaşmanın, hiyerarşik toplumsal ilişkilerin ve insanın - modern sanayi toplumu ile ortaya çıkan -
doğayla olan kopukluğunun da ortadan kaldırılmasını ön-gerektirir. Dolayısı ile
bugünkü toplumda insanı, dev sanayi metropollerinin ve anonimleşmiş bürokratik
aygıtların tahakkümü altında etkisiz bir nesneye
dönüştüren modern kapitalist sanayi toplumu ortadan kaldırılmak isteniyorsa,
üreticiyi hiyerarşik bir sistemin nesnesi haline getiren, yabancılaşmanın kaynaklandığı alan olarak kitlesel merkezi üretim
sisteminin ve onun üretim birimi olan fabrika üretiminin de ortadan
kaldırılması gerekmektedir. Bu şu anlama gelir: üretimin özgürlükçü, ekolojik
ve hiyerarşik olmayan bir yeniden yapılandırılması. Yoksa bütünüyle teknolojiye
ve üretime karşı olmak anlamına gelmez.
6 Bu konuda benim "Temizlik, Tüketim Kültürü ve Beden
Stratejisi" yazıma bakılabilir. (İnsancıl Dergisi, sayı 108, Eylül 1999 )
Özellikle Michel Foucault'nun Hapishanenin
Doğuşu, Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi gibi büyük
çalışmaları Batı toplumlarında modernlik sürecinin insan bedeni üzerinde bu
türden bir tahakkümü nasıl rasyonalize ettiği ve bunu yapmak için geliştirdiği
söylemler üzerine yoğunlaşır.
9 Agy, s. 147, Burada söz konusu olan ego kavramı Freud'un
terimleriyle düşünürsek ego id ve süperego olarak bölünmüş olan benliğimizin
bir katmanıdır. İd içimizdeki temel dürtülerin oluştuğu ilkel benliğimize ya da
doğal yanımıza karşılık gelirken süperego ise uygarlığın bizden
taleplerini temsil eder. Ego ise bu
ikisinin gerilimini akılcı bir biçimde çözmeye çalışıp topluma uyumlanmamızı
sağlayan bilinçli benlik alanıdır. Freud
teorisi bu benlik yapısını evrensel ve değişmez bir insan özü olarak tarif
eder. Öte yandan Horkheimer'e baktığımızda bunun modern batı toplumunda aklın
insanın doğal yanı üzerinde tahakküm kurmaya başladığı dönemde ortaya çıkan
tarihsel bir durum olduğunu görürüz
[10] Sanayileşmiş toplumlarda giderek yaygınlaşan tinselci
arayışların bir çeşit pop kültürü haline gelmiş versiyonu olan new age felsefeleri ve politik sağıa tekabül
eden derin ekoloji akımı..
[11] Horkheimer, Agy, s. 162
[12] Anderson, Agy, s 128 - 129
[13] Herbert Marcuse, "Karşıdevrim ve İsyan" çev.
Gürol Koca - Volkan Ersoy, Ara Yay, 1991, s. 55
[14] İskenderiye Yazılarında yayınlanan Adorno - Marcuse
mektuplaşmalarına bakınız.
[15] Marcuse, agy, s. 57
[16] Agy, s 57