8 Ekim 2024 Salı

Kitap: “Erkeklik”le Zehirlenmiş Erkek: Toksik Masküliniteden Arınma Kılavuzu

Bebek, çocuk, hayvan, yetişkin kadınlar ve egemen erkeklik kalıplarından farklılaşan (norm-dışı) tüm erkeklere karşı erkeklerin cana kasteden saldırılarının ardı arkası kesilmiyor. Cezasızlık, cesaretlendirici yayın içerikleri, siyasal iktidarın sayılamayacak kadar çok yanlış siyasi uygulamaları ve demagojik söylemleri, milliyetçilik yüklemesi, yabancı düşmanlığı, gündelik hayatın dinselleştirilmesi, muhafazakârlık baskısı, porno endüstrisi, kitle kültüründeki berbat erkeklik temsilleri ve daha nice başlık sayılabilir sebepler arasında.

Çözüm hiç de öyle hazır reçetelerle ya da ateşli sloganlarla ulaşılabilecek gibi değil. İnfial yaratan her vahim erkek şiddeti olayından sonra genç kuşakta bu konulara ilişkin farkındalık artıran bir kolektif eylem dinamizmi ortaya çıkıyor. Bu kez uzun zaman sonra liseli gençlerin tepkilerini örgütlediğini gördük. Bu dinamizmin olağan kabul edilen cinsiyet rol ve pratiklerini eleştirel gözle ele alma yönünde etkisi olacağını tahmin edebiliriz. Bu tür toplumsal hareketlerden sonra umabileceğimiz en iyimser sonuç da kısa vadede, kolluğun gerekli durumlarda daha aktif şekilde harekete geçmesi, yasalarda değişim, yargının daha etkili tutum alması, medyanın bu konuları daha özenli şekilde ele alması ve sosyal medya üzerinden yürüyen saldırganlıkların denetimi gibi taleplerin karşılık bulması olur. Bu tür yaptırımlarla bir dereceye kadar etki sağlanabilir. Ancak gerçekçi bir yaklaşımla, önemli olan uzun vadede toplumsal değerlerdeki kökten değişime yönelik sürekli bir kolektif eğilimin ortaya çıkması.

Böyle bir değişimi başlatmak için de yol gösterecek, örnek olacak bir özne, baş rol oyuncusu, fail aramaya ya da bir toplumsal cinsiyet devrimi uğrağı beklemeye gerek yok. Fail herkes. O an şu an. Senden bana, benden sana akacak, her an sürekli pratiklerle geliştirilecek bitimsiz bir özgürleşme arayışı. Bu değişim kapsayıcı, öğretici sonuç alıcı pratiklerle ve sabırla hareket etmeyi ve erkek(lik)leri dönüştürmeyi gerektiriyor. Erkek(lik)leri biçimlendiren otoriter zihniyeti; güce tapmayı ve boyun eğmeyi, kendi imgesine aşık ve tatminsiz eril güçsüzlüğü; duygu yoksunluğunu; dürtüselliği; empati yetisinin gelişmediği bencillik ve benmezkerciliği; özbakım sorumluluğunu üstlenme konusunda yetersizliği; ortak yaşamı eşitlikçi şekilde sürdürme konusunda isteksizliği; başkalarının bakım ve duygusal ihtiyaçlarına yönelik sorumsuzluğu; başkasının emeğini sömürme konusunda aymazlığı ve çıkarcılığı; mülkiyetçi dayatmacılığı; kaç yaşına gelirse gelsin kendinden hoşnutsuz hasis bir ergen olma halini; öfke ve duygu yönetme yetersizliğini dönüştürmeyi gerektiriyor. Kadınların emeğini ve bedenlerini sömürmeyi doğallaştırılmayı bırakıp kendi yaşamının öznesi olmayı ve başkalarıyla eşitlenmeyi, ayrıcalıklıymış gibi yaşamayı bırakmayı, küçülmeyi gerektiriyor.

Özellikle anne-babaların ve sonra da eğitimcilerin (erkek) çocukları yetiştirme biçimlerinde cinsiyet ayrımcı rolleri dönüştürmesi yaşamsal önemde; bu hep söylenir, doğru da.

Daha ivedi olan ise erkeklerin erkekleri değiştirmeye çaba sarf etmeleri ve kendilerini böyle bir değişimin doğal öznesi olarak görmeleri. Bu değişim, uzun bir entelektüel hazırlık ya da erkeklikler üzerine odaklanmış bir uzman söylemini kavramış bilinçli aktivistler olmayı gerektirmiyor. Her ne kadar ileri düzeyde kültürel analizler ve sosyal bilimsel araştırmalar cinsiyet rollerinin nasıl inşa olduğunun analizlerini yapmakta çok yol alsa da bu tür çalışmalar genellikle akademi içerisinde kısıtlı bir çevrede kalmaya devam ediyor. Hem politik alanda hem de popüler kültürde etki yaratacak şekilde yaygınlaşmıyor.

Maskülinizmi (erkekçilik) değiştirecek olan ne politik kadınlar ne de cinsiyet rollerini “aşmış” varsayılan aktivist erkekler. Maskülinizmi değiştirecek olan da yine maskülinizmin tüm insani deformasyonlarından şu ya da bu derecede etkilenmiş, zarar görmüş ve tahripkar etkilerinden kurtulmak isteyecek erkekler. Ve aslında bundan zarar görmemiş tek bir erkek bile olmadığını varsayabiliriz. Maskülinizm erkekler için hiç de biyolojik erkekliğin doğası gereği ortaya çıkan bir yatkınlık değil. Eşitsiz ve baskıcı toplumsal ilişkilerin ürettiği sömürgen bir varoluş.

Maskülinizm, tümüyle öz-farkındalık süreciyle dönüştürebilecek bir varolma, düşünme ve davranma dizisi. Bu dönüşümün sağlayacağı özgürleşme, içsel zayıflığın üstesinden gelme, duygularını tanıma ve ifade edebilme yetisi kazanma, sevme kapasitesindeki artış, şefkatin dönüştürücü ve doğurgan gücünü keşfetme ve yaşam sevinci de bu sürecin en büyük kazanımı. Bu konuda erkeklerden erkeklere deneyim aktarımı, etkin bireysel müdahale ve olumlu davranış değişikliğini destekleyen dönüştürücü yaklaşımlar sonuç verecektir.

Bu konuyla ilgili örnek bir deneyim aktarımı kitabı olarak sinema oyuncusu Justin Baldoni’nin Erkeklik'le Zehirlenmiş Erkek – Toksik Masküliniteden Arınma Kılavuzu sorunun pratik yönüne ilişkin yazılmış en yararlı kitaplardan biri. Baldoni kendi dönüşüm sürecini anlattığı son derece pratik ve içgörü kazandırıcı, yapıcı bir kitap yazmış. Bu kitabı erkeklerin okuması, başka erkeklere tavsiye ederek bu konuda içgörü kazanma gayretini yayması iyi bir yol olabilir. Bu kitap yalnızca bir örnek. Özellikle kadınların güçlenmesine paralel gelişen tepkisel maskülinizm arayışının bir çürümüş bir kolektif kimlik yaratmaya başladığı ve sosyal medya mecralarının ve “alternatif sağ” da denilen hareketlerin bunu özellikle çok genç erkekler arasında yaygınlaştırdığı günümüzde genç erkekler için toksik maskülinizm karşıtı pratiklerin örneklenmesi çok önemli. Baldoni tam da bunun merkezinden, ABD’den ortaya koyuyor deneyimini.

Her yaşantı kendi örneğini açabilir ve benzer şekilde davranış değişikliğini ve yeni davranışların serpilmesini besleyebilir. Burada önemli olan haklı olarak felaket algısıyla yaklaştığımız olayların aynı zamanda radikal bir özgürleşme ufkunun da işareti olarak okunabileceği bir kavrayış değişikliğine yönelmek. Maksimalist bir acelecilikle değil gerçekçi bir köktencilikle baktığımızda değişimin olanaklarının gündelik yaşamın içinde gömülü olduğunu görebiliriz.

 

 

Justin Baldoni

"Erkeklik"le Zehirlenmiş Erkek

Toksik Masküliniteden Arınma Kılavuzu 

Çeviren: Duygu Bolat  

Okuyanus 2023

 

 


 

14 Temmuz 2023 Cuma

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen toplumsal ilişkilerden çıkış ya da insanın kendini yönetilemez bir varlık olarak inşa edilmesidir.  

Tabi olmayan ve tabi kılmak üzere güç uygulamayacak özerk bireylerin ortaklaşabildiği ve topluluk kurabildiği, bu türden bir topluluk pratiği köken olarak uygarlık öncesi durumdan itibaren var olmuş ve bastırılmış biçimde bütün kültürlerin içinde yaşamaya devam etmektedir. Farklı kültürlerin bilgelikleri ya da felsefelerinde farklı adlar veya düşünce gelenekleri altında ifade bulan, ortak özellikler gösteren yaygın bilgelik/etik olarak mevcuttur. Bu ortak eğilimi evrensel bir amblem altında toplamayı seçebilir ya da farklı şekillerde ifade edebiliriz. Batı kültürel sahasında, antik Yunan'a göndermeyle, yöneten bir ayrıcalıklı grubun, oligarşinin, egemenin, tiranın, monarkın, sınıfın, devletin bürokrasinin olmadığı bir durumun ifadesi olarak, kelimesi kelimesine yönetilcilerin olmaması anlamına gelen "an-arkhos" [arkhon: oligarşik yönetici] kelimesinin özü, anlamı budur.

On dokuzuncu yüzyıla kadar, anarhos'tan türeyen anarşi terimi, Batı dillerinde uzun bir tarih boyunca aşağılayıcı bir terim olarak ve bir siyasal krizi ifade etmek için kullanıldı. Başsızlık, kargaşa, düzensizlik, yönetim boşluğu, savaş durumu. Ta ki 1840'ta Mülkiyet nedir? kitabında "anarşi" kavramını tarihte ilk kez olumlu bir siyasal yönelimi ifade etmek için tarif eden ve benimseyen Pierre Joseph Proudhon'a kadar. Anarşi, ya da yöneticilerin olmadığı, üyelerinin hep birlikte kendi kendilerini yönettiği özgür insanların oluşturduğu topluluk fikri, bütün toplumsal özgürlük düşüncelerinin varacağı nihai son sınırı oluşturur. Yanlış anlaşılmasın, özgürlüğün son sınırı değil, özgürlüğün gerçekleşmesinin olanaklılık koşulu olarak tahakküm ve hiyerarşinin olmadığı, kendi kendini yönetebilen toplulukların başlangıcı anlamında son sınır.

19. yüzyılda doğmuş bütün sosyalizm akımlarının ve günümüzdeki "demokratik sosyalizm ya da "özerklikçi komünizm" modellerinin eninde sonunda çözmeye çalıştığı problem anarşiye / doğrudan demokrasiye nasıl varılacağı sorunudur. Bütün devrimci özgürlükçü düşüncelerin, siyasal düşüncelerin ve etik/yaşam felsefelerinin ne kadar özgürlükçü olduğunun kendisine göre sınanacağı/sınandığı kavramsal sınırı oluşturur anarşi. Anarşi kavramı, bir ideoloji tarif etmenin başlama noktası değil, eşitlikçi ve özgürlükçü devrimci teorilerin zorunlu mantıksal doğrultusudur. Bazen açık bazen örtük olarak bütün devrimci ve toplumsal dönüşüm temelli öğretiler bu düşünme biçiminde potansiyel olarak bulunan metodolojileri doğrudan ya da dolaylı olarak benimser. Anarşi, tüm özgürleşme düşüncelerinin ve pratiklerinin içsel mekanizmalarını yöneten eğilimdir. Siyaset içi ve aynı zamanda siyaset üstüdür.
Anarşi, tahakkümün sonlanması ve
topluluğun kendisini yönetmesi durumudur. İnsan özgürleşmesinin asimptotik üst sınırıdır.


Kaçış

Tıpkı modern anlamda komünist olmak ortalama bir işçi formuna bürünmek anlamına gelmediği gibi kendi yaşam alternatifini kurmak için isteyerek köye yerleşmek de otantik bir köylü olmak anlamına gelmemeli. 

Yüzyıl boyunca devrimci düşünce ve eylemin önünde en büyük tıkaçlardan birisi, komünizmin işçi popülizmiyle karıştırılması oldu: kapitalist toplumsal üstkodlamanın kodçözümü olarak komünist mücadele ya da komünist oluş, yurttaşlık, ulus, dini kimlikler, işçi, memur, esnaf, kadın, erkek gibi molar kimliklerden kopan bir kaçış çizgisi, bir minör politik hat olmak yerine kendi üstüne kıvrılarak verili işçi özelliğine dönüşmek halini alıyor, disipline edilmiş fabrika emeğinin kimliğine bürünüyor , çalışma etiğini (yani sermayenin üretim disiplinini) övüyor ve kırsal alandan göç ederek kente yerleşmiş emekçilerin yarı kırsal kültürel kodlarını benimseyerek işçileşiyordu. Oysa komünist oluş tam da verili kimliklere tabiyetten çıkma, oluşları çoğaltma, kapitalizmin tektipleştirici baskıcı kültürünü parçalayarak işçileri, içine hapsedildikleri işçi yazgısından, sınıflaştırmadan çıkartacak, işçi işsiz ayrımını geçersizleştirecek, ortak olanı ele geçirecek mücadeleyi inşa etme meselesiydi, emeğe övgü düzerek kimlik sabitleri içinde homojenleşme meselesi değil.

Benzer bir sorun endüstriyel kent modernliğinin yoğun rutininin bunaltıcılığını terk etmenin çeşitli biçimlerinde de yaşanma tehlikesi taşıyor. Kenti terk ederek kırsala kendi isteğiyle yerleşen (ya da kenti yersizyurtsuzlaştıranlar aslında oraya kent tecrübesinden aldıklarını da götürerek kendilerine özgü bir köy yaşamı inşa ediyorlar, bunun geleneksel köylülükle bir ilgisi yok. 

 Köyde kendine özgür bir yaşam inşa etmekle bildiğimiz köylülük arasında hiçbir yakınlık yok. Bu tür seçilmiş kırsal yaşantının içerdiği zeka, incelik, ekolojik bilgelik, doğa sevgisi, eşitlikçi dünya görüşü ile otantik köylülüğün farklılığa izin vermeyen, gerontokratik, muhafazakar, piyasaya boyun eğmiş, sinik yaşantısı arasında hiçbiir benzerlik yok. Bu gibi kendi yaşamını kurma deneyimleri, verili köylü yaşantısının olanaklarının seçilerek minör politik bir yeniden oluşturulması olarak görülmeli.

Köyden, kasabadan, taşradan kaçarak kentte ancak nefes alabileceği alanı bulabilen insanlarla kentten kaçarak kırda nefes alabileceği alanı bulabilenler arasındaki görünüşteki zıtlığın ötesine geçebilmeli. Kırsal yaşantıya yönelik romantik övgüde beliren, kenti bir olanaklar alanı olarak bütünüyle tükenmiş olarak gören ve idealleştirici eğilimin ayartısına karşı direnç gösterebilmeli.

Kaçışın, kaçış yolları bulmanın birçok yolu ve kenti terk etmenin bir çok türü, kapitalizme direnerek kendi kaçış çizgisini oluşturmanın ssayılamayacak derecede çok potansiyeli var, bu yerinde durarak bile mümkün.


8 Temmuz 2023 Cumartesi

Siz Anarşist misiniz? Cevap Sizi Şaşırtabilir!

David Graeber

 

 Siz Anarşist misiniz? 

Cevap sizi şaşırtabilir!

 


 
İhtimaldir ki anarşistlerin kim oldukları ve neye inanıyor olabilecekleri hakkında önceden bir şeyler duymuşsunuzdur. İhtimaldir ki duyduğunuz her şey saçmalıktan ibaret. Birçok insan anarşistlerin şiddet, kaos ve yıkım yanlısı olduklarını, her türlü düzen ve örgütlenmeye karşı olduklarını ya da her şeyi havaya uçurmak isteyen çılgın nihilistler olduklarını düşünüyor gibi görünüyor. Oysa hiçbir şey anarşistlerle ilgili olarak, gerçeklikten bu kadar uzak olamaz. Anarşistler, basitçe söylersek, insanların zorlamaya gerek olmaksızın akılcı şekilde davranma yeteneğine sahip olduklarına inanan insanlardır. Bu, gerçekten de oldukça basit bir anlayıştır. Ne var ki bu, zenginlerin ve iktidar sahiplerinin her zaman son derece tehlikeli bulduğu bir anlayıştır.
 
En basit haliyle anarşist inançlar iki temel varsayıma dayanır. Bunlardan ilki, insanların olağan koşullar altında olabildiğince akılcı ve nazik oldukları ve onlara nasıl yapacaklarının söylenmesine gerek kalmadan, kendilerini ve topluluklarını örgütleyebilecekleridir. İkincisi ise iktidarın yozlaştırdığıdır. Hepsinden önemlisi, anarşizm, hepimizin yaşadığı en temel ortak ahlak ilkelerini benimseme ve bunları mantıksal sonuçlarına kadar izleme cesaretine sahip olma meselesidir. Bu size tuhaf görünse de en önemli yönleriyle muhtemelen zaten anarşistsiniz – sadece bunun farkında değilsiniz.
 
Günlük yaşamdan birkaç örnekle başlayalım. 
 
Kalabalık bir otobüse binmek için sıra varsa sıranızı bekler ve polis olmasa bile başkalarını dirsekleyerek geçmekten kaçınır mısınız?
 
Eğer cevabınız “evet” ise, o zaman bir anarşist gibi davranmaya alışıksınız demektir! En temel anarşist ilke öz-örgütlenmedir: insanların birbirleriyle akılcı anlaşmalara varabilmeleri ya da birbirlerine onurlu ve saygılı davranabilmeleri için adli kovuşturmayla tehdit edilmelerine gerek olmadığı varsayımı.
 
Herkes kendi başına akılcı bir şekilde davranabileceğine inanır. Eğer yasaların ve polisin gerekli olduğunu düşünüyorlarsa, bunun tek nedeni diğer insanların öyle olduğuna inanmamalarıdır. Ama düşünecek olursanız, o insanların hepsi de sizin hakkınızda aynı şekilde hissetmiyor mu? Anarşistler, hayatlarımızı kontrol etmek için orduların, polisin, hapishanelerin ve hükümetlerin gerekli olduğunu düşünmemize neden olan neredeyse tüm toplum karşıtı davranışların, aslında bu orduların, polisin, hapishanelerin ve hükümetlerin mümkün kıldığı sistematik eşitsizlik ve adaletsizliklerden kaynaklandığını savunurlar. Tüm bunlar bir kısır döngüdür. Eğer insanlar fikirleri önemsizmiş gibi muamele görmeye alışırlarsa öfkeli veya alaycı, hatta şiddet yanlısı olmaları muhtemeldir – ki bu da iktidardakilerin onların fikirlerinin önemsiz olduğunu söylemesini kolaylaştırır. Fikirlerinin gerçekten de başka herkesinki kadar önemli olduğunu anladıklarında ise son derece anlayışlı olma eğilimindedirler. Uzun lafın kısası: anarşistler, insanları aptal ve sorumsuz kılanın çoğunlukla iktidarın kendisi ve iktidarın etkileri olduğuna inanırlar.
 
Bir kulübün, spor takımının ya da kararların tek bir lider tarafından dayatılmayıp genel rızaya dayalı olarak alındığı herhangi bir gönüllü kuruluşun üyesi misiniz?
 
Eğer cevabınız “evet” ise, o zaman anarşist ilkelere göre çalışan bir örgüte üyesiniz demektir! Bir diğer temel anarşist ilke de gönüllü birlikteliktir. Bu basitçe demokratik ilkelerin sıradan hayata uygulanması meselesidir. Tek fark, anarşistlerin her şeyin bu çizgide örgütlenebileceği, tüm grupların üyelerinin özgür rızasına dayandığı bir toplumun mümkün olması gerektiğine ve dolayısıyla ordular, bürokrasiler ya da emir komuta zincirine dayalı büyük şirketler gibi tüm tepeden inmeci, askeri örgütlenme tarzlarının artık gerekli olmayacağına inanmalarıdır. Belki de bunun mümkün olacağına inanmıyorsunuz. Belki de inanıyorsunuz. Ancak tehdit yerine ortak karar [consensus] yoluyla bir anlayışa vardığınız her seferinde, başka bir kişiyle bir anlaşmaya vararak veya başka bir kişinin özel durumunu veya ihtiyaçlarını dikkate alarak gönüllü bir düzenleme yaptığınız her seferinde, farkında olmasanız bile anarşist oluyorsunuz.
Anarşizm, insanların kendi tercihlerini gerçekleştirmekte özgür oldukları zaman, aynı derecede özgür olan –ve bu nedenle başkalarına karşı sorumluluklarının bilincinde olan– başkalarıyla ilişki kurdukları zaman sergiledikleri davranış biçimidir. Bu da çok önemli başka bir noktaya götürür: insanlar eşitlerine davranışlarında akılcı ve düşünceli olabilirken, başkaları üzerinde iktidar sahibi olduklarında bunu yapacaklarına insan doğası gereği güvenilemez. Birine böyle bir iktidar verildiğinde, neredeyse her zaman bunu bir şekilde kötüye kullanacaktır. 
 
Politikacıların çoğunun kamu yararını gerçekten umursamayan bencil, egoist molozlar olduğuna inanıyor musunuz? Aptalca ve adaletsiz bir ekonomik sistemde yaşadığımızı düşünüyor musunuz?
 
Eğer cevabınız “evet” ise, o zaman günümüz toplumunun anarşist eleştirisine katılıyorsunuz demektir – en azından en genel hatlarıyla. Anarşistler iktidarın yozlaştırdığına ve tüm hayatlarını iktidar peşinde koşarak geçirenlerin iktidara sahip olması gereken en son insanlar olduğuna inanırlar. Anarşistler, mevcut ekonomik sistemimizin insanları nazik ve özenli insanlar olmak yerine bencil ve vicdansız davranışları için ödüllendirmeye daha yatkın olduğuna inanırlar. Çoğu insan böyle düşünür. Aradaki tek fark, çoğu insanın bu konuda yapılabilecek bir şey olduğunu akla getirmemesi veya her durumda her şeyi daha da kötüye götürmeyecek başka bir şeyi düşünmemesi – işte bu da iktidardakilerin sadık uşaklarının büyük olasılıkla her zaman en çok ısrar edecekleri şeydir. 
 
Peki ya bu doğru değilse?
 
Üstelik buna inanmak için gerçekten bir sebep var mı? Bunları gerçekten sınayabildiğinizde, devletler ya da kapitalizm olmadan ne olabileceğine ilişkin alışılagelmiş tahminlerin çoğunun bütünüyle yanlış olduğu ortaya çıkacaktır. Binlerce yıl boyunca insanlar yönetimler olmadan yaşadı. Bugün de dünyanın pek çok yerinde insanlar yönetimlerin kontrolü dışında yaşıyor. Hepsi de birbirini öldürmüyor. Çoğunlukla herkes gibi hayatlarına devam ediyorlar. Elbette karmaşık, kentsel, teknolojik bir toplumda tüm bunlar daha karmaşık olacaktır: ancak teknoloji aynı zamanda tüm bu sorunların çözümünü çok daha kolay hale getirebilir. Aslında, teknoloji gerçekten insan ihtiyaçlarına uygun hale getirilecek olursa hayatlarımızın nasıl olabileceği hakkında daha düşünmeye başlamadık bile. İşlevsel bir toplumu sürdürmek için gerçekten kaç saat çalışmamız gerekirdi – yani tele pazarlamacılar, avukatlar, hapishane gardiyanları, finansal analistler, halkla ilişkiler uzmanları, bürokratlar ve politikacılar gibi tüm yararsız ya da yıkıcı mesleklerden kurtulsak ve en iyi bilimsel beyinlerimizi uzay silahları ya da borsa sistemleri üzerinde çalışmaktan uzaklaştırıp kömür madenciliği ya da tuvalet temizliği gibi tehlikeli ya da can sıkıcı işleri makineleştirmeye yöneltsek ve kalan işleri herkesin arasında eşit olarak dağıtsak? Günde beş saat mi? Dört saat mi? Üç mü? İki saat mi? Kimse bilmiyor, çünkü kimse bu tür bir soru sormuyor bile. Anarşistler, sormamız gereken soruların tam da bunlar olduğunu düşünüyor.
 
Çocuklarınıza söylediğiniz (ya da ebeveynlerinizin size söylediği) şeylere gerçekten inanıyor musunuz?
 
“Kimin başlattığı önemli değil.” “İki yanlış bir doğru etmez.” “Kendi pisliğini kendin temizle.” “Başkalarına iyilik yap...” “Sırf farklı oldukları için insanlara kötü davranma.” Belki de çocuklarımıza doğru ve yanlışı anlatırken onlara yalan söyleyip söylemediğimize ya da kendi buyruklarımızı kendimizin de ciddiye alıp almadığımıza artık karar vermeliyiz. Çünkü bu ahlaki ilkeleri mantıksal sonuçlarına kadar götürürseniz, anarşizme varırsınız.
İki yanlış bir doğru etmez ilkesini ele alalım. Eğer bunu gerçekten ciddiye alırsanız, tek başına bu bile savaşın ve ceza hukuku sisteminin neredeyse tüm temelini ortadan kaldırır. Aynı şey paylaşım için de geçerlidir: Çocuklara her zaman paylaşmayı, birbirlerinin ihtiyaçlarını düşünmeyi, birbirlerine yardım etmeyi öğrenmeleri gerektiğini söyleriz; sonra da herkesin doğuştan bencil ve rekabetçi olduğunu varsaydığımız gerçek dünyaya gideriz. Ancak bir anarşist şunu söyleyecektir: Aslında çocuklarımıza söylediklerimiz doğrudur. İnsanlık tarihinde kayda değer her büyük ilerleme, hayatımızı iyileştiren her keşif ya da başarı, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma üzerine kurulmuştur; şu anda bile çoğumuz paramızı kendimizden çok arkadaşlarımıza ve ailelerimize harcıyoruz; muhtemelen dünyada rekabetçi insanlar her zaman var olacak olsa da insanları yaşamın temel ihtiyaçları için rekabet ettirmek bir yana, toplumun bu tür davranışları teşvik etmek üzerine kurulması için hiçbir neden yok. Bu yalnızca, herkesin birbirinden korkarak yaşamasını isteyen iktidardaki insanların çıkarlarına hizmet eder. Bu nedenle, anarşistler sadece özgür işbirliğine değil aynı karşılıklı yardımlaşmaya dayalı bir toplum çağrısında bulunurlar. Gerçek şu ki çoğu çocuk anarşist ahlaka inanarak büyür ve sonra yavaş yavaş yetişkin dünyasının aslında bu şekilde işlemediğini fark etmek zorunda kalır. Bu yüzden pek çoğu ergenlik çağında isyankâr, yabancılaşmış, hatta intihara meyilli hale gelir ve nihayetinde yetişkin olduklarında boyun eğmiş ve kederli olurlar; çoğu zaman tek tesellileri kendi çocuklarını yetiştirmek ve bu çocuklara dünya sanki adilmiş gibi davranmak olur. Peki ya gerçekten de en azından adalet ilkeleri üzerine kurulmuş bir dünya inşa etmeye başlayabilseydik? Bu, bir insanın çocuklarına verebileceği en büyük armağan olmaz mıydı?
 
İnsanların temelde yozlaşmış ve kötü olduğuna mı inanıyorsunuz, yoksa belirli türden insanların (kadınlar, beyaz olmayanlar, zengin ya da yüksek eğitimli olmayan sıradan insanlar) kendilerinden daha üstün olanlar tarafından yönetilmeye mahkûm, aşağı türden varlıklar olduğuna mı?
 
Eğer cevabınız “evet” ise, o zaman görünüşe göre hiç de anarşist değilsiniz. Ancak cevabınız “hayır” ise, büyük ihtimalle zaten anarşist ilkelerin yüzde 90’ını benimsemişsinizdir ve hayatınızı, muhtemelen değil büyük ölçüde bu ilkelere uygun olarak yaşıyorsunuzdur. Başka bir insana nezaket ve saygıyla davrandığınız her an anarşist oluyorsunuz demektir. Başkalarıyla olan farklılıklarınızı, akılcı bir şekilde uzlaşmaya vararak, bir kişinin herkes adına karar vermesine izin vermek yerine herkesin söyleyeceklerini dinleyerek çözdüğünüz her seferinde anarşist olursunuz. Ne zaman birini bir şey yapmaya zorlama fırsatınız olsa, ama bunun yerine onun mantık veya adalet duygusuna hitap etmeye karar verseniz, anarşist olursunuz demektir. Aynı şey bir arkadaşınızla bir şey paylaştığınız, bulaşıkları kimin yıkayacağına karar verdiğiniz ya da herhangi bir şeyi adil şekilde yaptığınız her defasında geçerlidir. 
 
Şimdi, tüm bunların küçük insan gruplarının birbirleriyle iyi geçinmesi için iyi ve güzel olduğunu, ancak bir şehri ya da ülkeyi yönetmenin tümden farklı bir mesele olduğunu söyleyebilirsiniz. Elbette bunda haklılık payı var. Toplumu merkezsiz hale getirip [decentralize] küçük toplulukların eline mümkün olduğunca fazla güç verseniz bile demiryollarının işletilmesinden tıbbi araştırmaların ne yönde gelişeceği hakkında karar verilmesine kadar eşgüdümlü yürütülmesi gereken pek çok şey olacaktır. Ancak bir şeyin sırf karmaşık olması, onu demokratik olarak çözmenin bir yolu bulunmadığı anlamına gelmez. Sadece karmaşık olacaktır. Aslında, anarşistlerin karmaşık bir toplumun kendini nasıl yönetebileceğine dair çok çeşitli birbirinden değişik düşünceleri ve öngörüleri var. Ancak bunları açıklamak böyle küçük bir giriş metninin kapsamını çok aşacak. Öncelikle, pek çok insanın gerçekten demokratik ve sağlıklı bir toplumun nasıl işleyebileceğine dair modeller geliştirmek için çok zaman harcadığını söylemek yeterli; ancak ikinci ve bir o kadar önemlisi, hiçbir anarşist mükemmel bir plana sahip olduğunu iddia etmez. Topluma önceden üretilmiş hazır modeller dayatmak zaten isteyeceğimiz son şeydir. Gerçek şu ki, demokratik bir toplum yaratmaya çalıştığımızda karşımıza çıkacak sorunların muhtemelen yarısını bile hayal edemeyiz; yine de insan yaratıcılığı ne olursa olsun, bu tür sorunların her zaman çözülebileceğinden eminiz, yeter ki temel ilkelerimizin ruhuna uygun olsun – ki bunlar son tahlilde basitçe en temel insani ahlak ve nezaket ilkeleridir.
 
2009

Çev. Kürşad Kızıltuğ
 

 

kaynak: DavidGraeber, “Are You An Anarchist? The Answer May Suprise You!”

 

6 Nisan 2022 Çarşamba

Hipertoplumsal varlık olarak insan

İnsanın toplumsal bir varlık olduğu savının altının dolması için bu toplumsallaşmanın türsel ve antropolojik tarihinin ve dolayısıyla buna zorunlu olarak bağlı olan toplumsallaşmanın ölçeğinin rasyonel sınırının ne olabileceğinin de toplumsal analize ve politik düşünceye dahil edilmesi gerekiyor. Bu mimarları, şehircileri, sosyal bilimcileri, ekonomistleri ve ekolojistleri ilgilendirdiği gibi, nasıl bir toplumsal ölçekte yaşamak istiyoruz sorusunu sorabilen herkesi -özellikle de özgürlükçüleri- kapsayan bir sorun. Bu konu zorunlu olarak desantralizasyon ve küçülme tartışmasına gelip dayanıyor.

Sosyal böceklerde tıpkı insan nüfusları gibi devasa ölçeklerde bir tür şehirleşme ve hatta mimari var. Ancak sosyal memelilerde, topluluk ölçeği 25-30 gibi sayılarda seyredebiliyor. Göçebe avcı toplayıcılıktan daha karmaşık toplumlara geçildiğinde bile henüz değer üretimi ortaya çıkmadan önce 7-8000 nüfuslu kentler var. Ama daha büyük nüfus yoğunlaşmaları ve bürokratik iktidar sistemleri yok. Ancak değer üretimiyle beraber devasa nüfus yoğunlaşmaları ve metropoliten kentler kanser gibi büyüyor antik çağda ve çoğu zaman kendi hinterlandı olan kırsalı da baskı altına alıyor ve sömürüyor. Bu aşırı büyük ölçeklere geçişteki çarpıklık, uyumsuzluk akılda tutulmadan insanın toplumsal bir varlık olduğu savı anlamsız bir soyutlama olarak kalacaktır. Zira toplum her ne kadar anlamı sürekli değişen bir varlık olsa da rasyonel bir ölçeği olmak zorunda. Şu anki ölçeği dev üretim, sömürü ve denetim sistemlerinin en etkili şekilde çalışmasına uygun bir yoğunlaşma ile belirlenmiş durumda.

Toplumlaşmanın ulaştığı boyutla insan varlığının buna bilişsel olarak uyum sağlayabilme kapasitesi arasında gitgide açılan bir makas var. Bu makas açıldıkça araya devasa bürokratik iktidar ve bilişsel kontrol düzeneklerinin ve insanlar adında karar veren uzman rasyonalitesinin girmesi de kolaylaşıyor, hatta zorunlu hale geliyor. 

Geniş nüfus kalabalıklarının dünya karşısındaki bilgisizliği, cehaleti ve ahlaki zafiyeti, kolaylıkla manipüle edilebilir olması ölçeğin büyümesiyle doğrudan ilgili. Ezilen sınıflar, tekno-bürokratik kontrol makinesi tarafından yönetilen ve kendi aklının otonomisini elde edememiş varlıklar olarak kontrol ediliyor. 

Toplum bugünkü aşırı büyümüş halindeyken, insanı topluma tabi kılacak bir öznellik üretimini dayatacak bir toplumsal makine olarak çalışıyor. İnsanın böyle bir ölçekte toplumsallaşmasının ise sayısız yıkıcı sonucu var:  İnsanların kavrayamayacakları kadar büyük mekanizmaların tutsağı olması; atomize olmaları; toplumun kendisinden kaçılacak bir düşman haline gelmesi; toplumsallaşma ihtiyacının rasyonel ölçek olan topluluklar temelinde karşılanması arayışının kimlik temelli cemaatlerce istismarı; iç dünya ile dış dünya ile arasında radikal bir kopuş; kolektif psişik çöküntü ve insanın varoluşun anlamsızlığını acı verici şekilde duyumsaması ve bunun inanç sistemleriyle manipüle edilmesi; ve duyarsızlaşma.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Bu önerme ancak toplum kavramı ile bilişsel olarak kavranamayan bugünkü robotlaştıcı mega-makine anlaşılmadığı takdirde geçerli olacaktır. 



Kitap: “Erkeklik”le Zehirlenmiş Erkek: Toksik Masküliniteden Arınma Kılavuzu

Bebek, çocuk, hayvan, yetişkin kadınlar ve egemen erkeklik kalıplarından farklılaşan (norm-dışı) tüm erkeklere karşı erkeklerin cana kastede...