“...fakat
bu kez dünyayı tatile dönüştürecek olan muzaffer Dionysos olarak geliyorum...
fazla zamanım yok...”
Friedrich
Nietzsche (Cosima Wagner’e yazdığı “delice” son mektubundan)
Yaşamı başı
sonu olan bir bütün olarak görsek de yaşamın yıllarla ölçülen boyutundan değil
de gündelik boyutundan baktığımızda her türlü eyleyişin belirli bir süre içinde
gerçekleştiğini biliriz. Tüm gündelik yaşam böylece çeşitli eyleşiylerimizin,
bilinçli ya da bilinçsiz, zorunlu ya da gönüllü faaliyetlerimizin birbiri peşi
sıra gerçekleşmesi ile dolar. Modern toplumsal hayat bu sonsuz sayıdaki zaman
parçalarını, kendi gereklilikleri, değerleri uyarınca gruplandırır bölümlere
ayırır. Yaşamımızın bebeklikteki bakıma muhtaç zamanlarından ergenliğe ve
erişkinliğe, yetişkin bir birey olarak geçirdiğimiz dönemden yaşlılığa ve ölüme
kadar geçen süreçleri içinde belirli dilimler oluşur ve yaşam faaliyetlerimizi
gündelik olarak planlayan bir yapılanmanın içinde buluruz kendimizi. Çocukluğun
okula kadarki dönemi, insanın hayatında en çok serbest zamanı olduğu ve bunu
oyuna ve hazza ayırabildiği dönemidir. Sanırım hep geriye doğru buruk bir özlemle
çocukluğun hatırlanması bundandır. Yetişkin bir birey olmanın, vatandaş
olmanın, çalışma hayatında asgari yetilere sahip bir çalışan olmanın
gereklerini öğrenmek üzere gidilen okul, çocuğun yaşamını ders ile oyun zamanı
olarak ikiye böler. Bu, çocuğu giderek çalışma hayatının çileli döngüsünün
alışkanlıklarına hazırlayan bir süreçtir. Okulların açık olduğu mevsimlere
kıyasla okul dışı serbest zamanın –Yaz Tatili!- bir ödül gibi beklendiği,
teneffüs zili çaldığında sınıfların koşarak boşaltıldığı, kar yağıp da okulun
tatil olmasının bir şans olarak algılandığı bir dönemdir okul çağı. Bu dönemki
algılama biçimimiz zamanı, daha şimdiden zevk vermeyen sıkıcı zaman dilimleri
ve zevkli, eğlenceli, oyun dolu “boş” zaman dilimleri olarak algılamamıza yol
açar. Aynı algı tüm eğitim yaşamı boyunca sürer.
Eğitimini
tamamlamış bir genç için çoğunlukla iş yaşamına başlamak, bir travma sürecidir.
Çünkü bütün bir yazın tatil olarak yaşandığı bir dönem geride kalmış, sabahtan
akşama kadar can sıkıcı rutinlerin gerçekleştiği bir döneme girilmiştir.
Geriye, iki ya da üç haftalık bir “yıllık izin” sürecinden ve “işsizlik”ten
başka da uzun süreli olarak boş kalmanın bir yolu kalmamıştır.
Modern çalışma
kültürü ve etiği, yetişkin bireylerin “işgücü” olarak tanımlanması konusunda
öylesine kararlıdır ki, bu çalışma sürecine kendisini hazırlasın hazırlamasın,
tıpkı 20 yaşına gelen her erkeğin zorunlu olarak askere alınması gibi, “işgücü”
kategorisine girdiği halde çalışmayan bireyi de işsiz olarak damgalar. Böylece
işsizlik utanılacak, istenmeyecek bir vasıf haline gelir ve genellikle iş
bulmak için yeterli niteliklere sahip olmadığı kabul edilenler ya da bunun için
çaba göstermeyenler aylaklar, boşta gezerler olarak yaftalanır.
Çalışmanın
insanın yetişmesi ve emekliye ayrılması gibi her ikisi de verimlilik
kriterlerine uymadığı kabul edilen iki döneme işaret ederek tanımlanması,
modernliğe yani sanayi kapitalizmine ait bir olgudur. Bu toplumun yükselişi ile
birlikte, insanın hayatını sürdürmek, kendi ihtiyaç ve arzularını gerçekleştirmek,
potansiyellerini ve eğilimlerini ortaya koymak için gerçekleştirildiği her
faaliyet türü çalışma/iş tanımı içine alınarak nitelendirilmeye başlandı. Bu
işin/çalışmanın en önemli niteliği başkası için, kamusal alanda, ücret
karşılığı yapılan ve düzenli bir zaman dilimi içinde planlı olarak
gerçekleştirilen bir etkinlik olmasıdır. Bu çalışma kavramıyla birlikte,
insanın zaman döngüsü içinde kalan tüm etkinlikleri çalışmanın belirlenimine
girer. Zamanın kontrolü kendisince değil de çalıştığı işin gerçeklerine göre
belirlenir. Çalışma zamanı ve serbest zaman ayrımını yaratan, zaman
planlamasını elimizden alan bu kapitalist üretim tarzı ve onun biçimlendirdiği
modern hayattır. Ev ile iş yaşamının ayrılması, işyerinin kamusal ve özel
hayattan tümüyle bağımsız kendi kuralları olan bir mekân olması, işin tanım
gereği eğlenceden ayırılması kişinin zamanını tam bir bölünme olarak
duyumsamasına yol açar. Bu bölünmenin çalışma zamanı kısmında “telaş”, “verilen
işi zamanında yetiştirmek”, “vakit nakittir”, ve “minimum zamanda en çok iş”
gibi ölçütler hakimken, diğer serbest zaman diliminde maksimum dinlenme,
maksimum eğlenme, ya da tüketme arzusu kaçınılmaz biçimde bunun tamamlayıcısı
haline gelecektir.
Kapitlalizmin
hâkimiyet kazanıp modern toplumsal yapıyı değiştimeye başlamasından ve bir işçi
sınıfının oluşmasından, yani aşağı yukarı 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın
başlarından beri, çalışanlar, işçi sınıfı her seferinde daha çok ücret, daha
iyi çalışma koşulları ve daha az çalışma zamanı için mücadele etmiştir. 16
saatlik işgününden 8 saatlik işgününe, hatta bugün Fransa’da olduğu gibi
haftada 35 saatlik çalışma haftasına kadar bu mücadelelerle çeşitli kazanımlar
elde edilmişdir.
Peki, bu
kazanımın anlamı ne? İş zamanı içinde kalan zaman dilimini azaltıp işdışı/serbest
zamanın arttırılmasına yönelik talep tüm çalışanların her zaman arzuladıkları
birşeydir genellikle. Gerilere doğru gidilip geçmişten bugüne çeşitli politik
ütopyalara baktığımızda, çalışmanın 3 – 4 saat gibi sürelere indirilmesiyle
karşılaşıyoruz. Bunu tamamlayan ikinci talep de –ki bugün her çalışan insanın
da arzularına karşılık geldiğini düşünüyorum bunun– işin zevkli hale
getirilmesidir.
İş ve hazzın
ayrı şeyler olarak düşünülmesi, Protestan çalışma etiğinin bir sonucudur.
Hazzın, oyununu, eğlencenin, bedensel zevklerin ve cinselliğin çalışma dışı
zamanda gerçekleştirilmesi ve vazife bilinciyle kişinin işine sarılmasına
dayalı püriten ahlak bugün kapitalizmin girdiği her yere gitmiştir. Elbette iş
dışı zamanda haz sonuna kadar kışkırtılan ve tüketim döngüsü içine sokulmak
istenen bir şeydir, ki böylece eğlence endüstrisi içinde kişinin çalışmada
yitirdiklerini elde etme yanılsaması doğsun. Bu sayede çalışma dışı saatlerinde
birey yine kendisi için değil, ama kendisi için yanılsaması yaratacak şekilde
toplumsallaştırılmış, organize edilmiş bir takım boş zaman etkinliklerine
yönelir.
Buradan şu
sonuca geliyorum: yaşamlarımızın sonsuz sayıda parçalardan, dönemlerden oluşan
karmaşık zaman akışı iki ana ritm tarafından belirlendiği ölçüde her iki durumda
da bu zamanın temellük edilmesi üzerinde bir savaş gerçekleştirildiğini
görüyoruz. Yaşamımızın varlığımızı sürdürmek için gerekli faaliyetler kısmı bir
egemenlik sitemine tabi kılınarak temellük edilir ve çalışma zamanı haline
getirilir. Bu zaman ve bunun yan zorunlulukları iş içinde en ince ayrıntılarına
kadar organize edilmiş veya modern kent hayatının zorunlulukllarınca
belirlenmiştir. Geriye kalan serbest zaman ise kişinin kendi arzulalarını
tatmin etme, eğlenme, sosyal ilişkiler kurma, başkalarıyla birlikte olma,
gezme, aylaklık etme, bedensele hazları dopyurma, kültürel faaliyetlere yönelme
gibi etkinlikler olarak çeşitli biçimler alır. Ancak sistem bunların her
birinin tatmin edilmesinden de kendisine bir ekonomi çıkarmak istediğinden
ücretle satın alınabilecek alternatifler sunar ve böylece bu zamanların da
bizlerin kendi yetilerimizle tayin ettiğimiz kelimenin gerçek anlamıyla
“serbest” zamanlar olması ihtimali elden kaçar. Çünkü bizlere sunulan birörnek
boş zaman geçirme alternatifleridir.
Bu nedenle
anarşizmin ve liberter ütopyaların çalışmaya bakışı çok eleştireldir.
Çalışmanın acı verici, kişinin kapasitelerini küçültücü, tekdüze, sıkıcı ve haz
içermeyen bir faaliyet olmasını bir yana brırakın, eğer serbest zamanımız bile
tıpkı çalışma zamanı gibi birörnek, insanın zihinsel kapasitelerini yok sayan
bir biçimde ele geçirilmeye, sömürgeleştirilmeye çalışılıyorsa, o halde çalışma
zamanı ile serbest zaman arasında yaratılmış, bir tür çile/haz karşıtlığına
dayalı bu çalışma kültürü mutlaka ortadan kaldırılmalıdır
19. yüzyılın
ütopyacı düşünürü Charles Fouirer için uygarlığın yerini alması gereken Uyum
Toplumu, insanın çalışmayı haz ve neşe içinde geçirdiği, herkesin gün içinde
çok kısa süreler için ve birbirinden faklı bir sürü işte rotasyon içidne
çalıştığı, yaratıcılığın ve verimliliğin böylece disipline dayalı bir çalışma
kültüründen çok daha yüksek olacağı, insanın tüm arzuları ve tutkularıyla uyum
içinde olan, baskıcı ahlaki şartlanmalardan kurtulmuş cinselliğin ve erotizmin
bir şenlik olarak yaşandığı bir tür komünal toplumdur. Mimar, desinatör,
ressam, şair, sosyalist, liberter ütopyacı William Morris’in News From
Nowhereadlı ütopik romansı da Fouier’le paralellik taşır. Morris’in
ütopyasında tek düze ve parçalanmış bir iş biçimi olan fabrika düzeni insanın
kendini gerçekleşrirmesinin ve yaratıcılığın önünde engel olarak görülürken
aynı zamanda doğaya ve doğayla bütünleşmiş bir yaşam çevresine verdiği tahribat
sonucu tümüyle sentetik bir çevre yaratması eleştirilir. Bu tip bir çalışma
verimliliği attrmak bir yana dursun nitelikli eserler yaratılmasının önünde
engel olmasının yanı sıra yaşam çevresinin estetik bir duyarlılıkla yeniden
yaratılmasına da imkan vermez. Çünkü sanayi pazarın dayattığı “ihtiyaçlar”la
üretimi durmadan artırmayı öngörmektedir.
Oysa Morris’in
özgürlükçü komünist ütopyasında ihtiyaçlar, küçük ölçekli üretim içinde
karşılanır; insanlar hem daha az hem de zevkle çalışır, yaratıcılıklarını
geliştirir. Bu çerçevede Morris, Fourier’i işaret etmeyi de ihmal etmez.
Fourier’in “zevk veren çalışma” anlayışını sürdüren bir başka özgürlükçü
komünist de Kropotkin’dir. O da benzer şekilde çalışma süresinin
azaltılmasından, çalışma dışı zamanın çoğaltılmasından ve insanların kendi
yeteneklerince seçtikleri işleri yapmalarından bahseder. Üstelik çalışma dışı
zamanlarda da insanların bilimle, sanatla, edebiyatla ve topluluk yaşamının
doğurduğu çeşitli kolektif ya da bireysel etkinliklerle insanların yaşam
dünyalarını zenginleştirmelerinden, yaşamı çoğaltmalarından geçen bir komünist
ütopya tanımlar. Ekotopya adlı ekolojik ütopyasındaki çalışma
yaşamını anlattığı bölümde Ernest Callenbach da bu ekolojik toplumda çalışma
zamanlarıyla dinlenme veya serbest zaman ayrımının ortadan kalktığı, çalışmanın
içinde insanların eğlenceye, sohbete, hatta marihuana ve içki içerek çalışmayı
gerçek bir şenliğe dönüştürdüğü özyönetimli işyerlerinden bahseder.
Mayıs 68
devriminin şafağında yazılmış Gündelik Hayatta Devrim kitabında,
situasyonist Roul Vaneigem bugünkü toplumun çalışma anlayışının yaratıcılıkla
hiçbir alakası olmadığının kalın bir şekilde altını çizer. Sanayi toplumunun
üretkenlik çağrısının, insanları köleştiren, duyarsızlaştıran, bitkin düşüren
çalışma düzeninin karşısına oyun ve yaratıcılığın taleplerini koyar.
İşin, yani
kişinin ortaya bir değer koymak üzere gerçekleştirdiği öz-faaliyetinin, bizzat
“kendisi için “olmaktan bütünüyle çıkıp, hayatta kalmanın baskısıyla
belirlenmiş, başkasının –sermayenin ve devletin– taleplerini yerine getiren bir
tekdüze faaliyet haline gelmesi modern çalışmayı reddetme ya da eleştirmenin
başlıca nedenidir. Bu çalışma biçimiyle kişi kendi faaliyetini belirleyebilen,
söz sahibi olabilen bir varlık, bir özne olmaktan çıkar ve nesne haline gelir.
Hayatta kalmak pahasına, özfaaliyetini “başkası için faaliyet” haline getirerek
nesne haline gelir. Marx buna “emeğin yabancılaşması” adını vermiştir. Ancak
Marx’ta özgürlükçü bir açıdan bakıldığında, çalışmanın sorunlu olan, bu
çatışmanın bireysel düzeyde aşılması yönünde hiçbir önerinin bulunmaması
sorunludur. Marx’ta yabancılaşmanın aşılması, ancak yine bir başka yabancılaşma
döngüsü içine girerek, emekçinin kendisini politikanın içinde araçsallaştırarak
devrimi gerçekleştirecek “özne” haline gelmesiyle mümkündür. “Kurtuluş” ancak
gelecek kuşaklar için söz konusu olabilecektir. Bu da başka bir çileci faaliyet
olan sosyalist devrim yoluyla gelecekte gerçekleşebilecek bir şeydir. Yani bir
sınıf olarak, kolektif bir özne olarak emekçi, çalışmanın eleştirilmesi yerine,
emeğin kutsanması yoluyla gelecekte gerçekleşecek bir kurtuluş için yine
devrimci mücadelenin parçası olmalıdır. Bu yabancılaşma teorisinin açmazından
çıkmanın yolu, kişinin kendini gerçekleştirmesi çabasının öncelikle kendi
bireysel potansiyelini gerçekleştirmesine odaklanmasından geçer. Kendi içkin
güçlerini keşfedip yaşamını bir merak, arayış ve sistemin sömürgeleştirmesine
karşı bir direnişe çevirmesi ve kapitalist tüketim kültürünün suratına çarpması
böyle mümkün olabilir.
Kişinin
varlığını başkasına ait bir varlık olmaktan çıkarabilmesi için, kendini
tanıması, topluluk ilişkilerini kuvvetlendirmesi, gündelik yaşamını
zenginleştirmesi, yaşam deneyimlerini çeşitlendirmesi ve hazlarını
ertelememesi, Foucaultcu anlamda bir varoluş estetiği oluşturması gerekir.
Bu durumda bir
kez daha kendi hayat sürelerimiz içinde zamanın kullanımı üzerine verilen
savaşa geliyoruz: zamanın çalışma ve serbest zaman olarak bölünmesine karşılık,
“boş” addedilen süreyi dolu ama özgür bir zaman haline getirmek için bize
sunulan tekdüze eğlenme, dinlenme, tatil, hobiler ve sosyalleşme biçimlerinden
kurtulup benzerlerin birbirini bulduğu bir karşı kültür yaratmak bir alternatif
olabilir.
Bu belki de
birçoklarımız için yine de hayatta kalmak için sistemin sunduğu iş olanakları
içinde kalmayı sürdürecek bir yoldur; yine de çalışma dışı zamanlarımızı sistem
karşısında politik ve kültürel bir direniş biçimine dönüştürebiliriz.
Sanatın,
felsefenin, bilimin, edebiyatın, oyunun, cinselliğin aşkın, sevgi ve dostluk
ilişkilerinin pazarın ve tüketim kültürünün dayatmalarından, piyasanın
mantığından bağımsızca ele alındığı yaratıcı topluluk ve dayanışma ilişkileri
kurabilir ve kelimenin tam anlamıyla denetim toplumunun hakimiyeti altına
alamadığı alanlarda gedikler açabilir, kaçış çizgileri bulabiliriz.
Dahası iş
seçimlerimizle, sermayenin ve kibar toplumun belirlenimlerinden bağımsız
kılmaya çalışıp kendi arzularımıza, etik anlayışımıza uygun olarak kariyerizmin
ve parasal ölçütlerin yerine başka ölçütler de koymamız mümkün.
Tüm bunlar
bilinen şeyler olmakla beraber, yukarıda bahsi geçen ütopyacılara konuyu
bağlamak açısından son olarak şunu söylemek istiyorum: Kapitalizmin ve
tahakkümün eleştirisi, eninde sonunda bireyin “kendini gerçekleştirme
hakkı” üzerinde kurulan dışsal belirlenimi ortadan kaldırmak ister.
Bütün devrimci
ütopyaların amacı zorunluluklardan özgürlüklere doğru yaşamı dönüştürmek ve
yaşamın haz veren çeşitliliğini artırmak yönündedir.
Varlık
Dergisi, Temmuz 2005.