Devrim kavramı
devirmek ya da yıkmakla değil dönüştürmekle ilgili bir kavramdır. Kavramın
genelde siyasal kurumların ya da devletin yıkılması ile özdeşleştirilmesi ya da
sadece buna indirgenmesi, siyasetin -devleti ele geçirme tekniği olarak-
araçsal kavranışından kaynaklı bir deformasyondan ve ona paralel olarak devrim
kavramını küçük düşürmek isteyen hâkim güçlerin yol açtığı kasıtlı çarpıtmadan
kaynaklanır. Yani bu noktada araçsal devrim kavrayışı ile toplumsal dönüşüm
karşıtı egemen güçlerin devrime yükledikleri anlam örtüşür. Devrim toplumsal
yapının, kurumların, kurumları ayakta tutan ve meşrulaştıran fikirlerin ve
kavramların, ideolojilerin ve toplumu bastıran göreneklerin daha geniş ölçekte
de insanların hergünkü pratiklerinin ve hatta ikili ilişkilerin ve kültürün,
artık eski toplumdakinden farklı bir yöne doğru dönüşmesidir. Her şeyin
siyasallaştığı, en sıradan insanların kendi yaşamları için karar verme
kudretiyle dolduğu bir uğrak.
Bu tür bir
dönüşüm pek çok farklı siyasal öğretiden kaynaklanabileceği gibi, bu
öğretilerden bağımsız olarak etkileri toplumsal yapının bütününe yayılacak
derecede dönüştürücü toplumsal faktörlerin sonucu da olabilir –örneğin
kültürel, zihinsel ya da teknolojik dönüşümlerin bu tür sonuçları baştan
öngörülemeyecek denli geniş çaplı etkilerinden genelde söz edilir. Eğer burada
bizi ilgilendiren, insanların kolektif iradi eylemlerinin sonucu olarak toplumu
dönüştürmek anlamındaki -nispeten en yaygın kabul gören- devrim kavrayışı ise, o
zaman yine de bu tür bir devrim ya da devrimsel nitelikli bir toplumsal
dönüşümün salt siyasi bir süreç olmadığının altını çizmek isterim. Burada
yapmak istediğim, devrim olarak adlandırılan sürecin siyasal boyutunu
küçümsemenin tersine, devrimci nitelikteki bir sürecin salt siyasi uğraklar
olarak yaşanmadığını, toplumun gözeneklerinde derinden çalkalanan bir sürü
irili ufaklı dönüşümün kolektif etkisinin bir devrim olarak yaşandığını
vurgulamaktır. Yani bir devrim, bu mikro ölçekteki boyutlarıyla düşünüldüğünde,
toplumun en sıradan gündelik hayat pratiklerinin ve insan ilişkilerinin bile
son derece siyasal bir boyut kazandığı; durağan zamanlarda siyaset açısından
önemsiz sayılabilecek yaşam alanlarının son derece radikal siyasi öneme haiz
olduğu bir süreçtir. Siyasetin toplumun tabanından yukarı doğru yaşamı
kuşattığı, buna karşın bilindik anlamdaki ‘devlet işleri olarak siyaset’ ya da
‘devleti ele geçirme ve dönüştürme mücadelesi olarak siyaset’ kavrayışının son
derece sığ ve toplumsal dönüşümü sağlamaya yetersiz kaldığı bir uğrak.
Çok biçimsel
anlamda devrimden bu şekilde bahsediyorsam burada amacım solu ilgilendiren bir
devrim tanımı vermekten kaçınmak değil, devrimi yalnızca sol projeler
bağlamında sınırlamanın yetersiz olduğunu düşündüğüm içindir. Zira devrim her
şeyden önce sayılamayacak kadar çok sayıdaki toplumsal pratiğin ve olaylar
dizisinin bileşke etkisinin, veya bunların sonuçlarının giderek bir toplumsal
yapıda “bütünsel” olduğu söylenebilecek denli hissedilir farklılıklar
manzumesinin yaşanmaya başlanmasıyla saptanabilir hale gelen bir toplumsal
süreçtir. Bu süreçlere etkiyen bilinçli insan edimlerinin önemini ihmal
etmeksizin yine de söylenmesi gereken şudur ki devrim, öznesi olmayan ve
tarihsel olarak dönemleştirilmesi pek de mümkün olmayan bir süreçtir.
Her
zaman devrimleri başlatıcı süreçlerden bahsedilebilir. Devrimlerin
sonuçlarından, etkilerinden bahsedilebilir. Ancak bir devrimin tam olarak ne
zaman başladığından bahsetmek, devrim sürecinin sonuçlarını mülk edinmeye
çalışan ve kendini bu sürecin oluşturucu faili olarak tanımlamak isteyen
siyasal öznelerin sorunudur. Yani demek istediğim devrimci dönüşümler yaratan
kolektif süreçlerden, çoklu öznelerden, sıradan insanlardan bahsedilebilir;
ancak devrimin öncülerinden, önderlerinden bahsetmek, hareket halindeki devasa
bir toplumsal dönüşümün hem öznesi hem de nesnesi olan -aynı anda oluşan ve
oluşturan- insan topluluklarına karşı bir küstahlıktan başka bir şey değildir.
Yalnızca belirli mücadelelerin, belirli somut örgütlenmelerin ya da siyasal
grupların öncülerinden, önderlerinden bahsetmek bana anlamlı görünüyor. Bunun
dışında siyasal sürecin başlatıcısı, ya da yönlendiricisi olduğu iddia edilen
bir takım “kişi”lere dayanarak toplumsal süreçleri anlamaya ve açıklamaya
kalkmak, hele ki böylesi bir yaklaşımdan siyaset çıkarmak bana tamamen devrim
metafiziği olarak görünüyor.
Devrim, siyasi
düzenin -yani insanların yönetime katılma düzenlemesinin- ekonomik düzenin
-yani insanların paylaşım ilişkilerinden pay alma düzenlemesinin-
insanların gündelik hayat içindeki erk ilişkileri düzenlemesinin -yani ikili
ilişkiler, aile ve kurumsal yapılardaki düzenlemelerin, hiyerarşinin ve erk
ilişkilerinin ve kültürün, tümünü birden mevcut düzenlemelerden başka,
arzulanır, olası düzenlemelere doğru hem kolektif iradi çabalar hem de irade
dışı toplumsal gelişmelerin ortak etkisi yoluyla dönüşmesi sürecidir.
Bu süreci, bu
şekilde, içerdiği sayılamayacak ve sınırlanamayacak failler, etkiler, mikro
süreçler olarak ele aldığımızda karşımıza çıkan ikinci sorun zamana bakış sorunudur:
eğer devrim tek bir olay olarak kavranırsa, devrimin failleri, önderleri,
başlangıcı ve sonrası gibi elle tutulur bir süreç olduğu sanısına kapılırız. Bu
bizi başka bir devrim anlayışına, yani sonuçları öngörülemez devasa bir
toplumsal sürecin sonucu olarak tezahür eden bir siyasal yer değişikliğini
devrim olarak adlandırmaya götürür. Oysa bir devrim gerçekten muvaffak olmuş
siyasal değişiklikler veya rejim değişiklikleri ile sınırlı tutulursa -baştan
beri devrim tartışmasında sanki saklı tuttuğum terim açısından, yani sol,
komünal, özgürlükçü bir bakış açısından- bir devrimden değil olsa olsa siyasal
bir el değiştirmeden bahsedilebilir. Çünkü bir siyasal değişikliği devrim
kılacak olan şey, içerisinde gerçekleştiği toplumsal dönüşümü ne kadar sürdürdüğü
ve güçlendirdiği veya onu ne kadar engellediği ve zayıflattığı yönündeki
etkisidir. Sorun böyle tarif edilirse devrimci bir toplumsal sürecin devamı
olarak gerçekleşmiş bir takım siyasal devrimlerin tarihsel-toplumsal olarak
karşı devrimci etkileri olduğu ya da en azından başlamış bir toplumsal devrimi
durdurduğundan söz etmek işten bile değil. Böylesi siyasal devrim örnekleri sol
tarihin hazin tahakküm öyküleri olarak duruyorlar.
Ayrıca geçmişe
yalnızca devrimci başarılar üzerinden bakan bir bakış, bugün için
gerçekleştirilebilir modeller çıkarabileceği süreçleri ele alırken yeniklerin,
başarısız olmuş, ezilmiş devrim girişimlerinin ve isyanların öykülerinden uzak
durmasıyla da siyaseti ve toplumsal mücadeleleri sıradan insanların talepleri
açısından değil araçsal açıdan kavradığının bir başka örneğini gösterir.
Dolayısıyla
bugün devrimlerden bahsedildiğinde, aslında her şeyden önce geçmişteki bir
takım toplumsal devrimlerden söz edilir ve bunlardan bazıları mevcut toplumları
dönüştürmek için paradigmatik model olarak kabul edilir. Oysa bugün bahsi geçen
devrimler, sözü geçen toplumlar içindeki bir takım radikal, yıkıcı, dönüştürücü
taleplerin gerçekleşmesi yönündeki geniş halk hareketlerinin sonucu olarak
gerçekleşmiş süreçlerdir. Ancak devrime dair tarih yazımı, genellikle, sürecin
içindeki yığınların rolünü küçültüp entelektüellerin, düşünürlerin, bazı
siyasal partilerin veya şahısların rollerini büyütürler. Bu ise ölçülemez,
öngörülemez, olumsal bir tarih olayı olarak devrimi -ya da mikro-devrimler
toplamı olarak toplumsal dönüşüm sürecini- bir takım elle tutulabilir
faaliyetler, programlar, siyasal yöntemler, öneriler gibi tekrarlanabilir ve
tekrarlandığında benzer sonuçları verebileceği varsayılan devrim modelleri
olarak genelleştirmeye yol açar, açmıştır. Böylesi bir determinizm, daha geniş
zaman ve mekan ölçeğinde gerçekleşmiş ve dolayısıyla ölçülemez süreçleri,
karmaşık insan ilişkilerini, kayda geçmemiş deneyimleri, şematize edilip örnek
alınacak, bir misyon meselesi halinde zihinlerde yeniden kuran bir devrimcilik
tipi doğurur. Bu devrimcilik tipi de geçmişin dinsel öğretilerine benzer
şekilde, kurtuluşun nasıl gerçekleşeceğine dair nihai vaadi getirdiğine
inanarak kendi ruhban sınıfını veya siyasal elitini doğurur. Geniş zamana
yayılan, coğrafi olarak belirlenemeyecek denli düzensiz bir mekânda gerçekleşen
toplumsal değişimi, şimdiki zamanda gerçekleşerek vaat edilmiş geleceğe doğru
götüren kıyametimsi ve nihai bir kopuş olarak idealize eder ve devrim azizleri
ve şehitleri yaratır.
Devrimin,
tarihsel olarak bakıldığında ani sayılabilecek belirli bir zaman kesitinde
gerçekleşen dramatik bir değişim olarak kavranışından, çok uzun zamana yayılan,
çok fazla sayıda faktörün ve insan eyleminin etkisiyle gerçekleşen bir
toplumsal dönüşüm olarak kavranışına geçtiğimizde, bunun sonucu olarak çok daha
az göze batan, dikkat çekmeyen -deyim yerindeyse isimsiz kahramanlarla yürüyen
bir süreç olduğunu düşünmeye başlayabiliriz. Yenilmiş devrimlerin sonraki
kuşakların devrimci mücadelelerine miraslarını, taleplerini, kültürlerini
aktararak devrimci sürecin parçası olarak kavranabileceği bitmemiş öyküler
olarak yeniden anlatılması yahut bir bir devrimci bellek kaydı tutulması
önerilebilir.
Böyle
düşündüğümüzde, devrim bir siyaset elitinin, siyasal ve toplumsal mühendislik
faaliyeti olmaktan çıkar; sıradan insanların kendi toplumsal hayatlarını,
toplumun kaderini kendilerinin belirlemeleri süreci olarak kavranmaya başlanır.
Bu durumda tek bir devrimden çok, insanların arzulanır bir toplumda yaşamak
için giriştikleri ve tüm toplumsal yapıyı etkileyen muhalif, radikal
mücadelelerin yatay, özgürlükçü, komünal ilişkiler gerçekleştirmeye
çalıştıkları birçok bakış açısının etkisiyle gelişen bir mikro devrimler
sürecinden bahsedebiliriz. Herkesin birden arzu ettiği ya da razı olduğu bir
kolektif toplumsal projenin olabilirliği ne kadar hayalci ve aynı oranda
baskıcı ise, birbiriyle etkileşime giren çok merkezli radikal insan
eylemlerinin şekillendirdiği bir toplumsal gelecek ufku önermek o kadar
özgürleştiricidir. Çünkü bir toplumsal devrim, toplumun dönüşme imkanlarının
sonuna varan bitirici bir eylem olamaz. Toplumsal devrimler, toplumların her
zaman kendilerini açık uçlu gelecek projeleri etrafında kurmalarını gerektirir,
yoksa muhafazakâr projeler halini alırlar. Bu da gelecek ufkunun şimdiden
birbiriyle etkileşime giren ortak yönelimli radikal, devrimci, muhalif eylemler
ve taleplerle şekillendirilmesi demektir.
Devrim
kavramını reddedip, bir kenara atıp ya da demode bulup bu konunun baskısından
kurtulamayız. Radikal muhalif eylemin karşısına her zaman dikilecek olan temel
sorular vardır: bir eylemin etkisi nerelere kadar uzanır? Mevcut yapı içinde
dönüşümlerle, reformlarla nereye kadar arzulanır bir topluma varırız? İnsan
kendi yaşamının sınırları dahilinde nereye kadar bunların gerçekleşmesi için
fedakarlıklarda bulunabilir? Ekonomik ve siyasal örgütlenmede değişiklikler
yapmak ya da gedikler açmak ya da bunların yerini alacak yeni ilişkiler
yaratmak nasıl mümkün olacaktır? Toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeyi mümkün
kılacak bir “kaldıraç noktası” var mıdır? Yoksa toplumsal dönüşüm toplumun her
cephesinde verilecek sayısız mevzi savaşımlarının elde ettiği kazanımların bir
toplamı mıdır?
Tüm bunlar bir
toplum nasıl oluşur sorusuna bağlı değil mi? Peki o halde bütün devrim sorusu
bir toplum nasıl yeniden oluşur sorusu değil midir? Bana göre bir toplum en
azından içerdiği tüm bireylerin toplamı ve ondan daha fazlası ise o zaman
toplumsal dönüşümün konusu/sahası da tüm bireylerin tüm faaliyetleri ve ondan
daha fazlasıdır. Toplumsal dönüşüm yahut da toplumsal yeniden kuruluş, toplumun
tüm cephelerinde yaşanan sorunlar etrafında kümelenerek mücadeleye tutuşmuş
taraflar arasındaki ezilenlerin kendi aralarında kurdukları çeşitli ittifaklar
sayesinde kendilerini hem bireysel hem de toplumsal bakımdan özgürleştirmeleri
için giriştikleri eylemlerin toplamı ve bunları takip eden dönemler, kuşaklar
veya asırlar boyunca kalıcı etkiler bırakarak bu yeni ilişkilerin yerleşmesi
olarak düşünülebilir. Çünkü geleceğe dair çeşitli toplumsal tasarılar uğruna
insanların şimdiki zamanda ve kendi sıradan ilişkileri arasında giriştikleri
çeşitli eylemlerin ve yaptıkları tercihlerin hafife alınamayacak denli
şekillendirici bir gücü olabilir.
Devrimi
yeniden tarif etmek, sorunsallaştırmak gerekli. Bununla birlikte, bir “devrim
inancı” üzerine kurulu dava insanı tiplemesi yaratarak değil, devrimci bir
toplumsal dönüşüme inanç duymayı demode görerek hiç değil… toplumun
dönüşmesinden geçmişte ne anlaşıldığını ve bugün ne anlıyor olduğumuzu sorgulamak,
ve böylece toplumun olanca geniş katılımla toplumsal dönüşüme dahil olması ve
siyasetin topluma içkin bir şey haline gelmesi olarak devrimi yeniden
kavramlaştırmak mümkün. Böylesi bir kavrayışın devrimi toplumsal yaşamın tüm
sathına yayacağından kuşku duymamak lazım. Sorun devrimin bir şiddetli dönüşüm,
bir ani dönüşüm, toplumu “merkezinden” kuran yapıların dönüşümü sorunu
değildir. Zira toplum herkesin katılımıyla, herkesin hergün yeniden üretimiyle
kendisini tekrarlar. O yüzden bir devrimin “öncesi” olmadığı gibi “sonrası” da
olamaz. Devrimler ve karşı devrimler içiçe pratikler olarak toplumun “içinde”
gerçekleşirler, “üzerine” değil. Bu nedenle devrimin geçmişteki
avangardist kavranışının, salt siyasal göstergelere bakarak toplumsal dönüşümü
ölçmeye meyleden bir siyasal reformizm ve toplumsal devrimci güçler üzerindeki
bir baskı siyaseti olduğunu öne sürmek ve bu tasavvurun yerini alacak daha
devrimci bir devrim kavramı öne sürmekten başka devrimci yol bulmak bana pek
mümkün görünmüyor.
Ve tüm bunların
üstüne şunu da eklemekten kendimi alamıyorum: bir toplum dediğimizde her zaman
somut elle tutulur bir topluluktan bahsetmiyoruz. Bilakis tam da modernliğin
yarattığı sözümona türdeş ve belirli bir mekansal bütün içinde olduğu
varsayılan bir muhayyel toplamdan bahsediyoruz. oysa bu toplum yalnızca bizim
zihinlerimizde ve yazılı hukukun kurmacalarında ikamet ediyor. Toplum
dediğimizşeyin, heterojen, süreksiz, sınırı belirlenemez bir açık alan olduğunu
da yukarıdakilere ekleyecek olursak devrim dediğimiz şey, ister istemez
devrimler halini alır. Yani devrimin konusu tüm “hayat”, yahut da varlık haline
gelir ve devrim ancak içinde olduğumuz bir süreç olabilir, -bir metafizik
tasavvur olarak değil bir maddi gerçeklik olarak: tam da şu anda sonucu belirsiz
de olsa gerçekleşmekte olan…
Birikim
Dergisi, Mayıs-Haziran 2006, sayı: 205-206