“Bir sanatçı bir anarşistle özdeştir”
diye yükseltti sesini; “her yerde sözcükleri birbirinin yerine koyabilirsiniz.
Anarşist sanatçıdır. Bir bomba fırlatan adam sanatçıdır, çünkü büyük anı her
şeye yeğler. Göz kamaştırıcı bir ışık patlamasının, kuvvetli bir gök
gürlemesinin, bir avuç biçimsiz polisin o adi gövdesinden daha değerli olduğunu
görür. Bir sanatçı bütün hükümetleri hiçe sayar, bütün anlaşmaları ortadan
kaldırır.”[1]
Chesterton’ın Bay Perşembe isimli romanı, 19. yüzyıl sonlarındaki
marjinal, toplumdışı, komplocu, bombacı anarşist imgesini Batı toplumlarının
popüler imgelemine kazıyan birkaç önemli edebiyat yapıtından birisidir.
Anarşistleri toplumla uyumsuz, kural tanımaz, yalnızca toptan yıkımla kargaşa ve
kaos yaratmakla ilgilenen hayalperest radikaller olarak resmeden bu sunumun benzerlerini
günümüz medyasında da bolca görürüz. Örneğin hiyerarşi karşıtı taban
hareketleri örgütlemekle uğraşan liberter eylemcilerin somut olarak ne
yaptıklarına, ne önerdiklerine hiç ilgi göstermeyen anaakım medya, 1995’te
Unabomber gibi bir figür yakaladığında konuya aylarca ilgi göstermiş, bu “toplumdışı,
eksantrik matematik profesörü”nün hayatı ve yakalanışı bütün ayrıntılarıyla
ilgi çekici bir hafiyelik öyküsü şeklinde sunulmuştu. 1999’da Seattle’daki WTO
karşıtı gösterilerle kendisini duyuran anti-kapitalist / küreselleşme karşıtı
hareket ise, içinde bulunduğumuz sisteme yönelik gerçek eleştirileriyle, nasıl
bir dünya istediğiyle değil mağazaların camını çerçevesini indiren Kara Blok
görüntüleriyle belleklere işlenmişti yine.
Medya ile paralel
olarak popüler kültür ürünlerinde de aynı yaklaşıma sahip anarşizm temsilleri
devam ediyor. Günümüz anarşizmini ilk bakışta oldukça içeriden bir dille
yansıtır gibi görünen ancak ilerledikçe anarşistleri bir tür ergen dik
kafalılığına indirgeyen 2002 tarihli The Anarchist Cookbook
(yönetmen Jordan Susman, 2002) adlı film bunun çok tipik bir örneği olarak
görülebilir. Seattle 1999 WTO zirvesi karşıtı gösterilerin sonrasında giderek
yaygınlaşan anarşizmi çok ince ayar vererek eleştiren bu film, aktivist gençleri
"aşırı" noktalara gitmemeleri için uyarıyor adeta. Öykü anarşizmi bir
tür "her şeyi yapma özgürlüğü" olarak gören bir grup genç aktivistin
etrafında kuruluyor. Kahramanlarımız anarşizmi sadece bir "hayat
tarzı" olarak yaşıyorlar ama kendi ev içi hayatlarının haricinde nasıl bir
politik çizgileri ve örgütlenmeleri olduğu meselesine hiç girilmiyor. Bildik kolektif
işgal evleri, özgür seks, marihuana, rave partileri, küçük çaplı market
hırsızlıkları gibi klişelerle resmedilmeye gayret edilen bir “anarşist hayat
tarzı” manzarası sunuluyor. Bir gün kendisini nihilist olarak adlandıran birisinin,
elinde The Anarchist Cookbook
kitabıyla (patlayıcıların ve benzeri malzemelerin ev koşullarında nasıl imal
edildiğini anlatan meşhur The Anarchist Cookbook[2]
adlı kitap; kopyaları ve çeşitli yazarlar tarafından oluşturulmuş farklı
versiyonları internette de bulunuyor) çıkagelip “karizmasıyla” grubun merkezi
olmasının ardından, olaylar neo nazilerle güç birliği yapmaya kadar varıyor!
Çünkü nihilistimizin amacı küçük reformlar değil toptan yıkım ve kaos! Bu
uğurda ilkeli ve ahlaki eylemciliği reformist bulduğu için anarşistleri kendi
“isyancı” tutumuna ikna edebiliyor! Bir tür Hasan Sabbah figürü gibi kontrolü
altına aldığı “adamlarını” uyuşturucu ile yönlendiriyor. İçlerinden birisi, nihayet
bu yaptıklarının maksadı aştığını fark edip aklını başına devşirir devşirmez kendisini
ve arkadaşlarını kurtarmak için bu şahısları gidip FBI’a şikâyet ediyor. Meğer
bu nihilist FBI’ın aradığı ve ödül koyduğu bir suç makinesiymiş. Bunun üzerine
ihbarcı anarşistimiz, adamın kellesine konan büyük ödülü kazanıp yeni bir
hayata başlamak için California’ya doğru yola çıkıyor. Böylece film, günümüz
aktivizmini şiddet severlik ve sansasyon düşkünlüğü ile özdeşleştiren medya
temsilleriyle uyum içinde, bir takım naif anarşist gençlerin eninde sonunda akılları
başlarına geldiğinde köşe dönmeci bir sistem bireyi olabilecekleri savıyla
bitiyor. Böyle bir filmden “ders çıkaracak” ortalama apolitik bir insan
kestirmeden mesela şu yargıya varabilir: “günümüz anarşizmi politik bir akım
değildir, can sıkıntısı nedeniyle sisteme tepki duyan orta sınıf gençlerinin
sorumsuz bir ergen tepkisiyle açığa çıkan bir gençlik alt kültürüdür. Bu
bireyler büyüdüklerinde ve burunları sürtüldükten sonra biraz iç hesaplaşma ve
kendini sorgulama yaşadıkları zaman elbette sistemin sunduğu yollardan birine
gireceklerdir.”
Anarşizm denilince akla
yalnızca bu tür aşırılıkların gelmesinin arkasında, anarşizmin yıkıcı ya da isyancı
boyutunun sadece yok etmeye, yeni bir şey ortaya koymaksızın var olanı ilga
etmeye ve kaosun ardından tabiatın kendi saf dünyasına dönersek özgürlükçü,
iktidar ilişkileri içermeyen yeni bir toplumun kurulabileceğine duyulan, bana
son derece saf görünen inanç yatıyor. O yüzden anarşizmin çarpık temsillerinin
yalnızca bir asır boyunca egemen medyanın ve popüler kültürün çarpıtmalarından
kaynaklandığını düşünmemek gerek. Bu, suçu düşmana atmak olur. Teorik olarak
yeterince işlenmemiş, ahlaki vurgusu ve reddiyeci boyutu ön plana çıkan anarşizm
kavrayışları bu çarpık temsillerin zeminini hazırlıyor.
Burada şaşırtıcı olan
hem G. K. Chesterton, Joseph Conrad, Henry James, Emile Zola[3]
gibi romancıların hem de günümüz medyasının ve yakın dönemli Fight Club (David Fincher, 1999) veya
son olarak V for Vendetta (James
Mcteigue, 2005) gibi filmlerin yarattığı auradan beslenen anarşist imgesinin
öyle hiç de anarşistler arasında itiraz görmemesidir[4].
Anarşizm karşıtlarının yarattığı komplocu anarşist imgesi tuhaf bir şekilde çoğunlukla
anarşistlerin kendilerinin de hoşuna gitmektedir. Anarşizmin, bu anti-anarşist
söylemden öğrenilmesi, daha doğrusu, bu söylemin yarattığı negatif auradan
etkilenen gençlerin anarşist olmaları ve böylece bu karşıt söylemin başarıya
ulaşması söz konusudur diyebiliriz.
Bugüne kadar dünyanın
hiçbir yerinde en ufak bir cana kast eylemi söz konusu olmadığı halde
küreselleşme karşıtı eylemcilerin şiddetsiz doğrudan eylemciliğinin kökenindeki
anarşist radikalizm ile El Kaide şiddeti arasında tarihsel bağlar kuran kimi
muhafazakâr yazılar çıkmıştı Batı medyasında. Bu durum Bay Perşembe’nin baş kahramanlarından Lucien Gregory’nin sözleriyle,
belki de bir asırdır değişmemiş olan bu anarşizm imgesinin kaderini biraz
hamasi bir dille de olsa ortaya koyuyor: “Bizim
inancımız iftiralara uğramış, çarpıtılmış, kıyasıya bulandırılmış, örtbas
edilmiş ama, hiçbir zaman değişmemiştir. Anarşizmden ve onun tehlikelerinden
söz edenler, bilgi edinmek için şuraya buraya başvurmuşlar ama hiç mi hiç bize,
yani kaynağına gelmemişlerdir. Anarşizmi ticari gazetelerden, beş kuruşluk
romanlardan öğreniyorlar. (…) Avrupa’nın
bir ucundan öbür ucuna kadar bize yöneltilen, dağlar kadar iftiraları yalanlama
fırsatı vermiyorlar bize hiç.”[5]
Bu imge yaklaşık bir
yüzyıl öncesine ait batılı bir imalat olsa da Tütkiye’de de geçerlidir.
Anarşizmin henüz bir akım olarak esamesinin dahi okunmadığı bir ortamda, 12
Eylül darbesi öncesinde ve hemen sonrasındaki seksenli yıllarda Türkiye’de bile
Marksist- Leninist ya da Maocu örgütlerden devrimciler yakalanıp gazetelerde,
devletin televizyonunda teşhir edildiklerinde “anarşist” ya da “terörist”
ifadesi kullanılırdı. Halk arasında çoğunlukla “anarşik” olarak yanlış telaffuz
edilen bu sözcükle mesele sadece “devleti yıkmak isteyen bir avuç örgüt
mensubu”, “eşkıya” ya da “dış güçlerin maşası olmuş, zayıf karakterli
militanların kan dökmeyi esas alan eylemi”ne indirgenmişti. Ancak daha da
ilginci günümüzde bile hem o dönemlerin hem de bugünün radikal sol muhalefetinden
söz ederken “anarşi ve terör olayları” şeklinde adlandırmak artık adet halini
almıştır. Öyle ki bu konuda son dönemin sağcı yayınlarında bile hâlâ bu türden
yaklaşımlar devam ediyor.[6]
Aradaki tek farksa şimdilerde Türkçe’de yapılan bazı “akademik” çalışmalarda
konu incelenirken bir siyasal düşünce olarak anarşizmin kendisine de gerçekten
yer veriliyor olması: terörizmin düşünsel kaynaklarından birisi olarak!
Konunun bu cephesi
üzerinde durmak istememin sebebi günümüzde anarşizmin tartışılmasına hâlâ onun
meşruiyeti çerçevesinde başlamak zorunda kalışımızdır. Anarşist veya siyasi olmayan
birisine anarşizmin ne olduğunu anlatmak için sözü aldığınızda, çoğu zaman ilk
olarak ne “olmadığını” anlatarak, ortalığı kaplayan magaziner düşünceler,
klişeleşmiş eleştiriler ve önyargılardan temizleyerek; Gregory’nin talebine
uygun şekilde birinci el düşüncelerden söz ederek başlamak zorunda kalırız. Çünkü
hâlâ, kendi alanlarında yetkinleşmiş solcu veya Marksist akademisyenler
arasında sırf entelektüel merak konusu olarak bile anarşizmin çağdaş boyutları,
akımları arasındaki nüanslar veya derin farklar, Türkiye’deki fiili
varlıklarının ne düzeyde olduğu yeterince bilinmez veya araştırılmaz;
genellikle, bir iki tarihsel figürün çerçevesi içinde sınırlanır.[7]
Şimdilerde durum çok az
da olsa değişmekte gibi görünüyor. Anarşist hareketin ya da anarşist esinli
anti-otoriter aktivist grupların günümüz toplumsal muhalefet hareketleri içindeki
ağırlığının ve etkinliğinin arttığı artık anarşistlerin mesnetsiz kuruntusu
gibi görülmekten çıkıp genel olarak solcuların istemeden de olsa kabul
ettikleri bir hakikat haline geliyor. Zira genel olarak solun bazı kesimlerinde
toplumun devrimci dönüşümün kaldıracı olarak devlet ve bunu gerçekleştirmenin
aygıtı olarak disiplinli, merkezi parti yoluyla siyaset icra etme fikri epeyce
kuşku götürür bir yaklaşım haline gelmekte. Bundan ötürü anarşizme mesafeli
yaklaşan radikal solcular arasında anarşizm akımının toplumu dönüştürme projesi
olarak ne kadar ayağı yere bastığı ya da meşruiyeti sorunu tıpkı 19. yüzyılın
ortalarında 1. enternasyonal dönemindeki kadar güncel bir tartışma konusu
haline geliyor.
Hal böyleyken
anarşistlerin, geçmişteki dar marjinal çerçeveden çıkmaları gerekmez mi? Kendi
varlıklarını radikal sol siyaset içinde kayda değer bir konum olarak kabul
görecek hale getirmeleri, toplumun genel meseleleri hakkında soyut sloganlar
yerine somut güncel önerilerde bulunan bir pratikliğe ulaşmaları, sanatın,
kültürün ve entelektüel üretim alanlarının etkin bir faili haline gelmeleri
gerekmez mi?
Önemli olan
anarşistlerin kendi bağımsız konumlarını ve ideolojik saflıklarını devamlı
yeniden üreterek varlıklarını devamlı kılmaları mıdır? Yoksa radikal sol ve
devrimci hareketlerin genel gidişatına, ilkelerinden ve tutarlılıklarından
taviz vermeden güçlü tesirde bulunan bir toplumsal proje halinde etkilerini
yaymaları mıdır? Onları ideal ilkeler aleminde sabitleştiren bir koza içinde
safkan anarşistler olarak yaşayamaya devam mı edeceker yoksa kabuklarını kırıp
anarşist olmayan kendileri dışındaki toplumsal muhalefeti etkileyen bir
entelektüel ve siyasi kaynak haline mi gelecekler? Hali hazırda yalnızca kendi
bağımsız varlıklarını tekerrür etmelerine yarayan zihinsel, toplumsal ve siyasi
mekânlarından çıkıp, işyerlerinde, sendikalarda, partilerden bağımsız olarak
hareket eden sol platformlarda, liberalleşmemiş alternatif sivil toplum
örgütlerinde ve çeşitli sol derneklerde, kendi oluşturdukları basın yayın
araçlarında, muhalif pratikler sergileyen sanat çevrelerinde, üniversitelerdeki
akademik ortamlarda da kendi varlıklarını göstererek etkilerini yayacaklar mı? Ve
tüm bunların yarattığı olumlu tazyik sayesinde sol siyasal akımlar da
anarşizmin eleştirilerinin önemini kavramaya başlayıp kendilerine anti-otoriterlerin
aynasından bakmaya başlayabilecek mi? Bu sadece anarşistlerin fiili iştigal
sahalarını genişletmeleri anlamına gelmez, aynı zamanda bu alanlarda mücadele
etmelerini sağlayacak alternatif söylemleri ve kavramları da geliştirmeleri,
bunun için yeterli entelektüel techizatı da oluşturmaları anlamına gelir.
Yüzyılı aşan bir
süreden beri anarşizm denince akıllara ilk olarak, şiddet, kaos, devletin
otorite boşluğu veya terör eylemleri ya da bir tür gençlik hezeyanı gelmesinden;
etkili bir sol siyasal akımdan ziyade siyaseten rüştünü ispatlayamamış, haklı
yanları çok olsa bile siyasetin gerçeklerini karşılamaktan uzak, salt ahlaki
bir tepki ve yıkıcılık hareketi olarak görülmekten anarşizmi kurtarabilmek için
anarşizmin toplumsal alanı kuşatan bu tür bir yaygınlaşmasına ihtiyacımız yok
mu?
Bana öyle geliyor ki anarşist
devrimci pratiklerin, geçmiş tarihlerindeki belirli örnekleri idealleştirerek
ya da alt kültür gruplarının toplumdaki görece bağımsız konumlarını –ki bu da
oldukça tartışmalı görünüyor- idealize ederek iktidar ilişkilerinden muaf,
ahlaken saf, romantik bölgeler icat etmek yerine kendisinden farklı
yaklaşımlarla çeşitli pratiklerde ağsal ittifaklar kurabilmesi gerekir. Tüm
dünyanın günün birinde anarşist devrimcilerin hafriyat sahasına dönüşeceğini
hayal etmek veya sistem karşıtı mücadeleyi bir tür öncü-gerilla savaşı olarak
görmek bizlerin anti-otoriter örgütlenmeler ve projeler yoluyla hayatı yatay
olarak dönüştürebileceğimizi ima etmiyor hiç. Sanki sürekli olarak kendilerinin
radikalizmler içindeki en radikal akım olduklarını kanıtlamaya gereksinimleri
varmış gibi felç edici bir zihniyet anarşistlerin zihinlerine bir lanet gibi
çökmüş durumda.
“Anarşist”, “anarşik”
ya da “anarşi” sözcüklerinin ilişkili olduğu siyasal düşünceden bağımsız olarak
kullanılması çok yaygın bir durumdur. Anarşizme dışarıdan bakanların sıklıkla
bir siyasal ideolojiden çok bir karakter tipinden bahseder gibi konuşmaları yaygındır.
Bu, diğer sistem karşıtı ideolojiler için pek rastlanmayan bir durum. Onun için
anarşizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan birisi çıkıp yaşadığı aşkın çok
anarşist olduğunu söyleyebiliyor kolaylıkla. İdeolojik ve siyasal bir bağlamı
olmaksızın yıkıcı, sınır aşan, kuralları ve değerleri ihlal eden, yasa ve otoritelerle
başı derde giren, reddiyeci her türlü jestin, davranışın, eylemin, söylemin,
sanat yapıtının anarşistlikle ya da daha yaygın ifadeyle “anarşik” veya
“anarşizan” olmakla kolayca özdeşleştirilebilmesi… işte en çok da anarşistlerin
karşı koyması gereken bir ideolojik çarpıtmadan başka bir şey değil bu.
[1] Chesterton, G. K., Bay Perşembe, çev. Vedat Günyol,
İstanbul: Ada Yayınları, 1988, s. 10.
[2] The Anarchist Cookbook (Anarşist Yemek Tarifleri) , William Powell tarafından 1960’ların sonlarında yazılmış ve
ilk kez 1970’de yayınlanmış bir kitap. Adına karşın herhangi bir yemek tarifi
veya anarşizm hareketiyle herhangi bir ilişki içermeyen kitap patlayıcı ve
uyuşturucu imalatıyla ilgili bilgiler, tarifler içeriyor. Vietnam Savaşı
sırasında ABD Hükümeti’ni protesto etmek için bu kitabı yazdığını söyleyen
Powell kitabı yazdığı yıllarda henüz 19 yaşında olduğunu da belirtiyor. Kitabı,
New York City Halk Kütüphanesi’nde, büyük ölçüde askeri yayınlardan ve Özel
Kuvvetler kitapçıklarından derleyerek oluşturmuş.
[3] Burada Conrad’ın The Secret Agent (Gizli Ajan, çev. Süha Sertabiboğlu, İmge
Kitabevi Yayınları, 2006), Emile Zola’nın Germinal
(Türkçe’de çok sayıda baskısı var) ve Henry James’in The Princess Casamassima gibi hep benzer komplocu, kaos yaratan
anarşist imgesini geliştiren 20 yüzyıl başı romanlarından bahsediyorum.
[4] Süreyyya Evren’in 12 Kasım 2006’da Birgün gazetesinden
yayınlanan “Kara Bayrak ve Vendetta” adlı yazısı doğrudan bu konuyu ele
alıyordu. (http://sureyyyabirgun.blogspot.com’da
bulunabilir.)
[5] Age., s. 31.
[6] Bunun en yeni örneği olarak Köprü dergisinin “Anarşi ve Terör” özel sayısı sayılabilir, sayı
94, Bahar 2006. Siyasal bir düşünce ve akım olan anarşizmi bugün hâlâ aynı sağcı muhafazakar retorikle ele alan
akademik kaynaklı bir çok yazı yer alıyor dergide.
[7] Bunun berbat bir örneği olarak 2002’de basılmış olan
Düşünen Siyaset dergisi Anarşizm özel
sayısını (Sayı 11) tekrar hatırlıyorum. Meselenin içinden yazan bir iki isim
dışında hepsi aynı şeyleri tekrar eden ansiklopedik, güncellikten bütünüyle
uzak yazılarla doluydu bu sözüm ona akademik dergi.