Anarşistler genellikle, bütün diğer radikal devrimci sosyal felsefelere
bağlananlar gibi, toplumu değiştirmek için mücadele ettiğimizi söyler. Ama
toplum dediğimiz şeyin bir önkabul olduğunu ve bu önkabulün devletin
hakimiyetini sağlamak için gereken ideolojik bir inşa olup sosyal bilimler
tarafından üretildiğini ve eğitim sürecinde kafalarımıza sokulmuş olduğunu pek sorgulamayız.
Toplum denilen şeyin tam da modernliğin belirli bir aşamasında, modern bürokratik
devletin oluşumuyla birlikte doğduğunu genellikle gözardı ederiz. Toplumun
doğasının ne olduğu meselesinin ayrı bir araştırma konusu haline gelişi,
toplumun kendisinin bizatihi modern ulus devletin meselesi olmaya başladığı 19.
yüzyıl başlarından itibaren, felsefeden ayrışan yeni bir bilgi disiplini olarak
sosyolojinin doğmasıyla ilk kez bu kapsamda gündeme gelir. Sosyolojinin, Fransız
devriminin ardından, bu ilk ulus-devletin bağrında doğuşu (üçü de Fransız olan
Saint-Simon, Comte, Durkheim; “sosyoloji”nin ve sosyolojik pozitivizmin üç
büyük kurucu teorisyeni) bu bakımdan rastlantı değildi. Bu ilk evresinden
itibaren sosyolojinin meselesi özünde, ulus-devletin sınırlarla belirlenmiş
coğrafyası içinde kalan o heterojen nüfusun nasıl toplum haline geldiği ve
getirileceği meselesidir. Jön Türk ideoloğu ve resmi Türk milliyetçiliğinin mimarlarından
Ziya Gökalp’in de Durkheim çizgisinde bir sosyolog olması rastlantı değildi. Toplumun
nasıl dönüştürüleceği ve bütünleştirileceği, dönemin milliyetçilerinin önünde
temel mesele olarak duruyordu.
Bu nedenle, toplumu değiştirmeyi ulus-devlet ölçeğinde düşünen radikal
sosyal felsefeler açısından toplumun bir bütün olarak tasavvur edilmesinde sorun
yok. Çünkü devleti başka bir formda da olsa sürdürdüğü için bütünsel bir toplum
kurgusuna ihtiyaç duyar. Ulus-devlet düzeyinde bir toplumsal dönüşüm tasarlayan
siyasal ideolojiler, meseleyi o zamana kadar topluma dahil olmayan her unsuru
ve toplumun genel normlarına uymayan her ilişki tarzını “yeni toplum”un genel
çerçevesi içine çekecek bir düzenleme konusu olarak ele alır.
Peki anarşistler ve aktivistler açısından toplum nasıl tasavvur
edilebilir? Toplum dediğimizde bizler de ulus-devlet içinde kalan nüfusu ve nüfusun
tümünü biçimlendirdiği varsayılan bütünsel “toplumsal yapıları” ve “toplumsal
ilişkileri” mi anlıyoruz?
Günümüz kapitalist toplumlarını, insanın hareket alanını imkânsızlaştıran
bürokratik bir “demir kafes” ya da “kitle toplumu”, her türden sosyalliğin “hakim
ideoloji” ve “kontrol teknolojilerinin” belirleyiciğine mahkum olduğu bir
totaliter tahakküm sistemi olarak tasavvur edersek, onun karşısında yer alan insan
tekini ise edilgin, tabi kılınmış, bireyselleşme imkânları olmayan, toplumla bir
başına karşı karşıya kalan güçsüz bir varlık olarak görmeye başlarız. Burada her
ne kadar eleştirel, yıkıcı bir bakış açısıyla bireylerin iktidar yapıları
karşısındaki güçsüzlüğünden ve iktidarın kötülüklerinden dem vurulsa da, bu
bakış bizi birey-toplum ikiliğine götürür; her birey-toplum ikiliği de kısa
yoldan bireyciliğe ve nihilizme. Saf liberalizmin, bireyciliğin, nihilizmin,
toplum ve siyaset karşıtı düşüncelerin ortak noktası, toplumu, devletin yekpare
ve geçit vermez tahakkümü altında ezilen tâbi bireyler toplamı olarak
görmeleridir.
Sosyal çatışmaları sadece birey ile devlet arasındaki çatışma
olarak görmeyen anarşistler açısından toplumun bütünlüğü ve düzenli bir sistem
olduğu düşüncesi sorgulanmalıdır. Eğer her yerde var olan, farklı tahakküm
biçimlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir anarşizmi benimsiyorsak, o zaman toplumu,
bir bütünden ziyade, modern devlet ve iktidar aygıtı tarafından sürekli
bütünleştirilmeye çalışılan parçalı, uyumsuz, iç içe geçmiş ağlarla birbirine
bağlanan, katmanlaşmış, heterojen sosyallikler olarak düşünebiliriz.
Toplumu sınıflar, tabakalar, cinsiyet, yaş, etnisite, hiyerarşiler,
meslekler, yerel kültürler ve sosyalleşme ağlarından teşekkül eden, çatışmalarla
örülü, süreksiz ve geçişli mekânların ancak devlet zoruyla birbiriyle ilişkiye
sokulan ve milliyetçi ideoloji sayesinde bir bütün olarak tasavvur edilen bir
şebekesi olarak görmeye başlamak, gözümüzü soyut bir bütünden somut
sosyalliklere doğru çevirmemizi sağlar. Böylelikle bu yerel çatışmalardaki her
bir ezilen unsur, tahakkümcü ilişkiler karşısında kolektifleşerek kendi direniş
mekânlarını kurabilecek potansiyeller olarak görülebilir.
Daha büyük bütünselliklerle toplumu düşlemek, kontrol ve gözetim teknolojileriyle
donanmış ve şiddet araçlarının en güçlülerine sahip hegemonik iktidar
karşısında, örgütlenmenin ne kadar zor ve toplumsal dönüşümünse neredeyse imkânsız
olduğu vehmine götürür insanı. Çünkü karşınızda dönüştürülecek koca bir bütün
vardır! Onu kontrol eden iktidar aygıtları ile başa çıkabilmek için, gücüyle
boy ölçüşebilecek bir örgütlenme yaratmak gerekiyor demektir! Buna karşın toplumu
bütünleştirilemeyen dinamik unsurların parçalı ve karmaşık ilişkileri şeklinde ele
almak, farklı mekânlarda yürüyen farklı yerel direnişlerin doğrudan ve dolaylı
bağları yoluyla ilişkiye girecek direniş ağlarını, sistem karşıtı genel devrimci
hareket olarak yeniden kavramamıza imkân tanır.
Gündelik hayatın geçtiği her yerde: ev içinde, okulda, üniversitelerde,
her türlü işyerlerinde, özel ve kamuya ait işletmelerde, sağlık kuruluşlarında,
spor, eğlence, kültür ve sanat gibi alanlarda, kırsal ya da kentsel mekânın
akla gelebilecek her yerinde çatışmalı, bölünmüş sosyal ilişkiler vardır. Hatta
bazı mekânlardaki sosyal ilişkilere alternatifler üretmemizin önünde o kadar da
etkili engellerin olmadığı bir
gerçektir. İradi müdahaleler ve bilinç yükseltme yoluyla başka türlü
sosyalleşebileceğimiz alanlar da mevcuttur. Cinsiyetler arası ilişiler, ebeveyn
çocuk ilişkileri, arkadaşlık ve dostluk ilişkileri, ortak ilgileri olan
insanların bir araya gelerek oluşturdukları sosyal faaliyetler böyle alanlardır.
Tüm bu sosyal ilişkilerin geçtiği mekânların hepsinde, diğerleriyle bağlantı
kurabilecek yerel direnişler oluşturulabilir.
Bununla da kalmayıp tüm bu mekânlarda mücadelenin katılımcılarının
ortak karar alma süreçleriyle alternatif yaşam pratikleri geliştirmelerini
sağlayacak yatay örgütlenmeler oluşturmak mümkün görünüyor. Bu tür mekânlarda
var olan dirençler böylesi örgütlenmelere adaydırlar. Bu baskıcı mekânlarda, hem
gündelik hayatı dönüştürecek hem de eş zamanlı olarak sisteme karşı devrimci
propaganda yapabilecek açıklıklar, boşluklar, gedikler, çatlaklar her zaman mevcuttur.
Modern siyasal sistemlerin ağır krize girdikleri geçici totalitarizm ve faşizm dönemleri
dışında, hiçbir siyasal sistem, hiçbir zaman bu açıklıkların, boşlukların,
gediklerin ve çatlakların tümünü birden dolduramaz, sıvayamaz.
Bu çatlakları, boşlukları, gedikleri hem halihazırdaki dirençleri
bilinçli direnişlere dönüştürecek hem de farklı projeleri olan faillerin girip içine
yerleşecekleri mekânlar olarak düşünebiliriz. Sistem bu mekânların sahip olduğu
direniş potansiyellerini farkettiğinde belki bunların bazılarını doldurmaya,
sıvamaya, görünmezleştirmeye marjinalleştirmeye veya kendi lehine alternatifini
üretmeye çalışabilir. Ayrıca buralar çoğu zaman da daha iyi bir alternatif
yaratılmadığı için sıradan insanların günlük sosyal pratikleri tarafından doldurulmuş
olan kodlanmamış ve devrimci açıdan yeniden kodlanmaya müsait mekânlardır. Bu
mekânları devrimci deneylerin yaşantılanacağı imkânlar olarak değerlendirmek
için, politika yapmanın çoğunlukla sadece iletişim kurma amaçlı olan protesto,
propaganda ve ajitasyona dayalı soyut, genel ve reddiyeci dilinden biraz olsun uzaklaşmak
icap eder: daha tikel meselelere doğru daha somut bir kavrayış, daha uzun
erimli odaklanmış bir pratik çalışma, o yerlere özgü daha pozitif, kurucu,
dönüştürücü üsluplar ve oranın kendi yerelliğine has özelleşmiş bilgi ve deneyim.
Siyasal açıdan boş olan bu mekânları alternatif sosyalleşmelerle
dolu mekânlara dönüştürmeye odaklanmış somut kurucu pratik, tahayyül edilen toplumun
şimdideki bir unsurunu oluşturmaya yönelik bir kurucu faaliyet olarak
düşünülebilir ve benzer minvaldeki yerel direnişler böylesi bir tasavvurla radikalleştirilebilirler.
Burada kastettiğimiz anlamıyla devrimci bir partiküler siyaset olarak aktivizm,
devrimci siyasetin parçalanması ve etkisini kaybedecek şekilde faillerin
bölünmesi anlamına gelmez. Siyasetin merkezini ya da merkezi sorununu
kaybetmesi olarak da düşünülmemelidir. Parçalı olarak tasaavvur ettiğimiz
toplumun içinde parçalı olarak mücadele etmek ve farklı mücadeleler sürdüren
parçaların ilişkide olması demektir. Bugüne kadar devrimci siyasetlerin boşta
bıraktığı ve sistemin doldurduğu gündelik yaşamın gerçekleştiği mekanlarda alternatifler
yaratmak yoluyla toplumu aktivistlerin hafriyat ve şantiye sahasına
çevirmektir. Bu yüzden bütüne dair soyut politikalar yerine yerele yönelik
somut politikalarla başlamamız daha sonuç alıcı görünüyor. (Burada yerel derken
fiziki bir yerelliği kastetmiyorum). Kendi gündemlerine göre yola çıkan
aktivizm biçimlerinin, toplumun bütünsel tasavvuruna denk düşen, dev büyüklüğe
ulaşmış ve tek işlevi ajitasyon propaganda yapmak olan tek bir profesyonel hantal
siyaset örgütü yaratmaktan farklı olarak oldukça yoğun bir şekilde kendi
gündemini yaratarak güncelliğe etki yapabileğini söylemek abartı olmaz sanırım.
Bu açıdan bakınca devrim, hegemonik iktidarın baskısıyla sürekli
birleştirilmeye ve bütünleştirilmeye çalışılan toplumun içinde birer köstebek
gibi çalışan faillerin oluşturdukları şebekelerin toprağın büyük bölümünü alt
üst ederek tüm örtüyü değiştirmesi veya yok etmesiyle gelecek olan hakiki
toplumsal dönüşümdür. Devrimci hareket, bu devrimci partiküler hareketlerin
yayılması, birbirlerini etkilemesi, birbirlerinden moral destek, takviye,
deneyim ve taktik alması gibi yollarla gelişen dönüştürücü, kurucu etkilerdir. Devrim
tüm toplumsal ilişkileri altüst eden, yerel iktidar ilişkilerini, ta ki
iktidarın son kalesi olan zor kuvveti de dahil olmak üzere zayıflatmak ve
silahsızlandırmak suretiyle devleti de çökerten bir süreçtir. Toplumsal
ilişkiler ağının görünür mekânlarında, tüm görünmez mikro iktidar ilişkilerini,
baskı ve kontrol mekanizmalarını çözüp yatay ilişkileri daim kılacak bir
alternatif toplumsal hareket (hareketler hareketi), alternatif toplumsallıkları
mevcut toplumun gözeneklerinde inşa edebilir. Bilinçli siyasi failler,
alternatif toplumsallıklarla paralel olabilecek tüm reformcu, dönüşümcü
pratikleri de etkileyerek devrimcileştirebilir. Devlet iktidarı tüm toplumu
merkezileştirerek kontrol etmeye çalışıyor; o halde alternatif toplumsallıklar
üreten aktivist hareketler, mücadeleyi merkezsizleştirip yayarak iktidarı
güçsüzleştirir ve üzerine güç uygulayacağı toplumsallıkları iktidarın altından
çekip alır ve başka yerlerde o toplumsallıkları iktidarsız olarak yeniden
kurar.
Kapitalizm ve devletler dünyayı tektipleştirme ve farklılıklarını
silme eğilimi gösterir. Birbirinden farklılaşabilen alternatif
toplumsallıkların yanyanalığı esası üzerine kurulu bir özgürlükçü bir toplum
tahayyülü ise bugünkü toplumun, -onu devletin hayal ettiği gibi- bir bütün
olmadığını kabul etmekten geçer. Toplumun parçalı, geçişli, esnek unsurların
devlet zoruyla bütünleştirildiğine dair tasavvur bizi yekpare bir toplumun Kafkaesk
dünyasının doğurduğu siyasal karamsarlıktan da uzaklaştırır. Alternatif
toplumsal hareket kendi önünü tıkamak ve kendini imkânsızlaştırmak istemiyorsa,
siyasal ilişkiler ağının, zor kuvvetinin, ideolojik düzenlemelerin, iletişim
aygıtlarının etki gücünü abartarak, toplumu başka hiçbir failin nüfuz edemeyeceği
derecede kontrol ettiği ve onu bir bütün olarak ürettiği düşüncesine itibar
etmemelidir. Bu düşünce önce muhalif aktivistin faaliyetini anlamsızlaştırır, ardından
da onu gayri meşru hale getirir. Devrimci tahayyülleri olan aktivistlerin yok
yere istikrar bozan, huzur kaçırıcı, hayalperest unsurlar gibi görülmesinde,
muhafazakârlar kadar, bizzat kendilerinin de düzenin gücünü ve istikrarını aşırı
derecede abartması bir sebeptir.
İnsanların tahayyülleri, eyleme kudretlerinin ölçülemezliği,
cesaret ve inanç gibi sosyal koşulların ötesindeki faktörler, eyleyişi mümkün
kılan ve toplumsal alanda bir farklılaşma yaratan şeydir. İnsan eylemi, her iki
kutupta da karar verenin iradesini dış etkenlere bağlayan, kendiliğindenliğin
ve zorunluluğun diyalektiği içinde salınan birşey değildir. İnsanların eyleyişlerinin
bilinçli bir siyasal eylem haline gelmesi ve toplumsal alanda alternatifler
oluşturmaya başlaması toplumun nasıl tasavvur edildiğine dair bir kavrayış
değişikliği meseledir aynı zamanda. Her fail kendi bulunduğu yerden parçaları
değiştirmek için yola çıktığında gündelik hayatta devrimci dönüşüm başlamış
demektir.
Kürşad Kızıltuğ