Modern ulus-devlet sistemi, sürekli ve düzenli bir ordu olmaksızın düşünülemez.
Sürekli ve düzenli bir ordunun varlığı ise dünyanın büyük çoğunluğunda olduğu
gibi zorunlu askerlik sistemine -her ne kadar bugün 20 kadar Avrupa ülkesinde
yasal bir hal olarak vicdani ret tanınmış olsa da- dayanır. Zorunlu askerlik
sistemi vatandaş olmanın şartlarından birisi olarak vatani görev kavramını öne
sürerken bunun gerekçelendirmesini de kişinin ait olduğu toplumun / ulusun bir
üyesi olarak onun korunması için gerekirse canını feda edebileceği savına dayandırır.
Olağan hukuk açısından kişinin bir başkası üzerinde şiddet uygulaması
hakkı olmadığı halde, “vatani görevini” yapmak üzere seçilmiş kişi için bu hak
devletin savaş hali olarak tanımladığı durumlarda olağan hale gelir. Birisini öldürmek
ya da birisini başkasını öldürme amaçlı canını riske atacak bir eyleme girişmek
üzere teşvik etmek mevcut hukuk açısından bir suç oluşturmasına karşın savaş
hali ya da savaş benzeri bir güvenlik sorunu karşısında bu yürürlükteki hukuk –öldürme
yasağı- askıya alınarak bu kez aynı yasa koyucunun verdiği yetki ile bir grup
insanı ölmeye ve öldürmeye hazırlıklı hale getirmek görev haline gelir ve aksi
–yani ölmeyi ve öldürmeyi reddetmek ise– suç halini alır. Yani devletin bir
başka ülkeye ya da kendi ülkesi içindeki ayaklanan bir güce karşı yürüttüğü
savaş hali bir olağanüstü haldir ve olağan hukuk bu özel durum ve özneler
karşısında askıya alınır. Evrensel bir adalet anlayışı ya da çeşitli bireysel
ahlak anlayışları açısından kuşkulu veya tutarsız olabilecek bu çelişik durum, milliyetçilik,
vatanseverlik ve haklı savaş gibi ideolojik söylemlerle tutarlı kılınmaya çalışılır.
Buna karşılık anti-militarist bir anlayışla ortaya konulan siyasi eylemler ve
zorunlu askerliğin vicdani reddi ise, gündelik hayatta tümüyle olağan
karşılanan bu çelişkiyi ve bunu meşrulaştırıcı ideolojileri –militarizm,
milliyetçilik, vatanseverlik– apaçık kılmayı ve kurulu düzenin bu şiddete
dayalı özünü teşhir etmeyi amaçlar.
Vicdani ret gerek savaş gerekse barış zamanlarını ayırt etmeden zorunlu
askerlik uygulamasının kendisine karşı çıkarak sürekli bir ordunun varlığının
mantığını sorgular ve her daim olağan hayatımızın içinde yer alan militarizmi
görünür kılmaya çalışır. Savaşla her an karşılaşmayabiliriz. Ancak sürekli bir
orduyu olası bir savaş hali için hazır tutmak, olağan hukukun olanaksız kıldığı
eylemleri yapmaya her an hazırlıklı olan bir insan kitlesini düzenli olarak eğitmek,
disipline etmek ve her an ölmeye ve öldürmeye hazırlıklı kılmak anlamına
geldiğinden ötürü aslında olağanüstü hal sürekli olarak kapımızdadır. Düzenli
ordunun varlığı bir savaş durumunun hep olasılık dâhilinde olduğu fikrine
dayanır.
Böylesi bir çelişik yapı, özündeki şiddete dayalı karakteri gizleyen bir
ideolojik mekanizmaya sahip olan ve şiddet kullanımını olağan hallerde
gayrimeşru ve illegal ilan eden modern devletin şiddeti kendi tekelinde
toplamasından kaynaklanır.
Modern toplum devlet egemenliğine daha önceki toplumlarda görülmemiş bir
ayrıcalık bahşeder. Şiddet uygulama yetkisi yalnızca ve yalnızca devlete ait kılınarak
sosyal hayattan şiddet dışlanır. Böylece toplum içindeki her türlü çatışmanın
çözümünde tarafların şiddete başvurma ihtimalinin ortadan kaldırılması ve zor kullanımı
gerektiren durumlarda da bunun yalnızca devletin zor aygıtınca meşru olması
durumu ortaya çıkar. Weber’in ünlü tanımında söylendiği şekliyle “Devlet, belli
bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla)
bulunduran insan topluluğudur.”[1] Böylelikle
devletin yurttaşları arasındaki çatışmalarda şiddete başvurma olasılığı devlet
tarafından kontrol edilirken, diğer taraftan devletin şiddet araçları üzerinde
sahip olduğu bu sınırsız yetki daha önceki çağlarla kıyaslanmayacak bir şiddet
gücüne ulaşmasına yol açar, bu ise daha önce hiçbir rejimde görülmedik ölçüde
devletin kendi yurttaşları üzerinde yok etme, soykırım yapma gücüne ulaşmasına
yol açmıştır.[2]
Çağdaş anti militarizmin en önemli fikir kaynaklarından birisi olan Tolstoy,
Hıristiyan bir anarşizm anlayışının sunulduğu, devlet otoritesi, milliyetçilik,
militarizm, şiddet ve kötülüğe karşı şiddetsiz direniş gibi konulara dair
düşüncelerini ayrıntılarıyla ele aldığı Tanrı’nın
Egemenliği İçimizdedir (1893) adlı eserinin “Zorunlu Askerlik Hizmetinin
Anlamı” başlıklı bölümünde devlet otoritesi, şiddet, zorunlu askerlik
arasındaki ilişkileri ele alır. Tolstoy’a göre otorite bir insanı kendi
isteklerinin dışında bir şeyler yapmaya zorlama yoludur. Bunun için bir insanı
fiziksel şiddet tehdidi ile zorlamak gerekir. İnsanların itaat etmelerinin
nedeni itaatsizlik yaptıklarında karşılaşacakları cezaların yaptırımıdır. Bu
nedenle devletin dayattığı bütün yükümlülüklere, vergilere, para cezalarına ve
başka türlü cezalara uymak ve benzeri isteyerek kabul eder göründükleri şeyler
fiziksel şiddete ve şiddet tehditine dayanır. Otoritenin temeli fiziksel
şiddete dayanır. Fiziksel şiddet imkanı tek bir iradeye itaat eden bir silahlı
adamlar birliği olarak orduya dayanır. Devlet otoritesi her ne kadar iç şiddet
hareketlerini azaltsa da insanların yaşamına yeni şiddetler sokar. İktidarın
şiddeti toplum içindeki bireylerin arasındaki şiddetten daha az farkedilir.
Oysa daha az değil çoğu zaman çok daha fazladır. Ancak itaat yoluyla yaşandığı
için farkedilmesi daha güçtür. Devletlerin ordularını başka ülkelerin
tehditlerine karşı korumak için güçlendirdiğine inanılır. Oysa ki ordular,
baskı altında tutulan kendi yurttaşlarına karşı kullanmak üzere gereklidir. [3] Tolstoy’a göre
ordu ve “zorunlu askerlik sistemi, mevcut düzeni korumak için şiddete
başvurulması gerektiğinde ortaya çıkan içsel çelişkinin en son ifadesidir.”
İnsanlar Hobbes’un kastettiği anlamda bir devlet otoritesinin yokluğu halinde
yaşayacakları sürekli çatışma halini engellemek için devletin şiddet tekelini
kabul edip onun koruyucu şemsiyesi altına girdiklerinde, “savaşın zulmünü ve
yaşamın gücencesizliğini engellemek için mümkün olan bütün fedakarlıkları
yapmalarına rağmen zorunlu askerlik hizmeti ile engellediklerini sandıkları
bütün tehlikeleri tekrar kendilerine çekmektedirler.” Üstelik devlet bireyler
arasındaki sorunları çözmek bir yana “bireyler arasındaki kavgayı diğer
devletlerin bireyleriyle komşu kavgasına” dönüştürüyor. Zorunlu askerlik
uygulamasının henüz yerleşik hale gelmesine paralel olarak ortaya çıkan anti-militarist
düşüncenin bu ilk derli toplu ifadelerinden birisinde devletin şiddet tekelini
elinde bulundurmasının doğurduğu çelişki açıkça ortaya konuluyor.
Walter Benjamin, rasyonel hukuka dayalı modern devletin temellerinde
“yasakoyucu” bir şiddetin yattığını vurgular. Devlet kendi varlığını devamlı
kılmasını sağlayacak bir araç olarak şiddeti kullandığında buna da
“yasakoruyucu” şiddet adını verir. Benjamin’e göre zorunlu askerlik sistemi bir
yasakoruyucu şiddet biçimidir.[4]
Benjamin’in şiddet eleştirisi tartışmasında kavram yalnızca çıplak düz
şiddet olarak ele alınmıyor. Şiddet kavramını genişleterek, “sahip olunan bir
hakkı bu hakkı veren hukuk sistemine karşı kullanmaya” yönelik eylemi de şiddet
–burada şiddet devlet açısından ele alınıyor- olarak tanımlıyor. Bu akıl
yürütmeyi biraz daha ileri götürecek olursak, yasal ve meşru çerçevede kalsa
dahi kapsamı ve hedefi açısından kolektif bir eylem yoluyla mevcut hukuki
düzeni etkileyebilecek bir eylem de şiddet olarak tanımlanabilir. Burada
şiddetin çıplak halini değil ama verili hukuk sistemini tehdit etme
kapasitesini göz önünde bulundurursak devletin yasal sınırları zorlayan muhalif
politik eylemlere karşı neden bu kadar büyük bir şiddet yoluyla baskı
uyguladığının mantığı da açıklık kazanır. Çünkü Benjamin’e göre “şiddetin
yasakoyucu niteliğini onaylamaktan başka çaresi olmayan devletse, şiddetten
yalnızca bu yasakoyucu niteliği nedeniyle ürker.”[5]
Bu açıdan devletin siyasal şiddete dayalı muhalefete karşı davranışı ile
şiddetsiz eylemcilikler karşısındaki davranışını karşılaştırmak yol açıcı
olabilir. Bir politik amacı gerçekleştirmek, genellikle de siyasal iktidarı ele
geçirerek rejimi ya da toplumsal düzenin tümünü değiştirmek isteyen silahlı
radikal siyasal hareketlerin eylemleri devlete karşı işlenen suçların en büyüğü
olarak tanımlanır ve terörizm kavramı çerçevesinde bütünüyle gayri meşru
kılınır. Burada söz konusu olan, siyasal şiddet kullanan tarafın, devletin
şiddet kullanma tekelini tanımayıp, kendisinde şiddet kullanma hakkı görmesi ve
bunu devlete karşı kullanmasıdır. Bu durum devletin şiddet kullanma hakkı
konusundaki tek geçerli kurum olma yönündeki meşruiyetini ve itibarını sarstığı
gibi açıkça doğrudan zararlar da vermektedir. Bu nedenle siyasal şiddete (boyutu
ne olursa olsun) başvuran taraf karşısında devletin tavrı, hukuki bir süreç
yoluyla suçluyu bertaraf etmenin ötesine geçer ve genellikle hasmını yok etmeyi
hedefleyen bir savaş mantığı içinde hareket edilir.[6] Ancak sonuçta
burada orantılı ya da orantısız güçler arasında stratejik bir savaş söz
konusudur ve savaşan her iki tarafta da aynı araçların meşruluğu söz konusu
olur. Şiddet ve militarizm bütün yönleriyle olumlanır, yüceltilir, iktidarı ele
geçirmek ve yeni bir düzen kurmak ya da düzeni korumak her iki taraf için de
bütünüyle meşru şiddet kullanımı sayesinde olmalıdır.
Diğer tarafta ise siyasal taleplerini veya hedeflediği toplumsal değişimi,
ya da hükümet politikalarından bazıları üzerinde yaratmak istediği etkiyi sivil
itaatsizlik ve şiddetsiz eylemcilik yoluyla ortaya koyan eylemcileri, konumuz
açısından antimilitaristleri ele alalım. Burada devletin iktidarını kurması
veya koruması aracı olarak şiddetin hiçbir şekli onaylanmadığı gibi ona karşı
çıkmak için de şiddete başvurulmaz. Bütün şiddete dayalı düzenek, stratejisi ve
dili terk edilir. Burada bir yasa çiğnenmesi söz konusu olsa bile ihlal şiddet
yoluyla gerçekleştirilmediğinden, yasakoruyucu şiddet kullanımının eylemcinin
pozisyonunda hiçbir haklı ya da ahlaki yönü yoktur. Bu da eylemci açısından bir
ahlaki üstünlük ve meşruluk durumu doğurur. Bu durum meydan okumayı bastırmak
için şiddet uygulamasından başka bir hukuki yaklaşımı olmayan devleti zor
durumda bırakır. Çünkü çoğu zaman eylemci devletin şiddete dayalı hukuğunu
açığa çıkartmak için sivil itaatsizliğe başvurur. Böylelikle eylemcinin
devletle karşılaştırıldığında kıyaslanamayacak derecede zayıf olduğu bir
durumda bile devletin içine sokulduğu açmazdan çıkış için muhalif talepleri
kabule zorlanabileceğinin açıklaması burada bulunur. Şiddete dayalı bir
muhalefet karşısında devlet kendi gücünü göstermek ve koruyucu şiddet
araçlarının gerekliliğini ispatlamak için bir fırsat elde eder. Oysa şiddetsiz
bir muhalefet karşısında devletin güç kullanımının yanı sıra kamu vicdanında
meşruluğu olmayan bir uygulamanın adaletsiz niteliği ve bunun devlet zoruna
dayalı oluşunun altını çizmek mümkün olur.[7]
Vicdani ret hareketinin Türkiye’deki akibeti bu kurduğumuz çerçevede bize
örnek teşkil eder. Aslında 1990ların başında ortaya çıkıp bugüne kadar yalnızca
80 civarında (kadın retçilerle birlikte) retçinin varlığı neden devlet
tarafından bu kadar büyük bir tehdit olarak algılanıyor bunun üzerinde durmak
gerekiyor.
Türkiye’de ilk vicdani ret beyanı 1990 yılında Vedat Zencir ve Tayfun
Gönül’ün Sokak dergisi aracılığıyla askerliği reddettiklerini duyurmalarıdır.[8] 1992’de Zencir
ve Gönül’ün de içinde yer aldıkları bir grup antimilitaristin öncülüğünde Savaş
Karşıtları Derneği’nin kurulması bu konudaki örgütsel ilk girişim olmakla
birlikte dernek 1993’te İzmir Valiliği tarafından kapatıldı. Daha sonra İzmir
Savaş Karşıtları Derneği adıyla yeniden kurulan dernek faaliyetlerine yeniden
başladı. Bu tarihten sonra çeşitli uluslar arası Vicdani Ret toplantıları,
İstanbul’da kısa ömürlü olan bir Savaş Karşıtları Derneğinin Kuruluşu, yeni
retçilerin beyanlarını ilan etmeleri ve kamusal alanda görünürlük kazanma
yönünde çabalar artmış, 2000 yılında da savaş karşıtları web sitesi ve mail
grupları yoluyla internette de bir süreklilik ve geniş kapsamlı bir arşiv
oluşturulması sağlanmıştır. 2004’ten başlayarak sokağa daha yoğun çıkan
antimilitaristler her yıl 15 Mayıs’ta militarizmi protesto etmek amacıyla sivil
itaatsizlik eylemleri ve yeni ret beyanları sergilemişlerdir. Bu süreç
zarfında, retçilerden bazıları uzun tutukluluklar yaşamış (Osman Murat Ülke,
Mehmet Bal, Mehmet Tarhan, Halil Savda gibi), bu süreçte basından ve muhalif
kamuoyundan gelen desteklerle birlikte kamusal alandaki görünürlük daha da
artmış ve militarizmin eleştirisi daha kapsamlı boyutlara varmıştır. 2007 yılı
ocak ayında Bilgi Üniversitesi’nde yapılan Vicdani Ret konferansı, çeşitli
dergilerin konuya özel sayılarla eğilmesi, akademik alanda yapılan çalışmalar,
Türkiye’deki militer yapının analizi ve siyaset, kültür, gündelik hayat
üzerindeki etkileri, militarizm ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiler gibi
konulara eğilen insanlar çoğalmıştır. Bunların yanı sıra yazdıkları yazılardan
veya eylemlerinden ötürü bir çok antimilitarist ya da destekçi hakkında
yargılamalar yapılmış ancak çoğu beraat etmiştir. Tüm bu gelişmelerin bütün
ayrıntılarını özetlemeye gerek yok. Ancak belirtmek gereken nokta: militarizmin
toplumsal hayatımızı son derece tayin edici bir ideoloji ve güç olduğu gerçeği
artık daha fazla idrak edilmesine rağmen vicdani ret konusunda devletin tavrı
halen oldukça katıdır. Çoğu zaman anti-militarist eylemcilerle terör arasına
bağ kurmaya çalışan yorumlar ve vidani retciliğin yabancı güçlerin Türkiye’de
sahnelediği bir oyun olarak yapılan değerlendirmeler vardır. Bu
değerlendiremelerin şaşırtıcı yanı, yaklaşık 18 yıldır varlığını sürdürmesine
rağmen vicdani ret hareketinin fiilen henüz 60 küsur retçiyi içeren yani sayıca
oldukça düşük bir grup oluşturmasıdır. O zaman da akla şu soru geliyor: devlet
neden bu kadar küçük bir grubu tehdit sıralamasında oldukça yüksek bir yere
yerleştiriyor? Bunun güncel politika ve karmaşık hukuki açıklamaları mevcut
olmakla birlikte, daha temelde başta belirttiğmiz sorunla ilişkili olduğu
noktasına geri dönebiliriz:
Vicdani ret pratiği ile ortaya konulan eylemlilikler sadece askerlik
hizmetini ve savaşı reddetmekle ilgili değildir. Türkiye’de örneğini
gördüğümüz, gibi anti-militarist temellerde ortaya çıkan vicdani ret, güce dayalı
bir toplumsal düzenin en rafine ifadesi olan devlet iktidarının bir eleştirisi
olarak ortaya çıkar. Bir şiddet ve güç tekeli olarak devletin yapısına, yasanın
kökenindeki şiddete yönelik bütüncül bir eleştiridir. Korku etrafında
şekillendirilmiş, korkunun topluma içselleştirilmesiyle elde edilmiş modern
disiplin toplumlarında devletin temel niteliği olan militarizmin eleştirisi
vasıtasıyla kurulu toplum düzeninin tümünü eleştirir. Bu kurulu düzen sadece
yasaları ve zora dayalı egemenliği yoluyla değil toplumsal hayatın içindeki
içselleştirilmiş itaat etiğiyle de varlığını sürdürdüğünden ötürü militarizme
yönelik eleştiri, gündelik hayatın içindeki itaat etiğini, patriyarkal
ilişkileri ve toplumsal cinsiyet kodlarını da eleştirir. Bu nedenle
anti-militarist temelde ortaya çıkan vicdani ret eylemleri salt bir ahlaki
şiddet eleştirisi ile sınırlı kalmayıp toplumun temellerini tartışmaya açan
politik bir eleştiri ortaya koyar. Hem de devletin çıplak gücünün en açık
ifadesi olan ordunun disipline edici, ezici gücüne karşı bireysel olarak dahi
direnilebileceğinin bir ifadesini ortaya koyduğundan ötürü zor karşısında
direniş alanlarının yaratılabileceğine yönelik güçlü bir imayı ifade eder. Bütün
bunların yanı sıra vicdani ret adaleti ve huzuru temin etme savındaki kurulu
düzenin temelinde yatan çelişkiyi açığa koyması ile sistemin meşruiyetine karşı
affedilmez bir günah işler.
Vicdani ret karşısında devletin hali hazırda iki farklı politikası vardır.
Çoğunlukla görmezden gelmek ve peşine düşmemek tercih edilir. Ancak bazı
durumlarda tek tek retçilere yönelik tutuklama ve koğuşturma sürecini
başlattığında ardı sıra gelen kampanyalar ve direniş süreci yasalar açısından
bir tıkanma noktasını ifade eder. Çünkü sürekli olarak itaatsizlik yoluyla
devleti kısır döngüye sokan retçi reddini tanımaya zorlar. Öte yandan yasalar
içinde buna açık kapı olmadığından ötürü dolambaçlı yollardan giderek –örneğin
bir süre hapis yatırdıktan sonra tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmak ya
da sağlık sebepleriyle çürüğe ayırmak gibi- retçiyi bir şekilde askeri
uygulamadan men etmek yoluna gitmeye de çalışabilir. Yasal bir çözüm
bulunamadığı sürece retçinin itaatsizliği sürdürmesinin zemini devam eder; eğer
yasal çözüm arayışına gidilecek olursa da bu kez retçinin hukuki kimliği tanınmış
olur ki bu da vicdani reddin yasal tanınması sürecini başlatır.[9]
[1] Max
Weber, Sosyoloji Yazıları, çev. Taha
Parla, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986, s. 80.
[2]
Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi,
Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım 2007, s. 101.
[3] Lev
Tolstoy, Tanrının Egemenliği İçinizdedir,
çev. Dominik Pamir, Kaos Yayınları, 2005, ss. 154-170.
[4]
Walter Benjamin “Şiddetin Eleştirisi”, çev. E. Efe Çakmak, Benjamin, haz. Besim Dellaloğlu içinde,
[5]
A.g.y., s, 108.
[6]
Çoğunlukla kendi toprakları üzerindeki egemenliğinin meşruiyetini sarsan bir
direnişle karşılaşan devletler bu nedenle karşı taraf ne kadar meşru temellerde
hareket ederse etsin baskın olan taraf karşıtını savaşan taraf olarak değil
(çünkü bu onun hukuki kimliğini tanımak olacaktır) bir terörist güç olarak
tanımlar.
[7]
Günümüzde şiddetsiz doğrudan eylemcilik ve ahlak konusunda yeterli bir tartışma
için bkz. Tim Jordan, Eylemci, çev.
Gül Çağalı Güven, 2002. ss. 51-62.
[8]
Türkiye’de vicdani ret hareketinin kısa tarihi için bkz. Coşkun Üsterci – Uğur
Yorulmaz, “Türkiye’de Vicdani Ret”, Çarklardaki
Kum: Vicdani Ret, haz. Coşkun Üsterci, - Özgür Heval Çınar, İletişim
Yayınları, 2008 içinde.
[9]
Vicdani ret ile ilgili hukuki süreçler konusunda bkz. Hülya Üçpınar,
“Türkiye’de Vicdani Reddin Suç ve Ceza Konusu olması ve sonuçları”, Coşkun
Üsterci – Uğur Yorulmaz, “Türkiye’de Vicdani Red”, Çarklardaki Kum: Vicdani Red, haz. Coşkun Üsterci, - Özgür Heval
Çınar, İletişim Yayınları, 2008 içinde s. 313-335.