1- Sol geçmişte
(ülkemizde ise hala) öncü-parti modelli parti ve iç işleyiş olarak ta
demokratik merkeziyetçiliğe dayanan dikey örgütlenmeyi tercih etmektedir. Ne
dersiniz merkezi olan bir örgütün demokratikliği olabilir mi? Öncü-parti modeli
ezilenlerin derdine deva olabilir mi?
Örgütlenme kavramıyla başlayalım: oldukça çeviri kokan ve bu
şekliyle de yerleşmiş olan bir sözcük bu. Biliyorsunuz eski Türkçe’deki
karşılığı teşkilat idi. Teşkilat ise ‘teşkil’den yani şekil almaktan geliyor.
Şekillenme ya da oluşum. Belki de şekil alarak yani bedenleşerek var olan bir
bütünü kastediyordu diyebiliriz. Burada bir organlara ayrışmaya vurgu yoktur.
Ama dış dünyadan şeklen farklılaşmış ve ayırt edilebilir bir sınırı ve içi olan
bir bütün halini almış bir bedene gönderme vardır.
Türkçeye örgütlenme olarak yerleşmiş kavram, batı Avrupa
dillerinden Türkçe söyleyişiyle olduğu gibi aktarılmış organizasyona, uygun bir
öz Türkçe karşılık türetme arayışından ortaya çıkmış. “Sol” örgütlenmeyi
tartışabilmek için bence ilk olarak örgütlenme/organizasyon mefhumunu tartışmak
işe yarayabilir. İlk söyleyeceğim, bunun bir biyolojik metafor olduğudur.
Organizasyon, ya da organlaşma. Burada apaçık ki baş, gövde ve uzuvlardan
(organlardan), fonksiyonlarına göre ayrışmış, uzuvlarla arasındaki sinirsel
iletişim yoluyla merkezdeki beyin tarafından koordine edilen, değişim
geçirebilen bir canlı varlık imgesi hâkimdir. Bu imge günümüzde örgüt / parti
ya da hiyerarşik olarak düzenlenmiş ve merkezden koordine edilen her türlü yapı
için kavramsal temeli oluşturur. Öncü-parti ya da merkeziyetçi örgüt ya da
devlet ya da ordu için model hep budur. Dikkat edersek günlük dilde, partinin
veya parti örgütlerinin organları vardır.
Burada apaçık şekilde söyleyeyim: işlevsel şekilde
uzmanlaşmış, organlara göre düzenlenmiş her yapı merkezi olmak zorundadır.
Bunun merkeziyetçi olmayanından bahsedilemez. Elimizdeki kavram organizasyon
/örgütlenme ise bunun biçim olarak daima işlevsel parçaların oluşturduğu
merkezi koordinasyona sahip bir bütün olacağını kabul etmek zorundayız. Bu
merkezde ister kararlar temsili bir ‘organ’ tarafından alınsın ister oyçokluğu,
doğrudan demokrasi ya da konsensüs usulüyle alınsın, organların merkezin
kararlarına göre eşgüdümle hareket etmesi esası değişmez. Yani bu anlamıyla
“örgütlerde” hiyerarşiyi ortadan kaldırabiliriz, ama merkez henüz ortadan
kalkmış değildir. Bunun bir diğer nedeni de organlaşmış bir bütün olarak
düşünebileceğimiz her politik birlikteliğin, toplumun bütünü içinde bir etki
merkezi yaratma ve bu merkezden toplumun tümüne doğru yayılan bir dönüşüm
hareketi başlatmakta uzmanlaşmış olmasıdır. Bu yüzden hegemonik olması
kaçınılmazdır. Anarşist bile olsa! (en azından tarihsel sosyalizmin ve tarihsel
anarşizmin muratları bu bakımdan garip bir paralellik içeriyordu. Solun akibeti
felaket oldu, bürokratik terör ve kendi eliyle devrimi sonlandırmak. Anarşizmin
akibeti de felaket oldu, bir merkezi temsilin olduğu her yerde ya kendi varoluş
mantığının yadsınması sınırına geldi çattı ya da kendi içinde gizli
hiyerarşiler barındıran yapılar kurdu. Daha kötüsü ise, birey ve toplum
ikiliğini temel alan ve toplumsal
mücadeleleri bütünüyle terk eğilimini
meşrulaştıran bir brieyciliğin baskın çıkması oldu).
Bu yüzden örgütlenme kavramının merkez olmaksızın
düşünülemeyeceğini öne süreceğim. Örgütlenme kendi içinde merkezi olarak ortaya
çıkar –kavramsal ve zamansal olarak bir baş– ve toplumun içinde bir merkeze
dönüşmeye meyil eder. Çünkü ilişkilerin olası biçimlenişlerinden birisi olarak
organlara ayrışmış bir yapı olarak örgütlenme, tam da bu biçimi itibariyle
devlet biçimli yapılara dönüşme eğiliminden kendini kurtaramayabilir.
Burada biçim tam da siyasal içeriği veren asli şeydir. Ezme
ezilme ilişkisini, eğer yönetme ilişkisi ve hiyerarşi olarak kavrarsak, hiçbir
hiyerarşi, kararları veren bir üst ile bunlara tabi olup uygulamaya sokan bir
ast olmaksızın var olamaz. O halde kararların nerede alındığı ve nasıl
uygulandığı sorunu devrimci özgürleşme politikalarının soracağı en temel
sorular arasında olmak durumundadır. Bütün ezme ezilme ilişkilerinin temeli
şudur: birileri bizim bedenimiz üzerinde bize ait olmayan bir aklın emirlerini
uygulatır. Ve bedenimiz, kendi kapasitelerini yalnızca başka bir aşkın aklın
istek ve arzuları doğrultusunda harekete geçirir. Biz artık bu noktada başkası
için bir şey haline geliriz. O halde kararı veren ile uygulayan beden arasında
bir özne-nesne yarılması yaşanmasıdır ezme-ezilme ilişkisinin temeli.
Özgürleşmenin tek yolu bu ilişkiyi ortadan kaldırmak yani, nesne olmaktan, tabi
olmaktan çıkmak, kararı veren ve uygulayanı tek bir bedende buluşturabilmektir.
Bunu tek bir insandan, insanların oluşturduğu çokluklara doğru yayarsak, o
zaman tekil bedenlerin oluşturacağı bir kolektif bedenin, ama organlaşmaya
uğramamış, merkezi bir aklın tabiyeti altına alınmamış, akıl ve beden, özne ve
nesne, karar alma ve uygulama arasında bölünmemiş bir kolektif bedenin ya da
çokluğun oluşturacağı bir varlık. O halde buna ne diyeceğiz? Ve üstelik bu
varlığın toplumun içinde, onu kendi
imgesinde dönüştürmek üzere merkezi bir uğrak olmak eğiliminden uzak durması da
gerekmektedir. Yoksa kendisi bir özne ve toplum bir nesne halini alacaktır.
Buna hâlâ örgütlenme mi diyeceğiz? Bence buna artık
Deleuze’ün Antonin Artaud’dan çalıp kavramlaştırdığı haliyle, ‘Organsız Beden’
demek yerinde olur. Çünkü özgürlükçü bir örgütlenme, merkezi olmayan bir
örgütlenme ya da anarşist bir örgütlenme de hâlâ henüz yukarıda kastettiğim
anlamda örgütlenme olmaktan
çıkamamıştır. Yani organları ve beyni olan bir beden olmaktan. Bu imgeyi
sarsmak için yerine koyacağımız ilişkilenme şeklinin, uzmanlaşmış işlevsel
parçalara ayrıştırılmamış bir ilişki, yani bir organsız beden olması
gerektiğini söyleyebiliriz.
Bu sorun henüz solun mevcut kavramsal evreni içinde
kalındığı sürece çözüme kavuşamaz.
Bir kavram olarak örgütlenme (burada kastettiğimiz toplumsal
devrimci amaçları olan), her farklı örnekte toplumun içindeki bireylerin bir
bölümünü bir bütün halinde bir araya getirip, o toplumun tümündeki geride kalan
bireyleri de dönüştürmeyi hedef alan bir merkez, ya da toplumu yeniden kuran
bir karar verici organ-beyin- imgesi şeklinde tasarlar. Bundan çıkıp bir
özgürleşme süreci olarak kolektif varlıklara nasıl varabiliriz? Bence bir şeyi
dönüştürmekten ziyade, asıl sorun şu hâli alacaktır: bizim üstümüzde sayısız
direktifle, bizi sayısız organın hücre metabolizmasına dâhil eden devasa bir
organizasyon ya da örgütler toplamı olarak çağdaş toplumun karşısında
özgürleşmenin yolu nereden geçer? Doğuştan itibaren bu toplum tarafından
örgütlenmiş ve her gün yeniden örgütlenen tekil varlıklar olarak özgürleşme
sürecinde sanırım en az iki işimiz var. Birincisi onun örgütlülüğünü terk etmek
ve ikincisi onun insanları örgütleme kapasitesini felce uğratacak alternatif
bir arada oluş biçimleri icat etmek. Yani yaratacağımız birliktelik biçimleri,
hem bizlere özerkleşme arzusunu harekete geçirecek cesaret ve ilham vermeli hem
de bizi kendine bağlayan örgütleri çözündürerek, yaşamın bütününde bu örgütleri
(bunların toplamına devlet demiyor muyuz?) yıkmak. Bunları yıkmak ve yeni
hayatları icat ve inşa etmek için var edeceğimiz kolektif bir araya
gelişlerimiz, “bir örgütlenme” olmaktan çok, yaşamın bütün yüzlerinde sayısız
kolektiviteler olarak, yani çokluklar oluşturan merkezsiz ilişki ağlarının
yaratılması şeklinde gerçekleşecektir diye düşünüyorum.
Merkezsiz bir ilişki ağı, her şeyden önce onu yok etmek
isteyecek tahakküm yapılarına karşı tek bir örgütten çok daha dayanıklıdır.
Çünkü beyni yok edildiğinde çökecek bir beden değildir. İkincisi de yaşamın
yapıları bir kez geriye dönüşsüz şekilde değişim geçirdiğinde bunlar artık
kendilerini yeniden ve yeniden üreten, kopyalayan ve çoğaltan kolektif
varlıklar halini alır (devrimci süreç, ya da eski tabirle ‘kültür
devrimi’).
2- Sendikalar,
gerek örgütlenme modeli ve gerekse programlarıyla, sermayeye zarar mı verirler,
yoksa karın maksimizasyonu doğrultusunda ilerlerken, krizler ve sorunlar
yaratan kapitalizmin nefes almasına mı yararlar. Kapitalizme içkin değiller
midir?
Sendikanın, işin kapitalist örgütlenmesi konusunu sorgu sual
etmeyen bir örgütlenme oluşu, daha baştan emeğin günlük olarak geri kazanılması
işlevine hizmet eden, dolayısıyla emeğin moral ve maddi çalışma şartlarını
iyileştirmekten başka bir işlevi olmadığını gösteriyor. Tabi bunu sendikaların
“sarı” olmasına bağlayanlar da çıkabilir. Sendikalar sarı da olsa kızıl da olsa
işçilerin emeğini sermayeleştiren kapitalizm gibi, işçilerin politik
mücadelesinin kazanımlarını sermayeleştiren sosyalist bürokrasinin aygıtı
olmaktan öteye gidememiştir.
19. Yüzyılın bu devrimci mücadele araçlarının 20. yüzyılda
solun devrimci projeyi devlet projesine dönüştürmesiyle birlikte bizzat
kendisinin de kapitalist sistemin vazgeçilmez payandası haline gelmesi, bu
konudaki eleştirilerin derinleşmesine yol açtı. Bu konuda otonomist literatürün
çok değerli katkıları var. İnsan özgürleşmesini esas olarak emeğin toplumsal
kurtuluşu şeklindeki tasavvur eden eski anlayışın yerini, eyleyişimizin
kapitalizm koşullarında emek olarak tahakküm altına alınmasına, yani kapitalist
işe koşumlanma yoluyla tabi kılındığımız sınıflaştırılmaya karşı koyan bir
mücadele halini alması perpektifi giderek daha güçlü şekilde dile getiriliyor.
Bu otonomist perspektif tutarlı olarak sendikalar ya da partiler şeklindeki
sömürülen sınıfın temsilcisi yapılardan özerk, özyönetime dayalı bir politika
öneriyor. Sendikaların kapitalizme içkin olması bir yana, sosyalizmin emeği
yücelten versiyonunun kendisi de kapitalizme içkin bir söylem.
3- Sivil toplum
örgütleri hakkında neler söylersiniz?
Bu kocaman bir genellemedir. Sivil toplum örgütleri olarak
adlandırılan, eğer devletin refah politikaları dönemindeki kamusal
işlevlerinin, geriletilmesiyle açığa çıkan boşluğa yerleşmiş yarı devletimsi
yarı şirketimsi yapılarsa bunun için söyleyecek bir şey yok. Ancak herkesin diline
eleştirmiş olmak için sakız ettiği STK kavramı, bazı toplumsal mücadele
alanlarında özerk, bağımsız örgütlenmeler yaratan feminist, ekolojist veya lgbt
örgütleri gibi örgütler için de kullanılan bir yafta biliyorsunuz. Bu konuda
söyleyeceğim şey basit: bir örgütlenme sırf mevcut yasaların sunduğu mesela
dernek gibi çerçeveleri kullanıp, bir örgütlenme oluşturduğu için STK olarak
nitelendirilemez.
4- Günümüzdeki
değişik örgütlenme ve mücadele deneyimi olarak en göze çarpaı olan
Zapatistaların mücadelesi ve örgütlenmesi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Zapatista’ları her zaman çok net şekilde günümüzün en önemli
özgürlükçü haretlerinden birisi olarak görmeme rağmen, sorunuzda yine de bunu bu kadar seçip öne
çıkarmanızın yol açtığı sübjektif vurguya dikkat çekmek istiyorum: farklı
mücadele alanları içinde olan farklı topluluklar için paradigmatik bir ideal
model olarak düşünemeyiz Zapatistaları.
Elbette klasik bir şemaya göre başlayan silahlı yerli
direnişinin dönüşüm geçirerek özgürlükçü bir hareket halini alması olarak;
yerel, özyönetime dayalı bir otonomi yaratma deneyimi olarak; doğrudan
demokrasiyi hayata geçirme deneyimi olarak; kapitalizmin hayatları yıkıp
geçmesine karşı anti-kapitalist direnişin ilham verici bir örneği olarak;
etnik-kültürel kimlikten yola çıkan bir yerli mücadelesinin artık kimliğin
sınırlarını aşıp devrimci toplumsal mücadeleler herkes için belki de bugünün
Paris Komünü, Ukraynası ve Barcelonası halini alması olarak; son onyılın tüm
anti-kapitalist mücadelelerine direnişin ve başka bir yaşam inşasının mümkün
olduğu cesaretini veren bir isyan ve kurucu politika olarak ele alıyorum
Zapatista deneyimini.
Buna karşın yine de birçok farklı toplumsal mücadele var ki
her biri de yaşamlarımızda bir sürü farklı tahakküm ilişkisini nasıl dönüştüreceğimiz
konusunda muazzam ilham kaynakları. Bu açıdan feminist hareketlerle LGBT
hareketlerini es geçmek mümkün mü? Devrimci dönüşümün burnumuzun dibindeki
ilişkilerden başlayacağını, inşa edilmiş kimliklerimizi dönüştürmenin ve özel
olanın politik olduğunu, tahakküme karşı verilen hiçbir mücadelenin diğerinden
bütünüyle ayrılamayacağını, bu nedenle devrimin, tüm bu mücadelelerin
artılarını içeren bir ortak kültür yaratmaktan geçtiğini de söylemek istiyorum.
O halde Zapasitaları liste başı yapmaya gerek yok.
Mesela bir feminist örgütlenme ya da yerel ekolojik
mücadelenin, ya da Topraksızlar Hareketi’nin ayrı dinamikleri ayrı koşulları
vardır. Bunların ve daha kapitalizme ve patriarkal tahakküm yapılarına karşı
birçok direniş ortaya koymaya çalışan çeşitli mücadelelerin içinde
Zapatistaları seçerek öne çıkarmak yerine onun neye ilham olabileceğine bakmak
ilginç olabilir. Bugünlerde Kürt özgürlük hareketinin bir dönüşüm geçirmeye
başladığını, Demokratik Özerklik projesini ortaya atarken, ve Türkiye’deki
toplumsal hareketlerle ağsal etkileşimlere girerken, büyük ihtimalle gelecekte
Zapatistalara benzer bir harekete dönüşmeye dair potansiyel taşıdığını ve bunda
da çok büyük ihtimalle onlardan etkilendiğini söyleyebiliriz.
5- Yukarıdaki
sorulara verdiğiniz cevaplar bu soruyu da kapsayacaktır, ancak yine de ayrı bir
soru olarak sormak isteriz. Size göre nasıl bir örgüt/lenme olmalı?
Nasıl bir kolektif eylem şeklinde cevabını vermeye
çalıştığım şey, aynı zamanda ne için kolektif eylem sorusunu da birbirine
bağlar. Kolektif eylem ve politik mücadele, ister klasik bir örgütlenme içinde
sürsün ister ağlar şeklinde ilişkilenmiş çokluklarda, kendi apaçık hedefinden
ya da hedeflerinden ayrıştırılamaz. Eğer “toplumu dönüştürmek” sorunu merkezde
olmak üzere, amacınız devlet iktidarını ele geçirmek için bir siyasal devrim
yapmak ise örgütlenmeniz de parti-devlet şeklinde bir devlet prototipi olarak
vücut bulacaktır.
Ancak bugün apaçık hedefin siyasal devrim değil toplumsal
bir devrim olduğunu söylemek bizim yüreğimizi hemen rahatlatmaz. Devrimin
herkes için apaçık özgürleşmeler serisi halini alabilmesi için, kolektif eylem
ve politik birlikler ya da toplumsal hareketler oluşturma sorununu daha
genişletmemiz gerekiyor. Hangi tür pratikler yaşamın çeşitli yüzlerini geri
dönüşsüz şekilde dönüştürür? Bu dönüşümün mümkün olabilmesi sadece bir
örgütlenme sorununu çözmeye mi bağlıdır, yoksa yaşamı oluşturan bütün
yüzeylerde hepsi de içkin öznelliklerin kendi kudretini sınırlamak yerine
serpilip gelişmesini sağlayacak yepyeni kavramlar, yepyeni mekân düzenlemeleri,
yepyeni algılama biçimleri ve yepyeni diller de yaratmak bunun boyutları değil
midir? Eğer yaşamlarımızda bir dönüşüm gerçekleştirmek için bizi kalıba sokan
ilişkileri terk edecek ve yeni hiyerarşik olmayan ilişki biçimleri icat
edeceksek, bu arzunun bir değil sayısız bir araya gelme biçimi yaratması
gerekmez mi? Ya da bir değil sayısız “örgütlenme” diyelim. Ancak bu sayısız
ilişki biçimlerinin, katılaşmak ve öznelliği bastırmak eğilimindeki yapılardan
farklı olarak kendi kendisini sürekli olarak dönüştürebilen, devrimci
ilişkileri sürekli olarak yayan özelliğe sahip olması da gerekir, değil mi? Buna
hala bir örgütlenme diyebilmekte zorlanıyorum, çünkü spesifik bir politik
örgütlenme yaşamın bu denli büyük boyutlarına tümüyle nüfuz edemez. Her şeyi bu
çapta etkileyecek bir örgütlenme ise politik parti-devlet modelinden çıkamaz.
Bu yüzden sürekli çoğalan direniş hatları boyunca oluşan, yaşamın tümünü
kaplayacak merkezsiz bir ağ olarak düşünebiliriz bunu belki de. Ama ne başı ne
de sonu olan. Yaşamın bütün ilişkilerini çözündüren, parçalayan ve yeni
ilişkiler kuran bir ağ. Devlete karşı devrimci politikanın içkinlik düzlemini
yaratmak için, böyle bir ağı yaratmak için onu küçük ilişkilerden başlayarak
sürekli olarak örmek diye tahayyül ediyorum ben mücadele(leri). O yüzden
spesifik her soruna göre biçimlenmiş spesifik örgütlenmeler/ya da kolektif bir
araya gelişler, kendi özgül kurallarını belirleyebilme kapasitesine de
sahiptir. Yaşamın aşkın düzenlemelere tabiyetine son verecek her spesifik bir
araya geliş, onu oluşturan öznelliğin salt yıkıcı değil aynı zamanda kurucu bir
güç ortaya koymasını getirir. Burada güç derken de, kolektif varlığın gücünden
söz ediyoruz. Onu temsil eden bir iktidardan değil. Kendi gücünü oluşturan her
kolektif varlık, hedeflerini ve biçimlerini bizzat kendisinin tayin etmesi
yoluyla çokluğun anarşisine katılacaktır. Ancak o bunu içinde yer aldığı
kolektiflik içinde bizzat kendisi doğrudan somutlaştırabilir. Başka hiç kimse
onun adına değil.