“Çocuklar siyasi tutuklulardır”[i]
Kürşad
Kızıltuğ
Önce
sıradan bir üçüncü sayfa haberi okuduk: Harun adlı bir genç erkek, annesiyle
tartıştığı sırada öfkelenip bir pencere camını kırmış ancak talihsizlik sonucu kırılan
cam kazara kendi ölümüne yol açmıştı. Sonu Harun’un ölümüne varan anne
oğul-tartışması Harun’un boynundaki ateşli bir öpüşmeden kalan morluk yüzünden
çıkmıştı. Ayşe Arman’ın 27 ve 28 Kasım tarihinde Hürriyet gazetesindeki
köşesinde yaptığı iki röportajda, Harun’un sevgilisi olan kadın ve Harun’un
ablası olayı iki farklı pencereden görmemizi sağladı. Gencecik bir kadın,
sürtük olmakla suçlanıyor ve sevgilisi’nin ölümüne üzülmesi bile çok görülüp
hakaretleri savuşturabilmek için kendisini savunmak zorunda kalıyordu.
Yaptığının masumiyetini anlatmak zorunda kalıyordu. Diğer tarafta ise egemenin
suretinde konuşan anne ve abla, Harun’un ölümünün bütün suçunu neredeyse kadına
yüklemek istercesine ona saldırmışlar, hakaret etmişler, oysa kendi baskıcı
ahlak anlayışlarının bu ölümde payı olabileceğine dair en küçük bir içebakış
belirtisi göstermemişlerdi. Ölenin yasını tuttukları esnada bile egemen ahlak
değerlerinin bekçiliğini yaparak bozulan düzeni yeniden kurmaya, bir suçlu
bulmaya ve onu yaftalamaya çalışıyorlardı.
Sosyal
medyada ve benzeri internet ortamlarında çok fazla tartışılan bu konuda hemen
herkes Harun’un talihsiz ölümüne üzülürken, sıradan bir hezeyanın yol açtığı
talihsiz bir kaza olmanın ötesinde hayati bir meselenin, çok daha büyük bir
bütünün parçası olduğunun farkında. Harun’un annesinin oğluna abartılı bağlılık
duymasının ve onun üzerinde baskıcı bir kontrol sahibi olma çabasının ölüme
sebep olduğunu, hatta annenin ruh hastası olabileceğini söyleyenler oldu.
Bu
ölüme sebep olan zincirin, genç kadın ve erkekleri, çocukları, evli ya da kendi
başına yaşayan kadın ve erkekleri, standart evlilik kurumu dışında hayatlar
yaşamayı tercih etmiş bireyleri, heteroseksüel ilişkilerin dışında kalanları ağır
bir cendereye sokan baskıcı ahlak değerleri ve bunlara hukuki boyutlar
kazandırmaya çalışan muhafazakâr hegemnya olduğu noktasından bakamazsak olayı
sadece münferit düzeyde açıklamak zorunda kalırız. Oysa Ayşe Arman’ın 28 kasım
tarihli röportajını pür dikkat tekrar okuduğumda aklıma ilk olarak şu kelime
geliyor: çoğunluk!
Tüm
bunlar bir tür ‘kahverengi veba’nın
yayılmakta olduğunu, kadınların, transların, eşcinsellerin, çocukların
canlarını almaya, hayatlarını söndürmeye
ya da bir tür sosyal kontrol düzeni altında ezmeye yol açan muhafazakar
ahlakçı hegemonya ile bu gencin ölümü arasında bir bağlantı olduğunu
düşündürüyor: Her yerinden sapır sapır dökülen ama hâlâ kusursuz evrensel bir
ideal olarak gösterilip herkese dayatılan çekirdek aile idealinin etrafındaki
ataerkil ahlaki değerleri, gündelik hayatta herkesi birbirinin ahlak polisi, savcısı,
gardiyanı, celladı olarak davranmak zorunda bırakıyor. Sıradan bir aile draması
olarak yaşanan benzer her gündelik olayda, hatta olaysız geçen her günümüzde bu
toplumsal yapının -ailenin- nasıl kabusa benzer bir tahakküm sistemi olduğunu
yeniden görebilecek fırsatı buluyoruz. Harun’un ölümü ve Ferzan’ın yaşadıkları
biraz daha sembolik bir boyut kazanmış durumda. Sanki modern aile idealinin
kurallarının bir anlığına bile dışına çıkanların nasıl cezalandırılacağının trajik
bir temsili gibi.
Öyle
bir olay ki tek bir örnekte bile, mikro ölçekte bütün hayatı yönetmeye yarayan bir
sosyal kontrol politikası olarak işleyen “aile politikaları”nın, hükümetin
büyük ölçekli siyasi hedefleriyle ne kadar doğrudan ilişkili olduğunu da açığa
çıkarıyor. Öğrenciyken evlenenlere maddi devlet teşviki, yargıya müdahale etmek
suretiyle boşanmaların azaltılmasına yönelik girişimler, aile olarak yaşamanın
teşvik edilmesi, aileye dayalı kültürel değerlerin yüceltilmesi, aile modeli
dışında yaşanan hayatlara yönelik saldırgan bir dil, bakanlık isimlerinden
“kadın” sözcüğünün çıkarılması, her tür muhalif hareketin aynı zamanda ahlakçı
kodlarla da hedef alınması ve gözden düşürülmeye çalışılması, sürekli yinelenen
üç çocuk teşviki, kürtajı yasaklamaya kalkışıp onu beceremeyince de bu kez
hastanelere baskı yapıp el altından engellemeye çalışmak, kadınların kendi
bedenleri üzerindeki tasarruflarını geriletmek üzere nasıl doğum yapacağına
bile karışan bir Başbakan. Sahi, Harun’un ablasının sözleriyle Başbakan’ın
sözleri arasındaki benzerliği herkes görebiliyor değil mi? Zaten ondan bir iki
gün önce de annesi, Harun’un sevgilisinin facebook duvarına başbakana şikayet
edeceğim diye yazmamış mıydı?
Tüm
toplumsal kontrol mekanizmalarının yaşamımızda karşılaştığımız ilki olan aile
sonraki yaşamımızda, toplumsal sisteme uyumlu birer birey olmak için edinmemiz
gereken tüm itaat değerlerinin kişiliğimize işlendiği bir kurum olarak iş
görüyor. Anti-psikiyatri akımının önde gelen temsilcisi David Cooper modern
aile kurumunu tepeden tırnağa tartışmaya açtığı, 1968’deki devrimci dalganın
bütün özelliklerini tarşıyan 1972 tarihli Ailenin
Ölümü isimli kitabında şunu söylüyor: “Ailenin
gücü, toplumsal aracılık işlevinden gelir. Aile, her toplumsal kuruma hayli
denetlenebilir bir tarzda örnek olarak, bütün sömüren toplumlarda yönetici
sınıfın etkin iktidarını pekiştirmektedir. Bu nedenle ailenin biçiminin,
fabrikada, sendikada, okulda, (ilk ve ortaöğretim), üniversitede, iş
kuruluşunda, kilisede, siyasal partilerde, hükümet aygıtında, silahlı
kuvvetlerde, genel hastaneler ve akıl hastanelerinde varolan toplumsal yapıda
kopya edildiğini görürüz. İyi ya da kötü, sevilen ya da nefret edilen “anneler”
ve “babalar”, büyük ya da küçük “erkek kardeşler” ve “kız kardeşler”, hükümsüz
ya da çaktırmadan denetleyen “büyük anneler” ve “büyük babalar” her zaman
vardır.”[ii]
Aile
öyle bir kontrol mekanizması ki herkese rolünü baştan biçiyor ve ömür boyu o
rolün değişen aşamalarını icra etmek kalıyor size. Bunun dışına çıkarsanız ya
da çıktığınız en azından görülürse kınama, yargılama, aşağılama, dışlama,
cezalandırma ve yeniden hizaya çekilip rolünüze döndürülme mekanizmaları
devreye giriyor. Bu mekanizmanın asli unsuru kadınlara biçilen annelik rolü.
Bir kadın yalnızca annelik kimliğini çocukluğundan itabaren içselleştirip, ona
göre oyunlar oynayıp, evlenmeyi bekleyip sonra da sorgusuz sualsiz bu rolün
gereklerini yerine getiren bir ev kölesine dönüştüğü zaman ideal kadın olur.
Bunun dışına çıkma girişimleri, eskaza kendi duygularına ve aklına göre yaşama
arzusunu bırakın yaşamak, ifade etmesi bile en ağır cezalara ya da yaptırımlara
maruz kalmasına yol açabilir. Anneliğin
yüklediği en ağır yüklere isyan etmeyi engellemek için bu rol tümüyle
doğallaştırılır ve kutsallaştırılır. Kadınlara anne olmaktan başka bir varoluş
alanı tanınmaz. Cinsiyetçi tahakküm sisteminde kadınların onaylanmak için
anneliğe sarılması bundan kaynaklanıyor. Bu yüzden annelikle olan bu
özdeşleşme, beraberinde çocuklara karşı aşırı bir kontrol ve duygusal
bağımlılık haline geliyor ve çocuklarını da kendilerine bağımlı kılmak
istiyorlar. Bu kadınların hiç de kendi lehlerine olmayan bu durumu, zorunluluk
altında içselleştirdiklerini düşünüyorum. Yani aşırı baskıcı bir cinsel
tahakküm altında, kadına nefes alacak hiçbir alanın bırakılmadığı bir yaşantı
içinde, duygusal doyum sağlayabilecek tek uğraş çocuklar oluyor kadınlar için. Harun’un
annesinin yaşadığı durumun aşağı yukarı bu aşırı özdeşleşmeden kaynaklanan bir
duygusal bağımlılığın yarattığı hezeyan olduğunu düşünmek için ruhbilimci
olmaya pek de gerek olduğunu sanmıyorum. Hem annenin hem de, kız arkadaşının
beyanlarından, Harun’un içine hapsolduğu boğucu aile ortamından kaçmaya /
çıkmaya nefes almaya çalışan zor bir durumda olduğunu anlayabiliyoruz. Ancak annesinin
ve ablasının erkek egemen mantığı fazlasıyla içselleştirmiş, onun arzularını
deneylemeye çalışan birer despota dönüştüklerini de görebiliyoruz. Kadınlar
toplumsal yapının her alanında güçsüz bırakıldıkları, güçlenmeye çalışmalarının
bedelini her zaman erkek rakiplerinden daha fazla emek sarfederek, daha büyük
duygusal baskıları savuşturmaya çalışarak varolma mücadelesi verdikleri için,
çoğu zaman evden burnunu bile çıkaramayan kadınların kendilerini güçlü hissedebildikleri
tek alan annelik oluyor. Harun’un babasının erken ölmüş olduğu bilgisi,
anneliğin babanın rolüyle de birleştiğinde nasıl bir despotizme
dönüşebileceğine dair çok fazla şey söylüyor bize. Çocukla özdeşleşen ebevevnler,
hayatın yol açtığı mutsuzluğu, hayat mücadelesinin zorluklarını, kendi hayal
kırıklıklarını aşmak icin tüm duygusal yatırımlarını çocuklara yapıyorlar. Harun’un
annesinin trajedisi de pek çok kadında olduğu gibi, çocukları tatmin
için kullanan son derece yaygın bir ebeveyn modelinin talihsiz bir sonucundan
başka bir şey değil. Kadınlar özellikle de anneyseler, içine
kapatıldıkları ahlâk zindanında bedenlerine ve duygularına tamamen yabancılaşıyorlar.
Ablanın cinsellik, aşk, ve benzeri konularda despotun dilini tümüyle
içselleştirmiş üslubu, neredeyse otoriter bir baba gibi konuşması, hatta
başbakan’a özenen konuşması iki genç insanın arzularını yaşamalarındaki masumiyetin
ve doğallıın karşısındaki hoyratlığı, aslında onun kendi hayatında belki de
tümüyle unuttuğu, safi göreve dönüşmüş, artık yabancı hale gelmiş bir yaşantıya
-cinselliğe- duyduğu kinin, nefretin
dışavurumu gibi. Bu kadar indirgenmiş bir varoluş içindeki kadın ya da erkek
ebeveynler, kendi arzularını ortaya koyamadıklarında, ev kadınına / anneye ya
da aile babasına indirgenmiş bu kadın ve erkekler çocuklarını duygusal olarak sömürebiliyor,
onları kendi arzularının cisimleşeceği bir sahnenin oyuncuları haline getirmeye
kalkışabiliyorlar. Buradaki aşırı duygusal yatırıma aileler sevgi adını
verebiliyorlar, ancak bu bir ‘sevgiyse’ eğer karşısındaki daimi olarak
kendisine bağımlı kılmak isteyen, onun bireyselleşmesini ve kendisinden
ayrışmasını, başka bir insan olmasını kabullenemeyen canavarca bir sevgi
olmalı.
Bu
olayı ne kadar tartışsak az, ancak burada tek başına bir kusurlu özne, bir ruh
hastası bulmaya çalışmak işin kolayına kaçmak olur. Geleneksel aile modeline ve
ahlak değerlerine bağlı her örnekte,
çocuklar üstüne kurulan egemenlik onların da bu rolleri olduğu gibi
üstlenmeleri ve bu toplumsal kontrol sistemini kusursuzca yeniden
üretmeleridir. Harun’un ve Ferzan’ın kabahati, aslında belki de hiç
sorgulamadıkları bu sosyal kontrol mekanizmasını, sırf doğal dürtüleri ve arzuları
onları yakınlaştırdığı için farkında bile olmadan ihlal edecek bir falsolu
hareket yapmış olmalarıdır. Eğer açığa çıkmasaydı belki onlar da bu düzenin
içine çekilecek taze adaylar olacaktı. Ama açığa çıkması Harun’un ölümüne ve
muhtemelen Ferzan’ın hayat boyu unutamayacağı bir travmaya dönüştü. Olayın
başlangıçtaki sıradanlığına karşın sonunun trajikliği bir anda aile kurumunun
herkes için nasıl bir tahakküm mekanizması olduğunu açığa çıkaran bir alamete
dönüşüyor.
Fakat
burada yine de Harun’u bir kurban olarak görmeye içim elvermiyor. Onu daha
ziyade kendisini sarıp boğan bir aile hapishanesini çaktırmadan ihlal eden,
buna boyun eğmek istemeyen, kendi arzularına göre davranmak isteyen, özgürlük
arayışındaki bir genç olarak görmeyi tercih ediyorum. Tıpkı tüm toplumu kontrol
etmek isteyen otoriter baba modeli despotu bir anda yerin dibine sokan Gezi
isyanı gençliği gibi, belki talihsizlik onu aramızdan aldı, ama görünen o ki
hem o hem de sevgilisi Ferzan boyun eğmemeyi tercih etmişlerdi.
“İnsan özerkliğini yaşamının ilk yılında
keşfetmez ve çocukluğundan daha sonraki dönemine özgü o keder anında da
farketmezse, ya ergenlik çağının sonunda delirip çıkar, ya da ruhunu teslim
edip normal bir vatandaş olur, ya da sonraki ilişkilerinde özgürlüğü bulma
kavgası verir … İnsan ne olursa olsun günün birinde evini
terk etmek zorundadır. Ne kadar erken terk ederse o kadar iyi olur heralde.”[iii]
http://uzuncorap.com/2013/12/05/%E2%80%9Ccocuklar-siyasi-tutuklulardir%E2%80%9D/