“İnsanlar savaşırlar ve savaşı kaybederler; ve yenildikleri
halde uğrunda savaştıkları şey gerçekleşir; ve gerçekleştiğinde; ve
gerçekleştirmek istedikleri şeyin bu olmadığını anlaşılır; ve başka insanlar
onların istedikleri şey için başka bir ad altında savaşmak zorundadırlar”
William Morris
Uykuları kaçıran anarşizm
hayaleti
Bugünden bakıldığında,
Marx’ın ve Engels’in kendi sosyalizm anlayışlarını anarşizmle ya da anarşizm
olarak gördükleri siyasi etkinlikler ve düşüncelerle polemik içinde kurdukları
kabul görecek bir düşünce.[1] Konuya girmeden önce ‘Marx
ve Engels’in sosyalizm anlayışı’ ile ne kastettiğimizi belirginleştirelim:
kendi metinlerinden yola çıkıldığında hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde,
devrimci öncü sınıf olarak işçi sınıfını örgütleyecek öncü komünistlerin, sıkı
disiplinli monolitik partisi vasıtasıyla devlet iktidarını ele geçirip,
kapitalist üretim ilişkilerinin yerine sosyalist üretim ilişkilerini inşa
etmesi biçimindeki devletçi sosyalizm modeli olduğunu görüyoruz marksizmin.[2] Dolayısıyla marksizmin
anarşizmle esas çatışmasının bu devletçilik olduğu herkesin malumudur.
Marx ve Engels’in Sol
Hegelcilik, Yeni Kantçılık ya da “Alman İdealizmi” ile felsefi
hesaplaşmalarında kendi düşüncelerinin felsefi unsurlarını kurmak için
giriştikleri bir tartışma süreci söz konusuydu. Geçmişte kalmış figürler olarak
Fourier, Owen, Saint-Simon gibi ütopyacılarla olan ilişkileri de siyasi bir
hesaplaşmadan ziyade kendi siyasetlerini kurarken sosyalist gelenek içindeki,
seçebilecekleri ya da reddecekleri unsurları ayıklamakla ilgiliydi. Marx’ın
burjuva politik iktisatçılarına yaklaşımında da bu vardı: düşüncesini kuracak
malzemeleri toparlayacağı, ve siyasi olarak şiddetli polemiklere girmesi
gerekmeyen figürler.
Bu belki de şöyle
açıklanabilir: diğer sosyalistlerle olan ilişkilerinde, farklı sosyalizm
akımlarını marksizmin tarihsel materyalizm anlayışı ve işçi sınıfına verilen
ayırt edici siyasi rol ile marksistleştirmek söz konusuydu. Bu yüzden yapılan
tartışmalar son derece makul bir şekilde sosyalist program, strateji, taktikler
ve örgütlenme meseleleri üzerinde odaklanıyordu. Yani marksist sosyalizm
anlayışının tüm uluslararası sosyalist hareket üzerinde nüfuz sağlamasını
hedefleyen tartışmalardı bunlar. Anarşistler karşısında verilen mücadele ise
onları aynı siyasi etkinlik sahasından tümüyle silmek istemelerinden
kaynaklanıyordu.
Anarşistlerin, marksistleri
ziyadesiyle meşgul eden, son derece tehlikeli gördükleri siyasi hasımları
arasında yer aldıkları pek de itiraz edilecek bir şey olmasa gerek. Marx ve
Engels’in anarşizme dair yazılarına bakmak bile bu konuda yeterli bir açıklık
verecektir.[3] Bu yazılar çeşitli
mektuplaşmalardan, gazete yazılarından veya kitaplardan yapılan alıntılardan
oluşmaktadır. Ancak bunların haricinde Marx’ın Proudhon’a karşı yazdığı Felsefenin
Sefaleti, Engels ile birlikte yazdığı ama yayınlamadıkları Alman
İdeolojisi, Engels’in Bakuninciler İş başında , Konut Sorunu gibi
uzun incelemeleri hayatlarının sonuna kadar anarşistlerle ne kadar çok uğraştıklarını
gösteren örnekler arasındadır. Marx’ın Engels’le birlikte yazdığıkları ve
Hegel’in idealizminden uzaklaşırken Sol Hegelcilerle de hesaplaşmaya ve tarihsel
materyalizmin kimi tezlerini formüle etmeye giriştikleri Alman İdeolojisi
adlı yayınlanmamış kitaplarının en büyük bölümü (400 sayfanın yaklaşık 300
sayfası) Max Stirner’e ayrılmıştır. Üstelik Max Stirner[4] kendisini hiçbir zaman
anarşist olarak adlandırmamış olsa da Marx ve Engels ısrarla onun düşünceleri
ile Bakunin ve anarşistler arasındaki yakınlığa işaret etmişlerdir. Anarşizme
karşı benzer bir uğraşıyı Plekhanov da ve Anarşizm ve Sosyalizm’de,
Lenin Devlet ve Devrim’de ve
anarşizm üzerine başka yazılarında, Stalin Anarşizm mi Sosyalizm mi?
adlı broşüründe sürdürmüştür. Marksizm ile anarşizm arasındaki kavga bunlarla
sınırlı kalmayıp, ikinci enternasyonalden Bakunin’in atılması için verilen
uğraşla başlayıp Kronştad denizcilerinin isyanının bastırılması, ardından
Ukrayna Anarşist hareketine Kızılordu tarafından son verilmesi; Sovyetler Birliği’ndeki
pek çok anarşistin sürülmesi veya öldürülmesi vs. şeklinde siyaset düzleminde
de devam etmiş; ve son olarak da İspanya Devrimi’nde anarşist hareketin
Sovyetler Birliği yanlısı komünistlerce engellenmesi ile doruk noktasına
ulaşmıştı. Tüm bunlar marksizmin anarşizmi bir baş belası ve düşman olarak
gördüğünün en bilinen örnekleridir sadece.
Burada çok bilinen şeyleri
tekrarlamaktan ziyade marksizmin tutumundaki sürekliliğin altını çizmek
istiyorum: Marksizm bugün de anarşizme karşı benzer tavrını sürdürüyor. Anarşizmi
kendi etkinlik sahalarından silmek ya da eğer anarşizm bugünün küresel
muhalefet hareketlerinde olduğu gibi çok etkin ise, o zaman çeşitli biçimlerde
onun sağladığı siyasi etkiyi küçültmek için polemik yapmak ya da biraz daha
yeni bir taktik olarak anarşizmin bazı temel akidelerini içselleştirip hem de
hâlâ ortada anarşizm yokmuş gibi davranmak gibi tavırlarla sessizlik komplosunu
sürdürüyor.
Burada ilk bakışta
istisna oluşturur gibi görünen liberter-, neo-, sol- ya da heterodoks
marksizmlere bir bakmak gerek. Örneğin otorite eleştirisi ve özgürlükçü negatif
bir ütopyacılıkla öne çıkmış en özgün marksizmlerden biri olan Frankfurt
Okulu’nun anti-otoriter 68 hareketi karşısındaki seçkinci muhafazakar tavrı bir
yana, Marcuse gibi öğrenci hareketine daha yakın duran birinin, her yerde kara
bayrak yeniden dalgalanmaya başladığı bir dönemde dahi anarşizme tamamen uzak
durması dikkat çeker. Örneğin Karşı Devrim ve İsyan kitabı özgürlük
yüceltimleri ile dolu olduğu halde doğru dürüst bir anti-otoriter düşünce
sunmak noktasında hayli belirsizlikler taşır. Bu da marksizmin aşamadığı iç
gerilimleri yüzünden kendisine ne kadar özgürlük aşısı yapılsa da aşkın ve
temelci bir siyaset felsefesine sahip olmanın arızalarını atamadığının örneklerinden
biri gibi görünüyor. 68 hareketi ile ilgili Adorno ve Marcuse arasındaki
mektuplaşmalarda yürüyen tartışmaya bakmak da oldukça fikir verici.[5] Bookchin’in çeşitli
özgürlükçü marksizmlerin belirsizliklerini de anlatan bir yazısındaki
şu sözleri de oldukça
dikkat çekicidir: “Genelde “neo-marksist” olarak adlandırabileceğimiz, bu kadar
çok sayıda teorik ve ampirik eğilimin özümsenmesinin en rahatsız edici yanı
kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmamasıdır; bu anlayışla birbirine
tamamen zıt radikal hedefler ve gelenekler aynı potada eritilmektedir.”[6] Bu anlamda anarşizm
karşısındaki kompleksli yeni marksizmlerin bir diğer örneğini de John Holloway’in
“İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek” adlı kitabı veriyor. Kitap boyunca
hem marksist iktisadi çözümlemeyi kullanmakta hem de marksizmin devrim
anlayışının asli unsurlarını günümüz eylemcisinin anti-otoriter ruhuna uygun
olarak yeniden tarif etmeye çabalamaktadır. Eğer dünyayı iktidarı ele
geçirmeksizin değiştirmenin bir yolu aranacaksa neden dönüp 150 yıllık anarşist
eylem birikimine de bakılmaz? Ve üstelik başta belirttiğimiz marksist sosyalizm
tarifinden hareketle hâlâ marksizmin felsefesini sürdürerek böyle bir
anti-iktidar anlayışına dayalı bir devrimcilik gerçekten mümkün müdür? Marksizmin
devraldığı felsefi gelenek ile marksist sosyalizmin devletçi siyasi çizgisi
arasında bir süreklilik, tamamlayıcılık yok mu? Anarşizme neden dönüp bakılmadığının
cevabı, Holloway’e göre “Muhalif düşünce çığlığın kendisi kadar eskidir. Karşıt
düşüncenin en güçlü akımı ise şüphesiz Marksizmdir.”[7] cümlesindeki bu
“şüphesiz”de saklı olsa gerek. Bu vahiy gibi gelen “muhalifliğin en güçlü
akımı” olma iddiasının başka bir alternatifinin olmaması, marksist sosyalizmin
kendi tarihi boyunca anarşist ya da özgürlükçü marksist unsurları sol
hareketten her türlü yöntemle tasviye edip diğer muhalif çığlığı, imdat
çığlığına dönüştürmesi ile ilgili... Doğru, marksist esinli sosyalist gelenek
geçen yüzyılın en güçlüsüydü, ama artık marksist olmayan başka, radikal
muhalefet biçimlerini hareketten tasviye edebilecek kadar güçlü olmadığından
ötürü, bu kez de özgürlükçü aktivistlerin hareket ettiği sahada hegemonya
mücadelesi vermeye başladı. Bunun olumlu yanı marksizm içindeki kırılmanın
gittikçe tırmanmasına yol açmasıdır. Devletçi ve merkezi örgütlenmeci
paradigmanın marksizm içinde de aşınmaya uğraması çok şey kazandırabilir. Olumsuz yanı ise bu tür muğlak ve eklektik
marksizmlerin çağdaş anarşizmle problematik biçimde karşılaştırılması gibi
görünüyor. Üstelik tuhaf bir şekilde bunu pek sevimsiz bir anarşizm özentisi
bulacak marksistlere rağmen.
Holloway ve Negri gibi
postmodern komünistlerin, anarşizmle hatta postyapısalcı anarşizm
tartışmalarıyla ilişkiye geçememelerinde de bir tuhaflık var: 68 sonrası
özgürlükçü sol hareketler, yeni toplumsal hareketler, zapatistalar ve
küreselleşme karşıtı hareketin oldukça anarşist-esinli, anti-otoriter,
hiyerarşik-olmayan örgütlenmeleri ile bu kadar yakınlık kurmalarının doğrudan anarşizm
üzerinden değil de daha kolay kendilerine uyarlayabileceklerini düşündükleri
postyapısalcılık üzerinden gerçekleşmesi. Her ikisinde de iktidar eleştirisinin
terimleri Foucaultcu ve/ya Deleuezecü terimlerle
gerçekleşiyor. Örneğin postyapısalcılığın önayak olduğu bir Spinoza okumasının,
güç kavramlaştırmalarını yenilemesi her ikisinde de çok belirgin. Ama bu
noktada anarşizmin güç, otorite ve hiyerarşi eleştirilerine ve yıllardan beri
anarşist örgütlenme süreçlerinde biriken doğrudan demokrasi deneyimlerine dönüp
bakmıyorlar.[8]
Bu da postyapısalcılığın da anarşizme değil marksizme yakın bir yerden
tariflenmesine yol açıyor. Modernliğin eleştirisinde ve modern olmayan radikal
özgürlükçü bir siyaset dilinin geliştirilmesinde postyapısalcılığın kullanışlı felsefi
araçlar sunduğu kabul görüyor. Oysa aynı kabul anarşizm için geçerli değil. Bu,
anarşizm gibi kendi anti-otoriter tutarlılığından kaybetmesi çok zor olan bir
etik-siyasi geleneğe marksist aşkınlık aşısı yapmanın imkansızlığından
kaynaklanıyor olsa gerek. Sonuç olarak bu bağlam içinde marksizmin dışarıdan
anarşizmi içselleştiremeyeceği noktada postyapısalcılıkla kendine anti-otoriter
bir makyaja gitmesi söz konusu diyebiliriz.
Marksizmin anti-otoriter bir
dil kurmada anarşizmi içine sindiremediğinde olabileceklere dair gibi geliyor
bunlar bana. Ancak marksist totalleştirici,
aşkın düşünce ile aynı kaynaktan beslenen ve bunu anarşizme sokan anarşistlerde
de bu durumun başka varyantlarını görüyoruz. Anarşizmin doğası itibariyle açık bir
düşünce olarak gelişmesini bekliyor insan. Ne var ki bu tip bir marksist-benzeri
düşünüş anarşizmi içselleştirip içeriden bükmeye başladığı zaman, bunun
sonuçlarından biri, artık anarşizmin anti-otoriter etik tutarlılığından sapmaya
başlayacak ölçüde otoriter bir dilin kurulabileceği büyük anlatılara yönelerek
başka düşünüş biçimlerini dışlamak ve diğeri
de postmodern düşünce karşıtlığı oluyor. Zira postmodern düşünce aslında
totalleştirici düşüncenin hiç istemediği, ama anarşizmin hiyerarşi karşıtı
karakteri yüzünden bence çok ihtiyaç duyduğu bir açık düşünce sunuyor.
Günümüz anarşizminde birer
teorisyen figür olarak öne çıkan Bookchin ve Zerzan’ın postmodernizme karşı
oluşlarından da söz etmek gerek, ama bu eleştirilerin ayrıntıları konumuzun
dışında kalıyor, çünkü gerçekten de söylediklerinde, marksistlerin daha büyük
bir hacim tutan reddiyelerinden ne fazla ne de farklı hiçbir şey yok. Dahası
marksistlerle aynı küçümseyici, alaycı, belagatli dil ile yapıyorlar bunu. Beni
asıl ilgilendiren, anarşizme geçişlerini marksizmden gelerek yapan ve
entelektüel yolculuklarının olgunlaşmış bir noktasında yine anarşizmden
uzaklaşarak başka totalleştirici yönelişlere giren bu iki entelektüelin, hem
postmodern düşünce hem de anarşizm karşısındaki marksist-benzeri tutumları:
Bookchin’e göre artık anarşizm asosyal bir egoizm biçimidir, postyapısalcılık
ya da postmodern düşünceler de bu egoizmin bir versiyonudur. Bu yüzden, anarşizmi
özgürlükçü bir miras olarak sahiplense de kendi gittiği yolu ayrıştırır ve
komünalizm olarak yeniden formüle eder.[9] Zerzan içinse bugün
uygarlık karşıtı olmayan herhangi bir anarşizm biçimi anarşizm sayılamaz. (Bu
arada bu iki entelektüelin birbirileriyle de kavgalı olduklarını bir kenara not
edelim.) Ona göre küreselleşme karşıtı hareketler yalnızca yeni bir
küreselleşme istemenin ötesine geçemiyorlar; anarko-sendikalizm yalnızca
uygarlığı ilerletmekten başka birşey değil; bir toplumsal dönüşüm uygarlığın
krizlerinin veya büyük felaketlerin ardından ancak kıyametsi bir yıkım şeklinde
gerçekleşebilir.[10]
Bu büyük kestirimlerin, kolaycı atıp tutmaların, anarşizmin ne olduğunu tayin
etmedeki kendine bu güvenin kaynağı nedir? Tarih felsefelerinin bu kadar
kapsayıcı bir büyük anlatı olarak kurulmasından terminolojilerindeki bir yığın
marksist unsura, marksist-benzeri totalleştirici yaklaşımlarından başka
anarşizmleri dışlamalarına kadar bir sürü ilgisiz tavrı anarşizme taşıdılar. Bu
konuda anarşistlerle tam bir uyum sağlayamadıklarında ise, belki de anarşizmle
bir türlü bağdaşamayan bu tip düşünceleri yüzünden en sonunda kendilerini
anarşizm sahasından ayrıştırmakla bu sıkıntıyı gidermeye çalışıyor olabilirler
mi?
Marksizmin kuruluşundan
itibaren kendi dışındaki siyasetler ve düşüncelerle sürekli bir çatışma,
olumsuzlama halinde olduğunu, siyasi rakipleriyle polemik içerisinde, onları
mahkum etmek üzerinden kendini tarif eden dışlayıcı bir siyasal kültürü sola
armağan ettiğinin altını çizmek gerekir.[11] Bu polemiklerde rakibini
belagatli sözlerle mahkum edip onu siyaset sahasından silmek, karşısındakinin
tezlerinde olabilecek siyasi imkanları tamamen yok saymak marksizmin tipik
davranışıdır. Buna ironik bir örnek verelim: Ömrünü Marks ve Engels’in tüm
eserlerini bir araya getirip yayınlamak için çalışmalar yaparak geçirmiş bir
marksist olan ve Marx araştırmalarında bir otorite görülen David Riazanov Marx
Engels’in toplu eserlerini ilk baskıya hazırlayan kişidir. 1920’de Sovyetler
Birliği’ndeki Marx Engels Enstitüsünün başına getirilmiştir. Riazanov’un
Marx’ın polemik ustalığının, ve siyasi edebiyatın baş eserlerinden birisi
olarak gördüğü, 600 sayfalık Bay Vogt adlı kitabına dair şöyle bir
tespiti var: “Ancak Marx, siyasal eleştiriyle yetinmez. Yazdığı broşür salt
güçlü kelimelerin serpiştirildiği bir küfürname değildir. Marx, Vogt’a karşı
geçmiştede usta olduğu bir silahı yöneltir – alay, hiciv, istihza.”[12]
Bugün her yeni kuşak
marksistin dönüp eski klasikleri okuduklarını göz önünde tutar ve bir siyasi
gelenek olarak marksizmin ötekileri
dışlayarak bugüne kadar geldiğini düşünürsek günümüzde de bir çoklarının
sürekli değişen siyasi manzarada kendilerine yeni hasımlar bulup yollarına
devam etmelerine şaşmamalı. Kendi içindeki heterodoks akımları dışlamaya
çalıştığı gibi devletçi sosyalizme alternatif olabilecek diğer siyasi çizgilere
ya da toplumsal muhalefet hareketlerine karşı tavrı hep buydu; siyasi
egemenliği ele geçirdiği ya da sol içinde siyasi olarak nüfuz sahibi olduğu coğrafyalarda
ise bu farklılıklara hayat hakkı tanımamak için elinden geleni yapan
marksistler, sol içinde marksizme alternatiflerin çok güçlendiği günümüzde
giderek daha huzursuz bir şekilde bu hayali düşmanlarıyla polemiğe devam
ediyorlar. Bugün marksizmin hayali dümanlarından birisi posmodernizmdir. Ancak
o eski hayalet, anarşizm de yakasını bırakmış değil.
Yeni hayali düşman
postmodernizm
Terry Eagleton 20 yüzyıl
marksist edebiyat teorisinin ve kültür çalışmalarının en önemli simalarından
birisi. Marx’ın belagatine erişen Kuramdan Sonra[13]
adlı son çalışmalarından birisinde postmodernizmi neredeyse solun içinde
bulunduğu siyasi atmosferin tek sorumlusu olarak görüyor, ya da göstermeye
çalışıyor. Çalışmasında kültürel incelemeler alanındaki akademik çalışmalardan
örnekler vererek bu apolitikleşmenin ve postmodern yaklaşımların lakaytlığının,
siyasete, toplumun sorunlarına ilgisizliğinin örneklerini veriyor. Kültürel
kuramda bu noktaya varılmasının, ve batı akademyasındaki değişimin toplumsal
siyasi bağlamının marksistçe bir açıklamasını, tarihçesini çıkarmaya çalışıyor.
Böylece bizi her yerde başarısız olan siyasi girişimlerin yarattığı hayal
kırıklığının, ve siyasete uzaklaşmanın, sinikleşmenin sonucu olarak postmodern
düşünce tablosuna inandırmaya çalışıyor.
Burada durmak gerek.
Terry Eagleton bir kez daha bir çok marksistin yaptığı şeyi yineliyor:
öncelikle tüm çalışmasında “temsil edici” olduğunu düşündüğü çeşitli örnekler
vermek yoluyla, ama bir çok noktada kanıtlara dayalı olmayıp sadece bir
öyküleme içerisinde bize bir şema çıkarıyor. Oldukça kabataslak olan bu şemanın
içerdiklerine karşın dışta bıraktıklarının neler olduklarını göz önünde
bulundurmadığımızda, her zamanki gibi haklı olan marksistlerin bir kez daha
haklı olduğuna kendimizi inandırabiliriz. Elbette bir tarihçi olmayıp edebiyat
kuramcısı olan Eagleton’ın somut malzemelerle yapılmış bir inceleme yerine
serbest bir denemenin rahatlığı içerisinde yazmış olmasını eleştiremeyiz.
Eninde sonunda ortaya koyduğu şeyler kendisinin de kabul edebileceği gibi
tartışmaya açık yorumlardır. Bu yorumların tartışmalı yanı ise daha işin
başında postmodern düşüncenin doğuşunu Avrupalı solun 68’deki “yenilgisiyle”
tarihlenmesi.
Benim “yorumum” ise
farklı, bana göre yirminci yüzyıl marksist sosyalizm deneyimlerinin yarattığı
hayal kırıklıklarının baş nedeni bu sosyalizmin devletçi ve otoriter yapısından
ileri geliyordu. Marksizmle aynı dönemde ortaya çıkan anarşizmin daha 1840’lardan
başlayarak, devlet gücünün salt iktisadi ilişkilere indirgenemeyecek, kendi
bağımsız gücüyle ele geçiren her türlü aktörü de kendi yapısına uygun olarak
yeniden kuracak, temsiliyete dayalı karakterinden ötürü tabandakileri tümüyle
güçsüzleştiricek bir ilişki tarzı olduğuna dair, Sovyet Devrimi halihazırda ortada
yokken yapılan anarşist eleştirilere bütün marksistler tıpkı bugün Terry Eagloton’un
postmodern düşünceye yaklaşımı gibi “alay, istihza ve hicivle,” yaklaştılar, ve
bildiklerini okudular. Oysa Ekim Devrimi gerçekleşirken, önce bütün siyasi hasımların
yok edilmesi ya da tasviye edilmesi, SBKP’nin Komünist Enternasyonal vasıtasıyla
tüm dünya komünist hareketini manipüle edip muhalif komünistleri
etkisizleştirmesi; dünyanın diğer bölgelerindeki halk isyanlarına Sovyetler
Birliği’nin siyasi çıkarlarını ilgilendirmiyorsa kayıtsız kalması; kendi
hegemonyasına karşı gelirse de onları ezmesi gibi tecrübeler, daha 1920’li
yıllarda önce marksistler arasında ciddi rahatsızlıklara yol açmıştır.
Sözgelimi o dönem kendilerine konsey komünistleri ya da sol komünistler diyen
bir takım marksistler komünizmin onu temsil edecek bir parti ile değil işçi
sınıfının tümüyle kendiliğinden örgütlenmesi yoluyla gerçekleşebileceğini
savunuyorlardı. Böylece konsey komünistleri Lenin gibi marksistlerin “parti
komünizmi”nden yollarını ayırıyorlardı.[14] Bu yaklaşım anarko-sendikalizme
yakın olduğu gibi, daha sonra 68
gençliği içinde dolaylı olarak büyük etkisi olan Guy Debord ve Raoul Vaneigem
gibi, bazı düşünceleriyle anarşizme oldukça benzeşen ve çağdaş anarşizmi de
etkilemiş olan düşünürlerde de kendisini ortaya koydu. 68 hareketi ile
postyapısalcı düşünürlerin ortaya çıkışı arasındaki yakınlık veya paralellik
bir çok yerde ima edilir. Ama bizzat kendileri tarafından da açıkca bu
yakınlığın kurulduğu örnekler vardır:
Foucault Mayıs 68 hakkında
kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylüyor: “Ya Tunus'taki o radikal
ayaklanmanın birdenbire patlamasına ne demeli? Neydi, o her yerde sorgulanmakta
olan şey? Huzursuzluğun, devlet, diğer kurumlar ve baskı grupları tarafından
gündelik hayata uygulanmakta olan Sürekli baskının ortaya konuş tarzından
kaynaklandığı kanısındayım. Katlanılamayan, sürekli sorgulanan, rahatsızlığı
yaratan şey "iktidar"dı. Sadece devletin uyguladığı iktidar değil;
Aynı zamanda, toplumsal bünyede çok farklı kanallar, biçimler ve kurumlar
üzerinden uygulanmakta olan iktidar. Yönetilme"nin belirli bir biçimi,
artık kabul edilmezdi. "Yönetilme"sözcüğünü geniş bir anlamda
kullanıyorum. Sadece devletin ve onu temsil eden insanların uyguladığı yönetimi
değil; aynı zamanda, kurallar aracılığıyla, doğrudan ya da dolaylı
etkileyişlerle gündelik hayatımızı düzenleyen insanları, örneğin kitle iletişim
araçlarını kastediyorum. (...) Şimdi, '68 Mayısı'na dönerek; yetersiz, aşırı
kuramcı bir sözcük dağarcığının ötesine geçerek sormak istiyorum: Olan bitenin,
genel olarak, gençlik kültürünü ve kimi toplumsal tabakaları etkisi altına alan
iktidar biçimleri ağına karşı yapılan bir ayaklanma olduğunu bugün kim
reddebilir? Benimkini de içine alan bütün bu farklı deneyimlerden tek bir
sözcük çıkıyor ortaya. Görünmez mürekkeple yazılmış, doğru kimyasal madde
eklendiğinde sayfada çıkabilecek olan bir mesaj gibi. O sözcük iktidardır.[15]
Bir önceki paragrafta
ortaya koymaya çalıştığımız, Foucault’nun kendi çalışmalarına işaret ederken,
bence postyapısalcılıkla 68 arasındaki bağı da kurduğunu düşündüğüm bu yakınlık
ne anlama geliyor? Radikal siyasetin dayandığı paradigmanın değişmesi diyebilir
miyiz? Modernist radikal siyasetin hapsedici dünyasından postmodern radikal
siyasetin “anarşik” dünyasında geçtiğimiz söylenemez mi?
Anarşizmin, solun
tarihinde ihmal edilmiş, eleştirileri ciddiye alınmamış, katabilecekleri göz
ardı edilmiş kayıp bir çığlık olmasının bedelini Sol, “reel sosyalizmin” acı
deneyimiyle ödemiştir. Başlangıçta kaybedilmiş imkanları yoklamak için
marksimde en başından beri ters giden şeyin ne olduğunu ortaya koymaya ve
böylece gizli tarihi “yeniden” yazmaya çalışmak yerine her seferinde kazananın,
muvaffak olanın tarihinden bakarak anarşizmi olduğu gibi şimdi de post
teorileri dışlamaya çalışan bir marksizm var. Post teoriler ilk bakışta politik
bir program, dünyayı dönüştürmek için hazır bir rehber sunmayabilir ama içindeki
bir başka geleneğin sisteme yönelik eleştirisini en ileri noktasına kadar
taşıyıp, gücü ele geçirmeye dayalı siyasetin dayanaklarının altını oyuştur.
Bunu yaparak marksizmin bütün büyük iddialarını bir bir boşa çıkarıp günümüzün
alternatif küreselleşme hareketi ya da yeni toplumsal hareketler içinde yer
alan öznelliklerin, sürekli hareket halinde, kendini yenileyebilen, anti-otoriter,
hiyerarşi içermeyen örgütlenmelerinin önünü açmıştır.
Günümüzün sol radikal siyasi
atmosferine bakıldığında marksizmin yürüyen mücadelelere öneriler getirebilecek
somut bir siyasi gerçeklik olarak değil, kafaları o eski ezberlerle karıştırmak
için türlü retorik numaralar çeviren eski bir “tanıdık” söylem olarak ortalıkta
dolaştığını görüyoruz. Postmodenizmi eleştiren marksistlerin gördüklerini
sandıkları apolitizm, aşkın bir siyasal egemenlik yoluyla, devlet yoluyla,
parti yoluyla toplumu dönüştürmek isteyenlerin bilmediği bir yeni siyasal dilin
oluşmasıdır. Kendilerine tanıdık gelmeyeni böylece damgalarken baktıkları yer
akademinin duvarları arasındaki çalışmalar olunca, dışlananların kendilerini
bastıran dile başka bir dille karşı koymaya başladığını da haliyle göremiyorlar.
Hareketsiz zamanlarda
insanların elini kolunu bağlayıp siyasetten uzaklaşmalarına yola açan, post
teorilerin kafaları karıştırması değil, marksizmin her seferinde bireyi ezen
bir siyasal kültür geliştirmesi olabileceği nedense akla gelmiyor. Post
teoriler ve anarşizm, her ikisi de marksizmin eski ve yeni düşmanları olarak,
farklı biçimlerde ve giderek yolları kesişen çatallaşan bir pratikler boyunca
yeni siyasi öznelliklere doğru birlikte siyasileşmekteler.
İnsanların gerçekte
kapitalizme ya da modern yaşamın çeşitli varoluş biçimlerine karşı muhalefet
etmeyi bıraktığı da çoğunlukla marksizmin bir kurmacasıdır. İnsanlar marksizmin
şemsiyesi altındaki mücadele biçimlerini terk ettiklerinde mücadele
etmeyi terk ettikleri anlamına mı geliyor? Şimdi bir marksistin “ama biz sınıf
mücadelesinden bahsediyoruz ve insanlar sınıfsal mücadelesini terk ediyorlar”
dediğini duyar gibi oluyorum. Bu durumda tam da az önce bahsettiğim radikal
siyasetteki paradigmatik dönüşüm ve marksizmden kopuş sürecinin kolektif
siyasal öznelliklerden parçalı ve merkezi bir tema etrafında birleşmeden
birlikte var olabilen siyasal öznelliklere geçilmesine yol açtığını anarşistler
arasında da postmodern düşüncelerden bakanlar arasında kabul edilebildiğini
sandığım bir durum. Kolektif öznellikler olarak sınıf mücadelesi, devleti ele
geçirmek isteyen bir devrimci paradigmanın ürünüydü. Devleti ele geçirmek ya da
dönüştürmek istemeyen, tam tersine devletsiz bir ilişki biçimini, gündelik
hayat yapılarını, kültürü, yaşam deneyimlerini dönüştürerek toplumsal dönüşümü
daha geniş bir sahaya, tüm toplumsala yaymak isteyen bir siyaset biçimi ise
zaten bütünleştirici kolektif öznellikleri terk etmek anlamına gelecektir. [16]
Marksizmin anarşizm
karşısında, geçmişte ve şimdi de biçim değiştirerek devam eden tavrı ile
postmodern düşüncelere karşı süren tavrı arasındaki, farklı siyaset imkanlarına
kapıları kapatmak istemesinden kaynaklandığını düşündüğümüz sürekliliği bir çerçeve
halinde ortaya koymaya çalıştık. Bu sürekliliğin kendi düşünsel
temellerini her seferinde başa dönerek
yeniden kuran ve bu yüzden de zorunlu olarak kurucu öncüllerini aşamayan bir teoriden
kaynaklandığını söyleyebiliriz. Böyle bir teori, kendi iktidarını kurarken aynı
zamanda iktidarın teorisini de kuruyor.
Yeni bir siyasi dil
Bu yüzden de Modernlik
karşısındaki eleştiriler modern toplumu, kurumlarını, siyasi iktisadi yapılarını,
gündelik hayattaki çeşitli yönlerini eleştirirken bunları inşa eden felsefi
yapıları da yapıbozuma uğratarak mücadele sahasını genişletiyor. Bu artık
sadece modern kapitalizmin bünyesinde verilen bir mücadele olmakla kalmayıp
otoritenin, tahakküm ilişkilerinin, temsili siyasi yapıların, dışlama ve
kapatma mekanizmalarının ve dildeki iktidar ilişkilerinin kurucu köklerine
kadar geri gidiyor. Postfeministlerin bütün bir Batı felsefesinin tarihinin
yeniden yazılmasını talep etmeleri; eril olmayan bir yazı dili aramaları;
postkolonyal düşüncenin tarihin sömürgeci yazımının yerine avrupa-merkezci
olmayan bir yeniden yazımını talep etmesi; Foucault’nun soykütük çalışmalarıyla
kapatıcı kurumlarda özne inşa etme süreçlerine dair çalışmaları; Deleuze ve
Guattari’nin hiyerarşik olmayan bir ontoloji kurma çalışmaları... Hepsinde
ortak bir yan var: Hakikati tek bir kapsayıcı, tümdengelimsel sistem içine
toplayan anlatıları bozarak yerel hakikatleri açığa çıkarmak; tekil bir olayı aşkın
felsefi soyutlamalarla genellemelerle ele almak yerine onun ampirik
gerçekliğini göz ardı etmemek. Başka bir deyişle: her yerde yaşanan farklı
yaşam deneyimlerini ve toplumsal pratikleri tek bir teorik sistem içine
toparlayarak onu temsil ettiğini iddia eden büyük bir sistem yerine daha yerel,
daha parçalı, daha somut verilere dayanan ve her seferinde bakış açısını
yenilemeye, farklı açılardan bakabilmeye açık, kendi tespitlerinin kesinlikler
değil yorumlar olduğunu kabul edebilecek ve hepsinden önce Deleuze’ün Foucault
ile ilgili olarak söylediği gibi “başkaları adına konuşmanın utanç verici
birşey olduğunu”nu öğrenmekte olan bir dile, yeni teorilere gereksinimimiz
var. [17] Delezue’e göre böyle bir Teori,
“... tam anlamıyla bir alet edevat kutusu gibidir. Gösterenle hiç ilişkisi
yoktur... hizmet etmesi gerekir, işlemesi gerekir. Kendisi için değil. Bu
teoriden yararlanacak insanlar (başta teorisyenin kendisi olmak üzere –ki bu
durumda teorisyen olmaktan çıkar) yoksa teori hiçbir işe yaramaz. Ya da henüz
zamanı gelmemiş demektir. Bir teoriye geri dönülmez, başka teoriler yapılır
veya yapılacak başka teroiler vardır. ... Teori kendini bütünleştirmez, çoğalır
ve çoğaltır. Doğası gereği bütünleştirmeler gerçekleştiren iktidardır ... Teori
doğası gereği iktidar karşıtıdır”[18]
§
[1] Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bkz. Paul
Thomas, Marx ve Anarşistler, çev. Devrim Evci, Ütopya Yayınları, 2000.
Bir marksist olan Thomas’ın bu kapsamlı çalışması, Marx ile Stirner, Proudhon
ve Bakunin arasındaki entelektüel ve siyasal çatışmayı bütün ayrıntılarıyla
resmetmesiyle başka kaynaklarda da referans olarak verilir. Kitabın tümü
boyunca doktriner bir tutum almaktan çok her iki tarafın polemiklerindeki
hamaset tonuna kendisini kaptırmaksızın metinleri dikkatle inceler, sonunç
olarak yine Markx’ın tezlerini felsefi
düzeyde savunur. Ancak anarşistlerin eleştirilerinin hiç de yabana
atılamayacağını da en azından ortaya koyar. Tabii o kitapta söz konusu edilen
anarşizmin kaynakları arasında görülen düşünürler olduğundan ötürü bugün söz
konusu tartışmayı entelektüel düzeyde kimin kazandığı ya da kaybettiği çok da
önemli değil. Çünkü Thomas kitabını marksizmin gücünü henüz bu kadar
yitirmediği, Sovyet sisteminin de ayakta olduğu buna karşın anti-otoriter
nitelikli Yeni Sol’un etkinliğini yitirdiği sahneden çekildiği bir dönemde
yazmıştır (1980). Bu açıdan bakıldığında kitap aslında anti-otoriter sol
hareketin büyümesinin yarattığı tedirginliğin bir savunma mekanizması olarak da
görülebilir. Hem anarşistlerin tezlerini dikkate alan ama ‘son tahlilde’ onları
yanlışlayan bir tavır. Bu tür bir marksizm okumasının ortodoks ezberi bozduğu
açık. Ancak marksizmin otoriter dogmalarının tamamen sarsıldığı dönemlerde
anarşizmin ve anti-otoriter toplumsal muhalafet hareketinin getirilerini
içselleştirirken bunları manipüle etmek ya da yok saymak gibi bir eğilim
göstermesi de çok sık doğrulanan bir olgu.
[2] Çaşdaş marksizmin bazı temsilcilerinin kendileri
çizgilerini marksizm içinde tanımlamalarına rağmen Sovyetler Birliği deneyimini
marksizmin bir yozlaşması olarak gören heterodoks marksistler burada marjinal
kalıyor. Zaten kimi durumlarda kendilerini böylesi bir marksizmden iyice
ayırmak için daha farklı isimler tercih edebiliyorlar. Ancak yine de marksizm
denildiğinde devletçi sosyalizm, tek bir gövde içinde bütünleştirilmiş
hiyerarşik siyasi örgütlenmeler ve tek bir ana tema üzerinden yürüyen siyasi
programların dışında birşeyin anlaşılmasını sorunlu buluyorum. Marksizmin bu
olmadığını söylemek kötü niyet taşımıyorsa eğer, o halde iyi niyetli bir ana
akımdan sapma olsa gerek. Eğer Marks’ın Komünist Manifesto veya Paris
Komünü’nün başarıları ve hataları üzerine tezler koyduğu Fransa’da İç Savaş
gibi metinlerinde belirginleşen siyasal düşünceleri bu sözünü ettiğimiz
devletçi sosyalizm değilse, tam Ekim Devrimi’nin şafağında Lenin’in Devlet
ve Devrim’de özellikle bu iki kitaptaki tezleri alıp geliştirerek devletin
ele geçirilmesi teorisini, günün sorunlarıyla birlikte marksizmin kaynağına
bağlı kalarak somutlaştırması başka türlü nasıl açıklanabilir, Lenin’in
marksizmi çarpıtmasıyla mı?
[3] K. Marx F. Engels, Anarşizm Üzerine, çev.:
Sevim Belli, Sol Yayınları , Ankara, 1999.
[4] Alman İdeolojisi’nde Stirner sol Hegelciliğin
en uç örneği olarak ele alınır. Ne var ki Stirner’in aslında bir Hegelci değil
aydınlanma felsefesine, hümanizme, liberalizme, otoriter sosyalizme felsefi
itirazlar geliştiren, siyasi olarak bir çıkış gösteremese de Hegel’in aşkın
metafiziğinden bir çıkış yolu gösteren, böylece daha sonra Nietzsche, Delueze,
Foucault gibi düşünürleri önceden haber veren bir düşünür olduğuna dair yakın
dönemli tartışmalara da dikkat etmek gerekiyor. Bu konuda bkz: Saul Newman,
“Devlete Karşı Savaş: Stirner ve Deleuze’ün Anarşizmi” çev. Kürşad Kızıltuğ, Davetsiz
Misafir Dergisi, İlkbahar Yaz 2004, s. 70-76.; Saul Newman, “Stirner ve
Foucault: Post-Kantçı Bir Özgürlüğe Doğru” çev. Kürşad Kızıltuğ, Davetsiz
Misafir Dergisi, Sonbahar 2004, s. 62-69.;
Andrew Koch; “Max Stirner: The Last Hegelian or the First Poststructuralist” Anarchist Studies 5 (1997): 95-107.
[5]1 Bkz: Theodor Adorno & Herbert Marcuse, “Alman
Öğrenci Hareketi Üzerine bir Mektuplaşma”, Defter, çev.: Ahmet Doğukan,
yaz 1999, sayı: 37, 115-131.
[6] Neo-Marksizmin karmaşık özgürlükçü iddialarının
eleştirisi için bkz.: Murray Bookchin, “Neo-Marksizm, Bürokrasi ve Politik
Topluluk Üzerine”, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev.: Abdullah Yılmaz,
Ayrıntı Yayınları, 2000; alıntı s. 205.
[7] John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek,
çev.: Pelin Siral, İletişim Yayınları, 2003, s. 21.
[8] Örneğin Negri ve Hardt’ın küreselleşme karşıtı
harekete belli ölçüde yer ayıran Çokluk’ta anarşizmin yalnızca üç kez
geçmesi, çağdaş anarşist harekete ve yazarlara dair hiçbir araştırma yapmadan
ve anarşizmi temsil edici bir figür olarak Bakunin’in yazılarını kanıt
göstererek “...anarşistler de yeni bir demokrasi ya da temsil anlayışı önermeyi
başaramıyor” iddialarının hem de bir dipnotta geçiştirilmesi manidar. Bkz: M.
Hardt & A. Negri, Çokluk - İmparatorluk Çağında Savaş Ve Demokrasi,
çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 2004 s. 269.
[9] Bkz. Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşam
Tarzı Anarşizmi mi?, çev.: Deniz Aytaş, Kaos Yayınları, 1998. ve
“Komünalist Karar Anı”, çev.: Sezgin Ata, Toplumsal Ekoloji Üç Aylık
Politika ve Kültür Dergisi, Bahar 2002. Burada hemen altını çizmemiz
gerekir: Bookchin ve Zerzan’ı bir arada anan bu karşılaştırma her ikisinin de
benzer bir sistem kurduklarını iddia ettiğimiz imasını doğurmamalı. Zerzan’ın
gittikçe anti-demokratik, somut hayatın içindeki özgürlük imkanlarını
araştırmaktan kaçan soyut düşüncelerinin benimseyebileceğim herhangi bir yönü
yok. Oysa Bookchin’in söylediklerindeki çok önemli unsurları göz ardı etmek,
klasik anarşizmden günümüze şimdiye kadar çatılmış en gelişmiş ve sofistike anarşizmlerden
birinin özgürlükçü bir harekete katacaklarını ihmal etmek olur. Bookchin’in
sorunu bana göre kurduğu sistemin terimlerini Hegel-Marx çizgisindeki
diyalektik tarih felsefesi üzerine inşa ederek, eleştirisinde çok yol kat
ettiği modernliğin, aşkın düşünce geleneğinden tam anlamıyla kopamamış
olmasıdır. Bu yüzden de anarşizme yakınsayabilecek düşüncelere mesafe koyarken,
anarşizmin topumsal boyutunu vurgulamak adına onunla kan uyuşmazlığı içindeki
bir düşünce geleneğiyle irtibata devam eder. Oysa Kropotkinci anlamda eğer
komünist gelenek özgürlükçü ve devletçi komünizm geleneği olarak iki uzlaşmaz çizgide
akıyorsa, özgürlükçü bir komünizmin aşkın devlet egemenliğini tesis etmek için
formüle edilmiş Hegel-Marx ontolojisi ile bir alışverişi olmamalı.
[10] Bkz.: John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çev.:
Cemal Atila, Kaos Yayınları, 2000.
[11] Bu iddia aşırı bir atıp tutma gibi görünebileceğinden ötürü
bazı örnekler vermek gerek: Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in eserlerinin büyük
bölümü başka düşünce ve siyasetlerin eleştirisi üzerine kurulmuştu, bunu
eserleerin adına bakarak bile görebiliriz: Marx’ın 1843’de yazdığı Hegelci
Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, 1845’de Engels’le birlikte sol hegelci
çevrenin eleştirisi olarak yazılmış olan Kutsal Aile Ya Da Eleştirel
Eleştirinin Eleştirisi, 1845’te klasik Alman felsefesini, Ludwig
Feuerbach’ı, Sol Hegelcileri ve Max Stirner’i eleştirmek için yazdıkları Alman
İdeolojisi, Marx’ın 1846’da Proudhon’un Sefaletin Felsefesi adlı
kitabını eleştirmek için yazdığı Felsefenin Sefaleti, Marx’ın 1860’ta bu
kez Karl Vogt’u eleştirmek için yazdığı Bay Vogt. Marx ve Engels’in
bugün tüm düyada sosyalist hareketin amentüsü olarak okunan eserleri Komünist
Manifesto’nun ikinci yarısı da tamamen başka sosyalizm biçimlerinin
eleştirilerini içerir. Benzer şekilde Engels’de bu belagatli polemik yazınına
epey katkıda bulunmuştur. Bugün hâlâ diyalektik ve tarihsel temel düşüncelerinin
toplu bir kılavuzu gibi okunabilecek kadar kapsamlı bir kitap olan, ve kendi
tezlerini bir başkasının tezlerini eleştirirken ortaya koyan Anti-Duhring:
Bay Eugene Duhring Bilimi Altüst Ediyor (1878), Yeni Kantçıları ve
Hegelcileri eleştirirken diyalektik materyalizmin felsefesini ortaya koyan Ludwig
Feuerbach ve Klasik Alman Felesefesinin Sonu, ve Bakunin’e karşı yazdığı
polemik broşürler yazılar. Lenin için de durum son derece ateşli bir siyasi
boyut arzeder, gençlik dönemindeki bütün eserleri rus narodnik hareketinin
tezlerini eleştirmek için yazılmıştır. İkinci Enternasyonal’de Kautsky’nin,
Bernstein’in eleştirildiği Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Alman
komünistlerinin eleştirildiği Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Ernst
Mach ve Richard Avenarius gibi felsefecilerin düşüncelerinin Rus Sosyal
Demokrat İşçi Hareketi içinde yayılmasına karşı siyasi bir polemik olmayı
hedeflemiş olan Marksizm ve Ampiriokiritisizm... Ve başından beri bir
polemik yazın olarak şekillenen marksizm bugüne kadar bu tür sayısız örnek
vermiştir.
[12] David Riazanov, Marx ve Engels Hayat ve Eserlerine
Giriş, çev.: Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, 1990, s. 118.
[13]
Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, çev. Uygar Abacı, Literatür 2004.
[14] Konsey komünizmi ve 68 hareketinde bu tür düşüncelerin
yeniden canlanması konusunda fikir verici bir marksist çalışma olarak bkz:
Gilles Dauvé-François Martin, Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden
Ortaya Çıkışı, Çeviren: Bora Sarayova, Sel Yayınları – Mart 1999. Bu
kitabın tam metnine aynı zamanda şu internet adresinden de erişmek mümkün: http://www.geocities.com/CapitolHill/Lobby/3909/et/ Yazarların şu cümleleri devletçi parti
komünizmiyle aralarında ne kadar keskin bir yarık olduğunu ortaya koyuyor: “Ne
var ki, biz "komünist" ve "komünizm" sözcüklerini,
Ondokuzuncu ve Yirminci Yüzyıllarda Marx, Johan Most, William Morris, Sylvia
Pankhurst ve İspanya'daki anarşist-komünistlerin en radikal unsurlarının
kullandıkları anlamda ve onlarla bir tarihi devamlılık içinde kullanıyoruz.
Aynı zamanda biz, yirminci yüzyılda "komünist" adını alan kapitalist
partilerle hiçbir ortak yanımız olmadığını da netleştirmek istiyoruz. Bu
partiler ve devletler, dünyanın belli bölgelerinde, geleneksel Batı Avrupa tipi
burjuvazinin kendi görevini yerine getirmek için çok zayıf olması nedeniyle, kapitalist
ekonomiyi geliştirmenin araçları olmaktan başka hiçbir şey ifade etmezler. Bu
vesileyle, tüm Stalinist, Maoist, Marxist- Leninist, Troçkist ve Guevarist
partilere ve onların çanak yalayıcılarına karşı olduğumuzu ilan ediyoruz. Bize
göre komünizmin anlamı, ücretli emeği, tüm devletleri, tüm ulusları yıkmak ve
dünya çapında bir insan cemaati yaratmaktır.” Kitabın tanıtım metninden.
[15] Michel Foucault, Marx’tan Sonra, çev. Gökhan Aksay, Çiviyazıları
2004, s. 151-152.
[16] Modernist sol siyasetin krizi,e bunun kapitalizmin
geçirdiği değişimler ve toplumsal yapıdaki geçişlerle ilişkisi, yeni toplumsal
öznellikler ve sol radikal siyasetin geçirdiği değişimlere dair bir yaklaşım
için bkz: Yaşar Çabuklu, Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset, Kanat
Kitap, 2004.
[17] “Michel Foucault ve Gilles Deleuze arasında bir
konuşma / Entelektüeller ve İktidar”,
çev. Işık Ergüden, Varlık Dergisi Nisan 2000, s. 17. Aynı çeviri daha sonra
Michel Foucalt’nun Entelektüelin Siyasi İşlevi, çev. Işık Ergüden,
Ayrıntı Yayınları, 2000 içinde yayınlanmıştır. Ayrıca böyle bir dil arayışının
anarşist bir doğrultuda Türkçe’deki ilk örneği olarak bkz. Süreyyya Evren -
Rahmi G. Öğdül, Bağbozumları; Kültür, Politika ve Gündelik Hayat Üzerine,
Stüdyo İmge, Mart 2002.
[18] Foucault, a.g.y.