Siyahi, Sayı 9, Haziran-Eylül 2007
Kürşad
Kızıltuğ
Güncel
siyaset giderek ağır çatışmalara sahne oluyor. Bu çatışmaların birçok cephede
sürdüğü herkesçe gözleniyor. En çok teşhis edilen şeylerden birisi Türkiye’deki
iktidar bloğunun –küresel makro iktidar yapılarının yeniden yapılanmasının da zorlamasıyla–
bir yeniden yapılanma süreci içinde olduğu ve bu yapılanmanın oluşturucu
unsurlarının kayda değer bir süreden beri kendilerini yeniden tarif ettiği.
Devletin, siyasal rejimin ve toplumun geleceğinin belirlenme kavgasının
verildiği bu iktidar savaşında, taraflar arasında çalışan sınıfın, kadınların, Kürtlerin,
gençlerin, ezilenlerin, akla gelebilecek her türlü madunların taleplerinin yeri
yok. İktidar bloğu içindeki çatışmalar yalnızca bu alttakilerin manipülasyonunu
elden geldiğince etkin yöntemlerle sürdürmek suretiyle mevcut sorun öbeklerinin
idaresini sağlamaya çalışıyor. Bu idarenin devlet cephesinde statükoyu sürdürme
uğraşı verenler tarafındaki en belirgin manipülasyon aracını ise dizginlerinden
boşalmış bir milliyetçiliğin varyantları oluşturuyor. Bunda ilk bakışta yeni
bir şey yok belki. Yeni olan şey ülke nüfusunun son on yıllarda geçmiştekinden
kat kat daha siyasallaşmış olması. Siyaset artık devlet katında aşağıdakilerin temsilcilerinin
birbirleri arasında sürdürdükleri bir kavga olmaktan uzaklaşıp daha ziyade bütün
toplumsal satha yayılan, tüm insan ilişkilerini kesen bir genişleme sürecine
giriyor.
Peki,
bu bir sivilleşme midir? Siyasetin içine giderek daha fazla çekilen bu
kalabalıkların iktidar bloğunu kendi kontrolü altında tutma uğraşı veren istikrarlı
iktidar gruplaşmalarınca yönlendirildiğini, doğrudan doğruya devletçi dürtülerle
hareket ettirildiğini kabul etmek gerek. Bunu devletin alanının tüm sivil
topluma doğru yayılmaya başlaması olarak okuyabiliriz. Verilen kavgaların devletin
kontrolünden özerkleşmiş ve onun üzerinde demokratik anlamda baskı oluşturan
bir sivil alanı genişletmeyi ve radikal demokratik bir ufukla kalabalıkların
siyasetin icra edilişine katılımını sağlamayı içermediği aşikâr. Kalabalıklar,
bu sahnede, esas faillerin gereksindiği gücün neşet ettiği kaynak olarak yer
alıyor. Kendi dolaysız öznellikleri ve talepleriyle değil. Verili taraflarla,
yazılmış muhtemel senaryolar üzerinden saflar oluşuyor. Devletin derin
mekanizmalarından sivil toplumun bünyesine doğru, gizli veya açık, dolaylı veya
doğrudan kanallardan gerçekleştirilen manipülasyon zincirleri tüm toplumsal ilişkiler
ağını giderek daha fazla etkisi altına almakta.
Devlet
artık eskisi gibi üstte duran ve yukarıdan yöneten bir mekanizma değil.
Toplumun içinde onu aşağıdan, yeniden kuran bir mekanizma haline gelmekte. Hakim
olduğu fiziki coğrafyanın –ülke– üzerinde
konumlanan soyut, aşkın bir varlık olmak yerine somut, içkin bir güç olarak toplumsal
mekânın içine yayılmak ve daha fazla yerleşmek eğilimi gösteriyor. Yani
sivilleşmenin ve devleti küçültme iddialarının tam tersi bir eğilim. İnsan
gruplarının kendi içlerinde ve diğer gruplarla kurdukları ilişkilere,
geleneksel cemaatçi ilişkilerin yerini alan, hangi görüşe ve ideolojiye ait
olursa olsun modern devletçi ilişkiler şekil veriyor. Gündelik hayatlarımız da giderek
makro siyaset ile belirlenen bu kavgaların konusu haline geliyor.
Milliyetçilik,
belirli bir hakim millet kurgusu uyarınca birbiriyle özdeş kılınmış
kalabalıkların homojenize birliğini sağlamak –tüm çatışmaların üstünde bir
görünüm elde etmek– suretiyle kendi işleyişini mümkün kılmak isteyen organize
bir tahakküm aygıtı olan modern devletin olmazsa olmaz bir niteliğidir.
Milliyetçilik hayali bir birliği mümkün kılan, –devlet makinesinin parçaları
arasındaki sürtünmeyi azaltan– makine yağıdır. İktidar bloğunun içindeki
çatışan grupların verdiği hegemonya mücadelesinde milliyetçiliğin türlü
şekillere girip devamlı uyarlanması, yıpranan ideolojinin yeni kılıklarda
tazelenmesi güncel makro siyasetin tüm katılımcılarının vazgeçilmez taktiklerinden
birisi.
Bu
yüzden giderek alarm veren bir ruh haliyle, yalnızca devletçi ilişkiler ağının
parçası olmaktan kaçınır görünen liberal muhalifler değil aynı zamanda bu ağın
unsurları içindeki devlet yanlıları bile milliyetçiliğin aldığı, muhtemelen alacağı
ve alması gereken şekiller konusunda birbiriyle çatışan sayısız mülahaza ortaya
koyuyorlar. Bu tartışmanın dışında duran bir radikal solun geniş kesimi ise kendi
tartışma konusunu devletin ampirik niteliği
ve milliyetçiliğin muhtemel tehditleriyle sınırlamış durumda: ırkçılaşan
milliyetçi saldırganlık ya da aksak demokrasinin daha da kötürümleşmesi. İster
liberal ister radikal muhaliflerin tarafında en çok yapılan şey, milliyetçi
ideolojinin tüm varyantlarıyla teşhis ve teşhir edilmesi ve bundan hareketle
alarm ruh halinin zirvede tutulması. Ancak milliyetçiliğin bu sonu gelmez biçimde
yapısöküme uğratılmasında ve eleştirilmesinde giderek tıkanmakta olan bir
eğilim var. İktidar bloğunun çatışan taraflarının türlü eğilimlerinin, kaynaklarının,
hesaplarının, ilişkilerinin, devlet üzerinde hegemonya mücadelesi veren bu
grupların ne tür motivasyonlarla hareket ettiğinin gün be gün kaydının
tutulmasında sistemin sürekli olarak mercek altında tutulması ve teşhir
edilmesi kaygısının ötesinde bir beklentimiz olmalı.
Oysa
radikal sol muhalifler açısından sorunun devlet ilkesinin kendisini sorgulamak olması
gerektiğini düşünüyoruz. Devletin varlık gerekçesini milletin birliği ve toprak
üstünde egemenliğine dayaması gerçeği devletin tartışılmasını içermeyen bir
milliyetçilik tartışmasını hükümsüz kılmaya mecburdur. Bununla yapılabilecek en
ehven şey sokak faşizminin önünü kesecek bir bilinç açıklığı sağlamaktır --o da
tutarsa. Örneğin sosyal demokrasi konusunu ya da “ulusalcık” ya da “ulusalcı
sol” konusunu tartışan radikal solcuların ana argümanlarına baktığımızda hep bu
tıkanmayı görüyoruz: sorun “bu artık lafta kalmış solun” tesiri altındaki
kitleleri milliyetçiliğin yalanlarından kurtarıp sosyal demokrasinin aslına
rücu etmesini sağlamak şeklinde tarif ediliyor ne yazık ki. Oysa bugünkü
anlamıyla sosyal demokrasinin doğuşu, yirminci yüzyılın başlarında sosyalistler
içinde yaşanan büyük bir ayrışmadan ileri geliyor. Dönemin sosyalistleri
arasında yaşanan bir reformculuk ve devrimcilik yol ayrışması aynı zamanda
sosyal demokratlarla komünistler şekline bürünmüş ve bu ayrışmada Alman Sosyal
Demokratları Birinci Dünya Savaşı’nda işçi sınıfının milli burjuvazinin safında
yer alması gerektiğini benimseyerek kısa süre sonra yaşanacak olan 1919 Alman
Devrimi’nin yenilgiye uğratılmasında da baş aktör olmuşlardır. Komünistlerce
bir daha hiç unutulmayacak olan bu siyasal ihanet salt bir stratejik ayrışmanın
ötesinde bir safını seçme meselesi de olduğundan ötürü, o tarihten bu tarihe
gerçekte sosyal demokrasi zaten hep aslına rücu eder. Bu anlamda bazı radikal
solcuların ve sosyalistlerin sosyal demokrasiyi hizaya çekmek istemesindeki iyi
niyet, anlamlı tarihsel kopuşların belirginleştirdiği siyasal ayrışmalar
arasındaki derin farkları silikleştirmek istemek şeklinde de yorumlanabilir.
Bu
tür yaklaşımların, devlet, ülke ve toplumun, muktedirlerin zihniyetlerinde
kapladığı alanla radikal sol muhaliflerin büyük kısmının zihninde kapladığı
alan arasında şaşırtıcı bir örtüşme olmasından kaynaklandığını iddia edeceğim...
Yani
meselelere bakış açıları ne kadar farklı olsa da makro siyasete dair sözü
olanların en büyük çoğunluğu açısından meselenin özü, devletin ampirik niteliği
ve güncel makro siyasetin gidişatı üzerinden devletin içeriğini değiştirip
dönüştürmeye zorlamak ya da halkı buna ikna etmektir. (Ne de olsa devlet
iktidarını ele geçirerek toplumu dönüştürmeye niyetlenmiş bir devrimci
programın tüm inandırıcılığı ve meşruiyeti sarsılmış durumda.) Bu bakış
siyasetin hep makro siyaset olarak kavranmasından ileri geliyor. Radikal solun
neredeyse daimi olarak güncel siyaset değerlendirmeleriyle kendisini
sınırlaması, sürekli bu ampirizmle malul olması, güncel siyaset karşısında
devlet ötesi bir siyasal ufuk ortaya koymamasından, koymak istememesinden ileri
geliyor.
Devlet
ilkesinin kendisini sorgulayan ve içine battığı “reel politik” tartışmaların
körelticiliğinden sıyrılan bir radikal sol bakış (günceli takip etmeyi sürdürse
de) güncel makro siyaset analizlerinin labirentlerinde çaresizce dolaşmak
yerine kendisini ütopyacı bir tasavvura verme eğilimi gösterecektir/göstermektedir.
Ütopyacılık burada yaygın pejoratif anlamıyla ayağını yere basmayan hayalcilik
olarak değil, imgelemindeki toplumu gerçekleştirme mücadelesini şimdi ve burada
veren bir dönüştürücü pratiğe girişmek olarak anlaşılmalı. Ancak eskinin
ütopyacılığı ile şimdiki arasında bir ayrım çizmeye ihtiyaç var: bu ayrım
siyasetin icra edileceği mekân sorunu ya da siyasetin ölçeği ve hedefi
sorunudur aynı zamanda. Eğer siyasal mücadeleler hep eski solda olduğu gibi
makro siyasal mücadeleler olarak kavranırsa siyasetin ölçeği (örgütlenmeleriniz
ne kadar yerel olursa olsun) söyleminden ötürü ulus-devlet olacaktır. Bu
durumda siyasal örgütlenmenizin coğrafyası da ulus-devletin coğrafyası ya da
ülke, hitap ettiğiniz toplum ise ülkenin tüm nüfusu ya da halk ya da millet ya
da o milletin bir alt grubu olan sınıf (ama milli-sınıf: Türkiye İşçi Sınıfı
gibi) olmak zorunda kalır.
Buna
karşın devletçi ilişkiler ağının, mevcut iktidar bloğunun, bu devletçi
şebekenin parçası, tarafı, payandası olmayacak bir radikal özgürlükçü siyaset
ise kendi siyasal mekân tasavvurunu, siyasetin icra edileceği coğrafya tanımını
iki yönde dönüştürmek durumunda: ulus ötesi ve ulus altı. Devrimci bir
toplumsal dönüşüm / tarihsel dönüşüm fikrine bağlı kalan devrimci siyasetler,
“toplumun tümünü” dönüştürmeye aday merkezi örgütlenmeler üzerinden hareket
ederler. Böyle bir bakış açısının toplumun dönüşümünün ancak devlet eliyle
gerçekleşecek bir tarihsel proje olarak idrak edilmesi söz konusudur –dolayısıyla
toplumsal mücadelenin eylem coğrafyası ‘ülke’dir. Bu aslında soyut bir kavram
halini alır çünkü sürdürülen örgütlenme mücadelesi ülkeye özgülenince fiilen
ülkenin vatandaşlarına ve hatta ulus-devletin tanım aralığına sıkışmış bir
nüfusa –millete– göre koyutlanmış bir siyaset kalır bundan geriye. Buradan
devrimci milliyetçiliği onaylamaya ya da milliyetçiliğin “ilerici ve gerici
alternatifleri” barındırdığı düşüncesine geçiş için sadece güncel
makro-siyasete ayak uydurmak yeterlidir. Ve bu ayak, makro siyasetin yürüyüş
ritmine öyle bir uyar ki günü gelir saf milliyetçilerle el ele sosyalistler
türlü ırkçılık biçimlerinin dahi işbirlikçisi olurlar. Özellikle de sol
anti-semitizm, Avrupa’daki işçi hareketleri içindeki milliyetçilikler[1],
Sovyetler Birliği’nin Rus olmayan nüfusuna yönelik uygulamaları, ulus-devlet
sınırları dahilindeki bir devrimci mücadelenin anti-emperyalizm[2] söylemi üzerinden yabancı düşmanlığına omuz
verecek kadar dışarıdan gelene karşı milliyetçileşmesi, Türkiye’de son dönemin
nasyonal-sosyalist söylemleriyle kendilerini en gerçek sosyalist sol diye
yutturmaya çalışan ırkçılar[3] ve
onların Sol-Kemalist diğer koalisyon ortaklarına ve son olarak da Latin
Amerika’daki Bolivarcı sosyalizmlerin “millici” uygulamalarına bakıldığında
sorunun hep ulus-devleti toplumsal dönüşümün aleti olarak gören makro-politik
devrimci projeler olduğunu görürüz.
Kültürleri,
bölgesel, etnik, milli ve dini ayrımları özgülleştirerek sabitleştiren ve bunu
siyasetinin eleştiri hedefi haline getiren bir siyasetin öncelikle
ulus-devletin nüfus politikalarının cebrî ve yalana dayalı uygulamalarının (Ermeni
Soykırımı, Bulgar-Rum Nüfus Mübadeleleri, Kürtlerin zorunlu iskan edilmesi vb.)
bir imalatı olan coğrafi kurguları işlevsiz bırakacak bir bakış açısına ihtiyaç
var. Bu bakış açısı artık toplum dendiğinde modernliğin ve ulus-devletin
yarattığı millet kurgusunu göz önünde bulundurmayacağı için toplumsal dönüşüm
dendiğinde de bu ölçekten olaylara bakmayacaktır. Çünkü bu ölçek öncelikle
soyutlamaların ötesindeki somut insanın yaşadığı yerden kaynaklanan somut
sorunlarına, merkezi iktidarın yerel düzeydeki tezahürlerine ve yerel mikro
iktidar ilişkilerine duyarsızdır. Aynı zamanda bu ölçek koyduğu coğrafi ve
kültürel sınırlar nedeniyle farklı yerlerde farklı kültürlerde ve mekânlarda
yaşayanların birbiriyle diyaloğa girebilmesi önünde de bir bariyer oluşturur ve
onu evrenselcilik yanılsamasında sözüm ona ötekiyle dayanışmaya sokar
enternasyonalizm ismi altında. Bu dayanışma temsili olmanın ötesinde hiçbir
somut alışveriş içermez oysa.
Toplumsal
mekân tasavvurumuz yalnızca fiziki coğrafyanın bir karşılığı olacak anlamda mekânlara
göre oluşturulacak olursa bu bizi salt yerelciliğe ve hatta yerellik
fetişizmine de itebilir. Ancak toplumsal mekân, birbiriyle ilişki içinde pek
çok toplumsallaşma biçiminin ve karmaşık iktidar şebekelerinin ilişkisi olarak
düşünülürse o zaman her bir sorun öbeği, etrafında farklı insan
kümelenmelerinin oluşacağı bir kovuk haline gelip o insanları eşitlikçi bir
biçimde içine alacaktır. Bu kovuk, sorunlarına somut çözümler öneren ve
alternatif dünya tasavvurları ile hareket eden radikal muhaliflerin giderek
genişleteceği ve iktidar düğümlerinden birini yırtmaya başlayacağı yeni bir
toplumsal mekân haline gelecektir.
İktidarın
geleneksel makro devrimci politikalardaki gibi merkezi kavranışından merkezsiz
olarak kavranışına geçiş anarşizmin ilk döneminden bugüne kadar mekâna,
yerelliğe ve coğrafyaya verdiği önemin başlıca nedenidir. Gelecekte
gerçekleşecek bir büyük dünya tarihsel ütopya fikrinden hoşnut olmayan anarşizm
somut siyaset önerilerini gündelik hayat içindeki iktidar ilişkilerini
dönüştürmek ve toplumsal yaşamın her veçhesine yönelik somut mikro politikalar
önermekle günümüzdeki ağsal politik pratikleri önceden haber vermiştir.[4] Ortak
dertlerine çareler aramak gibi bir ortaklıkları olması dışında hiçbir kimlik
temelli özdeşleşme derdinde olmayan somut insanların, somut toplumsal sorunlar
etrafında, çözüm üretici örgütlenmeler ortaya koyacakları bir pratik siyaset,
günümüzde insanları kimlik çatışmalarından çıkaracak bir yaklaşıma imkân
veriyor. Bu tür pratikler doğası gereği insanların aktif katılımına ihtiyaç
duyar ve temsiliyeti ve hiyerarşiyi dışlar.
Toplumsal
dönüşümün konusu devletin iktidarını ele geçirmekten uzaklaşıp tüm hayat
alanlarına içine alacak denli genişlediğinde toplumsal mücadelelerin mekânı
insanın yaşadığı her yer haline gelecek ve her yerdeki mücadelelerin birbiriyle
haberleşme, kültürel alışveriş, deneyim aktarımı, dayanışma gibi meziyetlere
sahip minörlükler çokluğunun icra ettiği bir yataylık/ufkîlik (horizontalism) siyaseti halini
alacaktır.
[1] Bkz. Carl Levy, Avrupa'da Anarşizm, Enternasyonalizm
ve Ulusçuluk: 1860-1939, , Siyahi
Dergisi, Sayı: 6 Kasım Aralık 2005, s. 44-51.
[2] Emperyalizme karşı çıkmak, kapitalizme karşı çıkmanın
güncel ifadesi olarak görüldüğü sürece gerçekten anti-kapitalist olmak mümkün
görülmüyor. Zira emperyalizme karşı çıkmanın, kalkınmacı-modernleşmeci bir
“sol” programdan öte bir şey olmadığı sayısız deneyle defalarca kanıtlandı.
Bugün bu söylemde ısrar edenler yalnızca sağ milliyetçi ve İslamcı siyasi
çizgiler. Bu nedenle artık anti-emperyalizm söyleminin devrimci değil
kesinlikle gerici, sağcı muhafazakâr bir siyasi çizgiye hizmet ettiği
görülmediği sürece Maoculuktan, Kemalizme, Sultan Galiyevcilikten ırkçılığa,
oradan da en sonunda etnik saflık anlayışına giden yol anlaşılamaz hale gelir.
Milliyetçilikle sosyalizmin çarpık ilişkilerinin kökeni esasında 1.
Enternasyonale kadar gider. Özellikle bu konularda Bakunin’in Marx’a yaptığı
uyarılara kulak tıkanması ve daha sonrasında sosyalizmin bir kalkınmacı
modernleşme projesi olarak üçüncü dünya ülkelerinde hayat bulması gibi
gerçekler her ülkede ciddi sorunlara yol açmıştır. Türkiye solunda milliciliğin
hep yaşayan bir damar olarak başından beri var olduğunu görmek açısından şu
yazı çok çarpıcı: Suavi Aydın, “Milli Demokratik Devrim”den “Ulusal Sol”a Türk
Solunda Özgücü Eğilim. Toplum ve Bilim, Birikim Yayınları, Sayı: 78, Güz 1998,
ss 59-89. Emperyalizm konusundaki bilinç çarpıklığının nasıl en sonunda
anti-emperyalizmin sağcı bir içerik kazanmasına yol açtığı konusunda bkz. Kerem
Ünüvar, “Türk Solunun Türk sağına armağanı: Anti-Emperyalizm”, Birikim Dergisi,
Şubat 2007, Sayı: 214, ss, 106-112. Bundan daha öteye
giden bir analizi yaparak zaten anti-emperyalizmin sola sağdan iltihak etmiş
bir nosyon olduğunu ortaya koyan bir yazı için bkz. Süreyyya Evren, “Türk Sağı
Anti-emperyalizmini Geri Alıyor!” - Birgün Gazetesi, 1 Nisan 2006. internet: http://sureyyyabirgun.blogspot.com/2007/04/trk-sa-anti-emperyalizmini-geri-alyor.html
[3] Sağ ve sol ırkçılığa ve
bugüne has bu nasyonal sosyalizme karşı çıkmanın yolu, sadece onun
belirtilerini kaynaklarını teşhis ve teşhir etmek değil, radikal solun kendi
bünyesinde yaşatmaya devam ettiği her türlü aşkın, otoriter yapıya dayalı
örgütlenme modelini ve bunu temellendiren felsefi kavrayışların da terkinden
geçiyor. Ya da başka bir deyişle bugünün radikal aktivizminin söylemiyle
"yataylık/ufkîlik siyasetinden" geçiyor.
[4] “Anarşizm ve Postmodernizmin Mekân Siyaseti” isimli
yazısında Nicholas Spencer, merkezsiz, temsiliyetin yok edildiği, otorite ve
devlet karşıtı bir siyaseti savunmak ve tarihten ziyade mekâna ve coğrafyaya
önem vermek açısından anarşist düşünce, situasyonistler ve postmodern düşünce
arasında bir süreklilik olduğunu söylerken aslında günümüz siyasetinin giderek
yeni öznellikler ve mekânsal temelli bir minör politikaya geçişini
öngörmüştü. Nicholas Spencer, “Anarşizm
ve Postmodernizmin Mekân Siyaseti” çev. Erden Kosova, Başka Bir Dünya Mümkün,
Haz. Süreyyya Evren ve Rahmi G. Öğdül, İstanbul: Stüdyo İmge, 2002, ss.
200-209. Simon Tormey, tek bir dünya tasavvuruna dayalı klasik anarşist,
sosyalist, ilkelci, ekolojist, radikal demokratik projelerin, modernliğin ilk
safhalarından bu yana dünyanın daha iyi bir dünya lehine dönüştürülmesi
gerekliliği fikri üzerine temellenen bir radikal imgelemden kaynaklandığını
söyler. Bu ütopya dünyası imgeleminin
yerini alacak bir başka imgelem ütopya
mekânları ise buna bitişerek bu imgelemi dönüştürmüş ve eleştiriye
açmıştır. Ütopya mekânları imgelemi
Dünya Sosyal Forumu ve diğer aktivist hareketlerde karşımıza çıkan alternatif
projelerle ve Zapatist hareketteki önemli olanın yeni bir dünya değil ‘bütün
dünyaların mümkün olduğu, herkesin kendi rüyasını yaşayabildiği bir mekân
yaratmak olduğu anlayışında görüldüğünü anlatır. Simon Tormey, “Ütopya
Dünyalarından Ütopya Mekânlarına”, çev. Erden Kosova ve Yüksel Tür, Siyahi Dergisi, Sayı:6 Kasım Aralık
2005, s. 58-66.