29 Haziran 2007 Cuma

Irkçılıklar el ele verirken


Irkçılığın gündelik kültürel pratiklere saklı sinik doğasını apaçık saldırgan ırkçılıktan ayırt etmek gerekirken birincisinin bu ikinci tip ırkçılığın kolayca büyüyebileceği toprağı olduğunu belirtmeli. Karşımıza çıkacak en yaygın kanı, birincisinin ırkçılık değil önyargı, ikincisinin de aşırı milliyetçilik olduğunu söyleyen ve bu aşırı milliyetçiliğin sadece faşizan hedefleri olan örgütlenmelere içrek bir ırkçılık veya kafatasçılıktan türediği, ne var ki halkın bunlara mesafeli durduğu iddiasıdır.
Sıradan gündelik konuşmalarda, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu veya bugün Türkiye nüfusunun mevcut Türk tanım(lar)ı dışında kalan etnik unsurlardan –Bulgarlar, Yahudiler, Rumlar, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Farslar, Lazlar, Gürcüler, Çingeneler, Çerkezler, Arnavutlar, “Arap Bacı” stereotipi ile karşımıza çıkan Afrika kökenliler gibi– söz açıldı mı çoğu zaman derhal ırkçı önyargıların ürünü olan, adı geçen topluluğu şu ya da bu “özelliği” üzerinden aşağılayan ya da tersine hoşgörülü bir mesafeyle karşısındakine yerini bildiren, Türk’ün saflığını, ayrıksılığını vurgulamadan geçmeyen, gündelik hayata içkin bayağı ırkçılıklarla karşılaşabiliriz. Karadeniz fıkralarındaki aptal Karadenizli stereotiplerinde, “Ermeni tohumu”, “Rum dölü”, “Moskof uşağı”, “Çingene çalar Kürt oynar”, “Acem palavrası”, “Pinti/paragöz Yahudi”, “ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü”, “Esmer Vatandaş” gibi ilk aklımıza gelen ifadelerde saklı etnik göndermeli ırkçılıkların ve kültürcü önyargıların gündelik konuşmalarda ne kadar kolaylıkla sarf edildiklerini düşündüğümüzde, bunların daha rafine ırkçılıkların politik programları açısından hep kullanıma hazır malzeme olduğunu yadsımak kolay mı? Ya da bunları folklorik bir çeşni olarak sayıp sıradan hayatın içindeki önemsiz, tehdit sayılmayacak vasatlar olarak göz ardı mı etmeliyiz? Bu insanlar bu coğrafyaya ait değilmiş ve buradan gittikleri ya da etnik kökenlerini alınlarında bir damga gibi taşıyarak susup oturdukları takdirde Türklüğümüzün vicdanını rahatlatacak misafirler gibi telakki edilir. Bu ırkçılıkların gayri-Müslimlere yönelik türevleri, Osmanlı imparatorluk mirasının devamcısı esas ev sahibinin misafirperver hoşgörüsüyle “azınlıklaştırdıklarını” ağırlar gibi yapar. Müslüman olup etnik anlamda Türk olmayana ise daha bizden birileri olarak yaklaşır, kendi farklılığını beyan etmeyip Türklüğünü kanıtladığı taktirde –meşhur mozaik ve mermer metaforlarını hatırlayalım– onu da kendinden bilip öylece bağrına basar.
Irkçılığın yönü bağlama göre, “içimizdeki öteki”nden “dışımızdaki öteki”ne de yönelebilir: Balkan halklarından birisine, Ruslara, Amerikalılara ya da Avrupa’daki herhangi bir topluma. Bunlar gündelik pratiklerin “sıradan”, fark edilmeden geçilen ırkçı önyargılarıdır. Kimi ırkçılıklar ise kurumsaldır. Uzun tarihsel geçmişleri vardır. Devlet politikalarının ya da siyasal arenadaki söz sahiplerinin diri tutmalarıyla beslenir, büyütülür. Belirli bir siyasal programları vardır ve o programın maksadına göre dolaşıma sokulurlar. Konjonktürel olarak bu ırkçılıklardan bazıları başka ırkçılıkların güçlendirilmesi için yeniden işlenir ve işlevlendirilir. Kültürde hazır hammade halinde, yüzergezer şekilde depolanmış olarak bulunan önyargılar ve saklı ırkçılıklar, ihtiyaca uygun “maddi verilerle” desteklenerek daha gerekçelendirilmiş bir düşmanlık için kurgulanır ve sahici bir hedefe yönlendirilerek tekrar işlevselleştirilir. Örneğin Osmanlı’nın modernleşme süreçlerinde, ‘Millet-i Hakime’nin boyunduruğundan kurtulmak için bir bir ayaklanan milletleşme sürecindeki tabi halklar karşısında yürürlüğe giren Türk milliyetçiliği programı, etnik farklılıkları çeşitli nüfus politikalarıyla saf dışı bırakmak için mevcut kültürel düşmanlıkları işleyip geliştirirken bu türden bir işlevselleştirmeye başvurdu. Benzer süreçleri erken cumhuriyet dönemindeki Türkleştirme politikalarında ve günümüzde de görüyoruz. Türkleştirme –farklılıkların arındırılması veya aynılaştırılması– programlarından başarıya ulaşanlar öncelikle gayri-Müslimlere yönelik olanlarıdır bilindiği gibi. Ancak bu programlar her ne kadar başarıya ulaşıp geriye sadece “azınlıklar” bırakılmış olsa da bu azınlıklara karşı kültürel bellekte sürekli diri tutulan yerleşik önyargılar ve ırkçılıklar günün ihtiyaçlarına göre farklı misyonlar için de kullanılabilir: iki medya grubu arasındaki savaşta taraflardan birinin diğerinin sahibine Rum tohumu demesinde ya da PKK liderinin menşeine dair Ermeni olduğu iddiasında görüldüğü gibi, belirli bir konjonktürde dışlanan bir tarafın daha evvelki kabul görmüş bir ırkçılığın –ermeni düşmanlığının– desteğini alarak kuvvetlendirilmesine yarayabilir. Yahut “ulusalcı sol”un ve miliyetçilerin elbirliği ederek devletin bünyesinden Türk-olmayanı temizleyerek yüzde yüz saf milli sermaye yaratma programında olduğu gibi, devletin içinde bulunduğu tüm müşkül durumlarla bir takım gizli mason örgütlerinin ve Sabetaycıların ilişkili olduğunu kanıtlamaya yönelik “bilimsel” köken araştırması çabalarıyla yan yana yürüyen, Kürtlerin demokratik taleplerinin kaynağını ABD ve İsrail’in Ortadoğudaki hesaplarına adresleyen formüllerdeki gibi yine yaygın bir ırkçılık çeşidi olan anti-semitizm başka ırkçılıkların alt metni haline getirilebilir. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle sorunlarını tartışırken –I. Dünya Savaşında bizi emperyalizme satan Araplar suçlamasından beslenen– Arap nefreti, modernleşme sürecinde Arap kültüründen kalma ne varsa ondan kurtulmak isteyen cumhuriyetçi elitizmle el ele tarihsel bellekten çağırılır ve 11 Eylül sonrasında yükselen batı kaynaklı Müslüman-Ortadoğulu nefretiyle harmanlanarak İslamcı tehdit algısının payandasına dönüştürülür. Bunun gibi, Haçlı seferleri, İngiliz ve Fransız emperyalizmleri gibi tarihsel geçmişlerle ilişkilendirilen Hıristiyan-Batı düşmanlığı Avrupa Birliği’nin yaptırımları ve dayatmaları karşısında tazelenerek sıradan dile “Haçlı Zihniyeti” yahut da “Sevr’i hortlatmak” şeklinde tercüme edilebilir. Birçok örnekleri verilebileceği gibi kültürel belleğe içkin ve kend, doğuşuna yol açmış çatışmaların tarihsel bağlamından artık kopmuş bulunan kültürel önyargılarla saklı ırkçılıkları tazelemeksizin hiçbir milliyetçi program kendi sakil popülist dilini kuramaz. Bu yüzden “birleştirici”, “evrensel değerlere bağlı”, “yurt sevgisi” esaslı “ırkçı olmayan!” bir milliyetçilik oluşturma hayali, milliyetçiliği bağrında hep saklı tuttuğu ırkçılıktan özenle ayırmaya çalışırken yerleşik kültürel önyargılara toslar ve kazanan daha ziyade popülist milliyetçilik olur.
Irkçılık karşıtlığının tutarlı kalabilmesi için tüm ırkçılıklar arasındaki bu geçişliliği göz önünde bulundurarak her türlü ırkçılığa –ve onun kadar sınıfsal, cinsel, kültürel, modernist ayrımcılık ve dışlamalara da– karşı sürekli bir uyanıklık halinde olmak elzemdir. Hrant Dink’in katledilmesiyle ayyuka çıkan Ermeni düşmanlığına dikkatleri çevirirken bununla işbirliği halindeki Batı-Hıristiyan karşıtı önyargılardan; sosyalistlerden İslamcılara ve faşist milliyetçilere kadar en geniş siyasi yelpazeyi kaplayan Yahudi düşmanlığından; ağırlıklı olarak modernist önyargıların ürünü olan Arap nefretinden; şiddeti ve “terörü” eleştiriyor görüntüsü altında bir ırkçılığı giderek büyüten Kürt düşmanlığından; Kıbrıs sorunu her gerildiğinde yeniden tırmanan ve “Trabzon’da Pontus Devleti kurmak istiyorlar”, “İstanbul’u tekrar almak istiyorlar” paranoyası ile beslenen Rum-Yunan düşmanlığından ve bunlar arasındaki işbirliklerinden bahsetmeyen bir ırkçılık karşıtlığı yarım ağızlı kalmaya yazgılıdır. Irkçılık, hayali kurgulara dayanır ve tutarsız olması onun için sorun değildir. Ama ırkçılık karşıtlığı her türlü ırkçılık ve milliyetçilikleri karşısına alarak tutarlı olmadığında politik doğruculuğun gayri samimi bir jesti olarak sınırlı kalabilir.

29 Haziran 2007 Birgün

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...