Irkçılığın gündelik kültürel
pratiklere saklı sinik doğasını apaçık saldırgan ırkçılıktan ayırt etmek
gerekirken birincisinin bu ikinci tip ırkçılığın kolayca büyüyebileceği toprağı
olduğunu belirtmeli. Karşımıza çıkacak en yaygın kanı, birincisinin ırkçılık
değil önyargı, ikincisinin de aşırı milliyetçilik olduğunu söyleyen ve bu aşırı
milliyetçiliğin sadece faşizan hedefleri olan örgütlenmelere içrek bir ırkçılık
veya kafatasçılıktan türediği, ne var ki halkın bunlara mesafeli durduğu iddiasıdır.
Sıradan gündelik konuşmalarda, geçmişte
Osmanlı İmparatorluğu veya bugün Türkiye nüfusunun mevcut Türk tanım(lar)ı
dışında kalan etnik unsurlardan –Bulgarlar, Yahudiler, Rumlar, Kürtler, Araplar,
Ermeniler, Farslar, Lazlar, Gürcüler, Çingeneler, Çerkezler, Arnavutlar, “Arap
Bacı” stereotipi ile karşımıza çıkan Afrika kökenliler gibi– söz açıldı mı çoğu
zaman derhal ırkçı önyargıların ürünü olan, adı geçen topluluğu şu ya da bu “özelliği”
üzerinden aşağılayan ya da tersine hoşgörülü bir mesafeyle karşısındakine
yerini bildiren, Türk’ün saflığını, ayrıksılığını vurgulamadan geçmeyen, gündelik
hayata içkin bayağı ırkçılıklarla karşılaşabiliriz. Karadeniz fıkralarındaki
aptal Karadenizli stereotiplerinde, “Ermeni tohumu”, “Rum dölü”, “Moskof
uşağı”, “Çingene çalar Kürt oynar”, “Acem palavrası”, “Pinti/paragöz Yahudi”,
“ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü”, “Esmer Vatandaş” gibi ilk aklımıza gelen
ifadelerde saklı etnik göndermeli ırkçılıkların ve kültürcü önyargıların
gündelik konuşmalarda ne kadar kolaylıkla sarf edildiklerini düşündüğümüzde,
bunların daha rafine ırkçılıkların politik programları açısından hep kullanıma
hazır malzeme olduğunu yadsımak kolay mı? Ya da bunları folklorik bir çeşni
olarak sayıp sıradan hayatın içindeki önemsiz, tehdit sayılmayacak vasatlar
olarak göz ardı mı etmeliyiz? Bu insanlar bu coğrafyaya ait değilmiş ve buradan
gittikleri ya da etnik kökenlerini alınlarında bir damga gibi taşıyarak susup
oturdukları takdirde Türklüğümüzün vicdanını rahatlatacak misafirler gibi
telakki edilir. Bu ırkçılıkların gayri-Müslimlere yönelik türevleri, Osmanlı imparatorluk
mirasının devamcısı esas ev sahibinin misafirperver hoşgörüsüyle “azınlıklaştırdıklarını”
ağırlar gibi yapar. Müslüman olup etnik anlamda Türk olmayana ise daha bizden
birileri olarak yaklaşır, kendi farklılığını beyan etmeyip Türklüğünü
kanıtladığı taktirde –meşhur mozaik ve mermer metaforlarını hatırlayalım– onu
da kendinden bilip öylece bağrına basar.
Irkçılığın yönü bağlama göre,
“içimizdeki öteki”nden “dışımızdaki öteki”ne de yönelebilir: Balkan
halklarından birisine, Ruslara, Amerikalılara ya da Avrupa’daki herhangi bir
topluma. Bunlar gündelik pratiklerin “sıradan”, fark edilmeden geçilen ırkçı
önyargılarıdır. Kimi ırkçılıklar ise kurumsaldır. Uzun tarihsel geçmişleri
vardır. Devlet politikalarının ya da siyasal arenadaki söz sahiplerinin diri
tutmalarıyla beslenir, büyütülür. Belirli bir siyasal programları vardır ve o
programın maksadına göre dolaşıma sokulurlar. Konjonktürel olarak bu
ırkçılıklardan bazıları başka ırkçılıkların güçlendirilmesi için yeniden işlenir
ve işlevlendirilir. Kültürde hazır hammade halinde, yüzergezer şekilde
depolanmış olarak bulunan önyargılar ve saklı ırkçılıklar, ihtiyaca uygun
“maddi verilerle” desteklenerek daha gerekçelendirilmiş bir düşmanlık için
kurgulanır ve sahici bir hedefe yönlendirilerek tekrar işlevselleştirilir. Örneğin
Osmanlı’nın modernleşme süreçlerinde, ‘Millet-i Hakime’nin boyunduruğundan
kurtulmak için bir bir ayaklanan milletleşme sürecindeki tabi halklar karşısında
yürürlüğe giren Türk milliyetçiliği programı, etnik farklılıkları çeşitli nüfus
politikalarıyla saf dışı bırakmak için mevcut kültürel düşmanlıkları işleyip
geliştirirken bu türden bir işlevselleştirmeye başvurdu. Benzer süreçleri erken
cumhuriyet dönemindeki Türkleştirme politikalarında ve günümüzde de görüyoruz.
Türkleştirme –farklılıkların arındırılması veya aynılaştırılması– programlarından
başarıya ulaşanlar öncelikle gayri-Müslimlere yönelik olanlarıdır bilindiği
gibi. Ancak bu programlar her ne kadar başarıya ulaşıp geriye sadece “azınlıklar”
bırakılmış olsa da bu azınlıklara karşı kültürel bellekte sürekli diri tutulan
yerleşik önyargılar ve ırkçılıklar günün ihtiyaçlarına göre farklı misyonlar
için de kullanılabilir: iki medya grubu arasındaki savaşta taraflardan birinin
diğerinin sahibine Rum tohumu demesinde ya da PKK liderinin menşeine dair
Ermeni olduğu iddiasında görüldüğü gibi, belirli bir konjonktürde dışlanan bir
tarafın daha evvelki kabul görmüş bir ırkçılığın –ermeni düşmanlığının– desteğini
alarak kuvvetlendirilmesine yarayabilir. Yahut “ulusalcı sol”un ve miliyetçilerin
elbirliği ederek devletin bünyesinden Türk-olmayanı temizleyerek yüzde yüz saf milli
sermaye yaratma programında olduğu gibi, devletin içinde bulunduğu tüm müşkül
durumlarla bir takım gizli mason örgütlerinin ve Sabetaycıların ilişkili
olduğunu kanıtlamaya yönelik “bilimsel” köken araştırması çabalarıyla yan yana
yürüyen, Kürtlerin demokratik taleplerinin kaynağını ABD ve İsrail’in Ortadoğudaki
hesaplarına adresleyen formüllerdeki gibi yine yaygın bir ırkçılık çeşidi olan
anti-semitizm başka ırkçılıkların alt metni haline getirilebilir. Türkiye’nin
Ortadoğu ülkeleriyle sorunlarını tartışırken –I. Dünya Savaşında bizi
emperyalizme satan Araplar suçlamasından beslenen– Arap nefreti, modernleşme
sürecinde Arap kültüründen kalma ne varsa ondan kurtulmak isteyen cumhuriyetçi
elitizmle el ele tarihsel bellekten çağırılır ve 11 Eylül sonrasında yükselen
batı kaynaklı Müslüman-Ortadoğulu nefretiyle harmanlanarak İslamcı tehdit
algısının payandasına dönüştürülür. Bunun gibi, Haçlı seferleri, İngiliz ve
Fransız emperyalizmleri gibi tarihsel geçmişlerle ilişkilendirilen Hıristiyan-Batı
düşmanlığı Avrupa Birliği’nin yaptırımları ve dayatmaları karşısında
tazelenerek sıradan dile “Haçlı Zihniyeti” yahut da “Sevr’i hortlatmak”
şeklinde tercüme edilebilir. Birçok örnekleri verilebileceği gibi kültürel
belleğe içkin ve kend, doğuşuna yol açmış çatışmaların tarihsel bağlamından artık
kopmuş bulunan kültürel önyargılarla saklı ırkçılıkları tazelemeksizin hiçbir
milliyetçi program kendi sakil popülist dilini kuramaz. Bu yüzden
“birleştirici”, “evrensel değerlere bağlı”, “yurt sevgisi” esaslı “ırkçı
olmayan!” bir milliyetçilik oluşturma hayali, milliyetçiliği bağrında hep saklı
tuttuğu ırkçılıktan özenle ayırmaya çalışırken yerleşik kültürel önyargılara
toslar ve kazanan daha ziyade popülist milliyetçilik olur.
Irkçılık karşıtlığının tutarlı
kalabilmesi için tüm ırkçılıklar arasındaki bu geçişliliği göz önünde
bulundurarak her türlü ırkçılığa –ve onun kadar sınıfsal, cinsel, kültürel,
modernist ayrımcılık ve dışlamalara da– karşı sürekli bir uyanıklık halinde
olmak elzemdir. Hrant Dink’in katledilmesiyle ayyuka çıkan Ermeni düşmanlığına
dikkatleri çevirirken bununla işbirliği halindeki Batı-Hıristiyan karşıtı
önyargılardan; sosyalistlerden İslamcılara ve faşist milliyetçilere kadar en
geniş siyasi yelpazeyi kaplayan Yahudi düşmanlığından; ağırlıklı olarak
modernist önyargıların ürünü olan Arap nefretinden; şiddeti ve “terörü”
eleştiriyor görüntüsü altında bir ırkçılığı giderek büyüten Kürt düşmanlığından;
Kıbrıs sorunu her gerildiğinde yeniden tırmanan ve “Trabzon’da Pontus Devleti
kurmak istiyorlar”, “İstanbul’u tekrar almak istiyorlar” paranoyası ile
beslenen Rum-Yunan düşmanlığından ve bunlar arasındaki işbirliklerinden
bahsetmeyen bir ırkçılık karşıtlığı yarım ağızlı kalmaya yazgılıdır. Irkçılık, hayali
kurgulara dayanır ve tutarsız olması onun için sorun değildir. Ama ırkçılık
karşıtlığı her türlü ırkçılık ve milliyetçilikleri karşısına alarak tutarlı
olmadığında politik doğruculuğun gayri samimi bir jesti olarak sınırlı
kalabilir.
29 Haziran 2007 Birgün