Kadına yönelik
şiddet, kadınların maruz kaldığı toplumsal baskının ya da cinsiyet tahakkümünün
en çok görünen yüzünü, buzdağının su yüzündeki kısmını oluşturuyor. Kadın
cinayetlerinin son on yıl içinde sayıca yüzde 1400 civarında artması ve dayak,
hakaret, aşağılama, taciz ve tecavüz gibi vakalar sayısal olarak bu kadar çok
iken, tecavüzcüler lehine aklayıcı kararlar veren yargı kurumu varlığını
sürdürürken öncelikle şiddetin bu dolaysız yüzünü görünür kılmak, sürekli
gündemde tutmak çok önemli. Bugüne kadar feminist hareket içindeki kadınlar,
mücadeleleriyle bunu var güçleriyle ortaya serdi, en azından sınırlı da olsa
bir farkındalık yaratılmasını sağladılar. Ancak bu tek başına yeterli değil,
yetmiyor. Artık bu farkındalığın erkeklerde oluşması ve yaygınlaşması
gerekiyor, birbirimizi dürtmemiz, aymazlıktan çıkmamız gerekiyor.
Kayda geçen
şiddet vakaları, kadınlara karşı bir savaşı andıran taciz, tecavüz ve cinayet
vakaları, artık gazetelerde veya resmi istatistiklerde bir sayısal veri olarak
dillerde dolaşıyor. Ancak istatistik haline gelmesi, konunun “biz”im yani
erkeklerin uzağında bir vaka olarak ele alınabilmesini mümkün kılan rahatlatıcı
bir mesafe de sağlıyor. Görünür şiddetin değil de görünmez hale getirilen,
görmezden gelinen, inkâr edilen, çarpıtılan hatta doğallaştırılan cinsiyet
tahakkümüne doğrudan, ve kendimizden doğru bakmaya çalışmalıyız. Çünkü şiddet
orada, bizden ırak bir yerde değil, daima açığa çıkmaya hazır bir potansiyel
olarak, her gün sayısız ayrıcalıklarından ikiyüzlü bir ittifakla istifade
ettiğimiz erkek kimliğimizin kuruluşunun temellerinde duruyor.
Erkekler
açısından cinsiyet körlüğünü aşmak olarak da adlandırabileceğimiz farkındalık
sadece şiddete, kadına yönelik şiddetin en çıplak, düz biçimine başvurmayı
onaylamamak, reddetmek ve bunu kendi hayatından çıkarmış olmakla yırtacağımız
bir mesele değil. Ne kadar istatistikler kadın cinayetlerinin arttığını bize
gösterse de kendisinin, modern, steril bir temizlik noktasından şiddeti asla
onaylamadığını, hayatta kimseciklere şiddet uygulamadığını ortaya koymak
isteyecek bir çok erkek var, öyle değil mi? Peki bu erkekler, iç rahatlığıyla
şiddeti üreten erkek egemen düzenin hiçbir şekilde parçası olmadıklarını, onu
yeniden üretmediklerini de kanıtlayabilirler mi, sahiden?
Cevap basitçe
Hayır. Sorunumuzu başka türlü ortaya koyalım: Evet patriyarkal bir düzen var ve
bu düzen biz erkeklerin de öznelliklerini inşa ediyor. Verili erkeklik
kurgusunun dışına çıkmak, başka türlü olmak, cinsiyet belirleniminin
boyunduruğundan kurtulmak mümkün mü sorusunu sormak bizim için de geçerli bir
soru. Şimdiye kadar bu soru sadece feminist ve lgbt hareketlerinin, kadınların
ve lgbt bireylerin sorusuymuş gibi algılana geldi. Hâlâ durum çok parlak değil,
erkekler cinsiyetçiliği soludukları oksijen kadar doğal ve zorunlu olarak
görmeye devam ediyorlar. Ancak en azından son yıllarda dünyanın pek çok
yerinde, feminist ve queer düşünceden ve politikadan beslenen erkeklerin sayısı
çoğalıyor. Ve bu yüzden başta kadına yönelik erkek şiddeti olmak üzere,
hegemonik erkekliği sorunsallaştıran ve kendini dönüştürmenin yollarını arayan
eleştirel erkek hareketleri de artık var. Akademide de kayda değer bir çalışma
alanı olarak eleştirel erkeklik çalışmaları genişliyor.
Eğer hegemonik
erkekliğin dışına çıkmanın ön koşulu, sadece kadına yönelik şiddeti reddetmek
ve kadınlarla ortak yaşam alanlarında iş yükünü eşit bir şekilde paylaşmayı
öğrenmiş olmak olsaydı, bu yeterli olsaydı, o vakit bir çok erkeğin bu pek de
zorlu olmayan sınavdan geçerek başarılı bir “performans” sergileyebileceğini
söyleyebilirdik. Kadın dövmeyen, kimseleri taciz etmeyen, ve iş yükünü
eşitlikçi şekilde paylaşan, kadınların söz hakkını tanıyan “kibar”, “centilmen”
erkekler, bu hegemonik erkekliği bütünüyle yeniden üreten kişiler de olabilir
pekala.
Erkekler
açısından cinsiyet körlüğünü aşmak, yaşadığımız dünyada bir vicdan sorunu
değil. Cinsiyet körlüğünü aşmak ve cinsiyetler eşitsizliğinin giderildiği bir
dünyanın oluşmasına çabalamak, tıpkı kapitalist sömürü düzeninin sona ermesini
tahayyül etmek gibi, radikal bir eşitlik ve pozitif özgürlük sorununu önüne
koyan her muhalif bireyin başlangıç sorunlarından birisidir artık.
O halde
erkekler açısından patriyarkayı anlamaya, kendi kimliğinin inşasındaki
etkilerini görmeye ve bu kimliği dönüştürmeye çalışmak, başkalarının
özgürlüklerine dair bir mesele değil, bizzat kendi özgürlüğümüze dair bir
mesele olarak kabul görmek zorunda. Cinsiyetçi düzeni anlamak, iktidar
ilişkilerinin hayatlarımızın en kılcal damarlarında nasıl işlediğini görme ve
buna karşı bir pozitif özgürlük inşa etme meselesi olarak çıkar karşımıza.
Bu noktada
şiddet, iktidarın bir veçhesi olarak görüldüğünde, temel mesele sadece şiddet
vakalarının azaltılması değil, cinsiyetçilik de dahil, şiddet potansiyeline
yaslanarak inşa edilen iktidar ilişkileri üstüne kurulu bir hayatı özgürlükçü
yönde dönüştürme meselesidir.
Çünkü erklerin
eşitsiz dağılımı olarak iktidar ilişkileri, başkalarının potansiyellerini
kısıtlarken, iktidar sahibinin potansiyelini de yalnızca kendinden daha erksiz
olan başkalarını kısıtlamak üzere iktidar teknikleri geliştirmeye zorlar. Bu
yüzden iktidar ilişkileri içinde kimse özgür değildir, iktidar sahibi bile
olsa.
Bir adım daha
giderek, şiddetin ve patriyarkal tahakkümün kendi kişiliklerimizin inşasında da
nasıl bir rolü olduğunu düşünmeye çalışmak, kadına yönelik şiddetin uzaktaki
bir mesele olmadığını görünür kılar.
Biraz
hafızalarımızı yoklasak, başta kendimiz olmak üzere her erkek çocuğunun ve
yetişme dönemindeki genç erkeğin, çevreden gelen şekillendirmeler, telkinler
yaptırımlar, kıyaslar karşısında ne kadar kırılgan ve kendilerinden beklenen
erkek gibi olma çabasında aslında ne kadar çaresiz kaldığını, dayatılmış
erkeklik idealine ulaşmaya çalışırken verilen her insani tavizin nasıl da
kişiyi hırçınlaştırdığını, sevgisiz, sert bir hale getirdiğini, duygulanımları
körelttiğini hatırlarız.
Bunu
hatırlıyorsak, erkeklerin kendi aralarındaki iktidar ilişkilerinde de şiddet
dilinin birincil kimlik inşası aracı olduğunu yeniden hatırlarız. Erkekçe
jestlerin, erkek olmayı kutsayan bütün nitelemelerin, sahip olduğu gücün şiddet
olarak dışavurumunu yeri geldiğinde çekinmeden gerçekleştiren ya da bunun
gösterisini yapan bir teşhircinin tavrı olduğunu da anlarız.
Erkek cinsiyet
kimliği, tahakkümün hem nesnesi hem de öznesidir. Eril tahakkümün hedefinde
sadece kadınların durmadığını, daima bir başka erkeğin de durduğunu hepimiz
biliriz. Çocukluğumuzdan itibaren “erkek adam” olmaya aday olmak, etraftaki
olası tehditlere karşı, kendi egemenlik alanımızı açabilmek ve koruyabilmek için
–dünya nasıl bir yerse her an tehdit altındayız, paranoyak devletler gibi–
güçlü olmayı ve gücü kullanmayı öğrenmesi gereken varlıklarız, bu yüzden de
sert olmalıyız. Tehdit ise kadınlardan değil daima bir başka erkekten gelir. Bu
bir ritüel olarak oyunlara kadar girer ve en sıkı erkek dostluğu ortamlarında
bile erkekler arasındaki gerilimin kaynağını oluşturur. Birbirimiz üstünde
gücümüzü devamlı olarak sınayarak, kadınlar üzerinde de iktidar uygulamayı
öğreniriz.
Hegemonik
erkekliğin bu iki yönlülüğü erkeklerin, buna karşı mücadele etmesini
zorlaştırıyor. Çünkü, kişinin hem başkasına uyguladığı iktidarı fark etmesi hem
de bunu reddetmeyi öğrenmesi zordur. Bundan daha da zor olanıysa iktidar
konumunda olmak için sürekli baskı altında olan erkeklerin, kendilerini bu
cendereden çıkarıp hegemonik erkeklikten özgürleşmeye çalışan bir erkek olmanın
neye benzer olduğunu bilememeleridir. Ya da bunu tahayyül edecek cesaretlerinin
olmamasıdır. Bütün güçlü görünme histerisi bundan kaynaklanıyor. Erkeklerin her
an yaşadığı en büyük korku, o özgürleşme halinin daima ‘erkek olmayana’,
erkekten başka bir şeye benzer olduğunun bilincinde olmaktır. Aslında bu yanlış
bir varsayım değildir. Hegemonik erkekliğin iktidarla neredeyse özdeş olması,
bu erkekliğin reddedildiğinde, zayıf, güçsüz bir varlık olarak kabul edilen
kadın imgesine tekabül etmesinin yarattığı korkudan kaynaklanıyor.
O halde
erkeklerin, erkek olarak kalabilmek için daima hem başka kadınları ve erkekleri
baskı altına almaları, hem kendi gibileriyle iktidar savaşımına girmeleri, hem de aynı zamanda sürüp giden bu düzene
itiraz etmeden, onaylamaları gerekiyor. Yani evet biz birilerine şiddet
uygulamıyoruz diye işin içinden çıkabileceğimizi düşünsek de, sürüp giden erkek
egemenliğine yüksek sesle karşı çıkmadığımız sürece bu onay mekanizmasının
içindeyiz. Bu da bizlere bahşedilen erkek ayrıcalıklarından yararlanmaya devam
etmemizi sağlıyor. Kısaca iktidar ilişkilerinin ortağıyız.
Erkeklerin
kendilerine biçilmiş cinsiyet kimliklerinden özgürleşme yolunda çaba sarf
etmelerinin en belirgin boyutu, erkek olmaya çalışmaksızın yaşamanın yarattığı
bu korkuyu yenme yönündeki gayretleri olacaktır. Hayatları boyunca kendilerine
hiçbir şeyden korkmaması öğretilen erkeklerin, en çok korktukları şeyden
özgürleşmeleri… Yani iktidarı “yitirmeyi” öğrenmeleri gerekiyor.
Bu korku
başkalarına ve kendilerine neler pahasına iktidar olmaya mahkûm olmak ve
başkalarını da kendi iktidarlarına mahkûm etmek durumunda kaldıklarını fark
etmelerini en çok zorlaştıran şeydir. Bu yüzden de erkeklerin en solcusu,
devrimcisi, anarşisti de dâhil olmak üzere, hegemonik erkeklik üzerinden
kendilerine bir eleştiri geldiği vakit hemen kendini savunma eğilimine
girerler.
Erkeklik, hem
kadınlık ve heteroseksizmle ilişkisi açısından hem de kapitalizm, devlet,
hiyerarşi, militarizm, doğanın tahakküm altına alınması, milliyetçilik ve
otoriterlikle ilişkisi açısından ele alınması ve dönüştürülmesi gereken bir
iktidar üretim alanıdır. Bu iktidar üretim alanının orta yerinde, hegemonik
erkeklik içinde kaldığımız sürece, benliklerimizi sağlıklı ve özgür bir şekilde
kurma şansını daha başından kaybetmiş olan tüm erkekler, ancak patriyarka
sorununu diğer politikalara bağlarsak yaşadığımız ortamda insan ilişkileri
içinde sağlıklı bir eşitlikçi ortam tesis edebiliriz.
Erkeklerin
kendilerini özgürleştirmek için vermeleri gereken mücadelenin henüz bir adı
yok. Ama bu alanın düşünsel kaynakları çok zengin; bu alanı kurabilmek için
örnek alabileceğimiz deneyimler de çok zengin. Bu alanın öznesi verili:
hegemonik erkeklik.
Siyasal
mücadelelerin verileceği son büyük savaş alanlarından birisi bu eril tahakküme
karşı olacak. Bunun için eğer illaki bir ezilen özne arıyorsak, önce erkeklerin
baskısı altındaki tüm dünyayı görmeli ve hala bunun parçası olmak istiyor muyuz
diye sormalı, sonra da biz erkekler, hepimiz bu dayatılmış erkeklik kimliğinin
altında biz kendimiz de eziliyoruz diye çığlık atıp kendimize bir yol bulmaya
çalışmalıyız. Adı olmayan ama neyi devirmesi gerektiği apaçık olan bu
mücadelenin hedefi içimizdeki patriyarkayı ortadan kaldırmaktır. Gündelik
şiddeti sona erdirmenin bundan başka yolu görünmüyor.
Varlık dergisi
Kasım 2012