Din ve komünizmin
tarihteki ilişkilerine değinmeden günümüzde radikal sol ve din arasındaki kesişmeleri
sorgulamak kolay değil. Bu noktanın ihmali dine karşı modernist bir yoruma götürür.
Komünizm bugün herkesin kafasında Sovyetler Birliği’nde denenen “devlet
sosyalizmi ile özdeşleşmiştir. Bu sistem bütünüyle endüstriyel modernleşme
anlayışına dayalı bir tür toplumsal mühendislik modeli sunmaktaydı ve dine
yaklaşımı da Aydınlanmacı düşüncesinden farksızdı. Oysa kökenlerine inildikçe, Batı’daki
modern devrimci radikalizmlerin kaynağı olan komünist akımların ilk olarak Hıristiyanlık
içindeki bazı sapkın tarikatlarda ortaya çıktığını görüyoruz. Sosyal tabanı
yoksul köylülere, kentli zanaatkârlara ve entelektüellere (genelde din
adamları) dayanan Katharlar, Taboritler, Bogomiller, Hussitler, Anabaptistler
gibi Binyılcı ve Mesihçi tarikatlar, çok genel bir söyleyişle, ayrıcalıklı
sınıfların egemenliğine son vermek, toprakları ve mülkleri kolektifleştirmek, eşitlikçi
bir yeryüzü cenneti ve İsa’nın dünyevi krallığını kurmak istiyordu. Tarihte en
çok bilinen devrimci din adamlarından olan Thomas Münzer, Anabaptistlerle dava
birliği yapmış, kilisenin ve prenslerin hâkimiyetine karşı 1525 yılında Almanya’da
yüz binlerce yoksul köylünün katıldığı bir ayaklanma başlatmıştı. 1640 İngiliz
Devrimi sonrasında, ortaya çıkan radikal haretlerden Önce Leveller’ların
kurucularından birisi olan sonra da onlardan daha radikal mülkiyet karşıtı
Digger’ların önderlerinden biri olan Gerard Winstanley de “İngiltere’nin yoksul
ezilen halkı” adına soylulara ve egemenlere karşı bildiriler yazan devrimci bir
Protestan reformcusu din adamıydı.
Bu tür tarikatların ya da cemaatlerin kalkış noktası
kilisenin halk üzerinde baskı aracına dönüşmesi ve din adamlarının yaşayışının
ayrıcılıklı ve halktan kopuk hale gelmesiydi. İlk Hıristiyanların sade,
eşitlikçi, mülk ortaklığına dayalı yaşantılarına özlemleri nedeniyle kilise düzenini
reddettiler. Avrupa’da oldukça yaygın Kathar tarikatları mülkiyeti reddederek
eşitlikçi, komünist cemaatler olarak örgütlenmişlerdi. Rönesans döneminde
modern komünist ve alternatif toplum fikirlerinin kaynaklarından Ütopia ve Güneş Ülkesi’nin yazarları olan Thomas More ve Campanella da dinin
egemen yorumlarından sapmış birer din adamıydılar.
Dinin alternatif yorumlarının ezilenler elinde sistem karşıtı
devrimci rol alabileceğinin çağdaş bir örneği de Güney Amerika’da 1960’larda doğan
Kurtuluş Teolojisi hareketidir. Kurtuluş Teologları kapitalizme karşı sosyalizmi
ve insanın kurtuluşu düşüncesini birleştirmişlerdi. Kiliselerde halka mücadele çağrısı
yapan ve gerilla hareketlerini destekleyen pek çok devrimci rahip faşistler
tarafından katledilmişti.
Dinsel
inanç, dünyaya dair ontolojik, epistemolojik, etik ve estetik görüşlerin bir
yumağı, günlük hayattan siyasete geniş alanları etkileyen kültürel bir
fenomendir. Farklı dini inançlar ve dinlerin farklı yorumları, kendi bağlamları
içinde ampirik olarak ele alınmadıkça, din hakkında yapılan bütün genel
tespitler, “din toplumun afyonudur” benzeri soyutlamalar olarak kalır. Dinlerin
egemen iktidarın ve ezilenlerin elindeki yorumları her zaman örtüşmez; bazı
yorumlar sınıfsal anlamda karşıt siyasal konumlara tekabül eder. Aydınlanmacı
rasyonalist düşüncenin etkisindeki pek çok solcu için din bütünüyle kapanmış
bir çağa ait, egemenlerin ideolojik manipülasyon aracıdır. Bu ancak dinin
egemen iktidarın elinde biçimlendirilmiş -Osmanlı Devletinin hukuk ve
siyasetini temellendiren Sünni İslam gibi- yorumları için söz konusudur. Oysa Anadolu
tarihinde pek çok tarikat merkezî iktidarla çatışmış, halk ayaklanmalarına
öncülük etmiş ve bazıları yeraltında yaşamaya itilmişlerdi.
Tüm egemenlik
ve tahakküm ilişkilerinin, eşitsizliklerin, devletin ve profesyonel siyasetin
ortadan kaldırılmasını hedefleyen çağdaş komünist (radikal eşitlikçi) düşünceler,
topluluğun doğrudan demokratik özyönetimini hedefleyen devrimci tasarıları
sunan ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel, estetik ve ekolojik görüşler
yelpazesine sahiptir. Bu yönüyle, devletçi siyaset ufkunun kapitalizmin ve modernizmin
aşılması olarak, sosyalist soldan ve klasik Marksizmden farklıdır. Klasik Marksizmin
devlet iktidarını ele geçirme eksenli modernist siyaseti nedeniyle uzak bir
hedef olarak geleceğe havale ettiği komünizm -eşitlikçi toplum sorunu- bugün hâlâ
ezilenlerin hareketlerini biçimlendiren ana itkidir. Brezilya’daki Topraksız
Kır İşçileri, Meksika’daki Zapatistler ya da Hindistan’daki köylü hareketleri
insanların inançlarını sorgulamayan, eşitlikçi bir toplumsal pratiğin hemen yaratılmasına
odaklanmış devrimci soysal hareketlerdir.
Dinin “sol”la
ilişkisi, radikal eşitlikçi ve radikal özgürlükçü bir çerçeveden tartışılırsa,
devletçi sosyalizmin güncel şekli olan klasik Marksizmin ve her türden sol
modenizmin sınırlarının dışına çıkmak gerekir. Ezilenler açısından sorun
seküler bir dünya görüşünün mü yoksa dini inancın mı daha özgürlükçü olacağı
değil, hem dinsel söylemler hem de seküler siyasetlerin birbirine eklemlenmesi
yoluyla sürdürülen sömürü ve tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıdır. Laiklik,
modern devletin rasyonel hukuka dayalı egemenliği sorunuyla ilişkili bir
sorundur; radikal özgürlükçü ve eşitlikçi bir devletsiz sınıfsız bir toplumun kuruluşu ise
modern hukuğun çerçevesini aşar.
Eşitlikçi
ve özgürlükçü bir toplumun en iyi şeklinin zorunlu olarak materyalist bir
kültür olacağı da söylenemez. Şimdiye kadar bildiğimiz dinsel tahakküm
biçimlerine benzemeyen farklı tinsel kültürlerin de mümkün olacağı komünal
toplum biçimleri yaratılabilir. bu bakış açısıyla asıl arzu edilen, iktidarı
elinde tutan bürokratların, bilimcilerin, din adamlarının, askerlerin ve
patronların ve ataerkil egemenlik
biçimlerinin sona ermesidir.
Marksizmin
din ile mesafesi, Marx’ın ateist olup olmaması gibi meseleler entelektüel
açıdan renkli, parlak tartışmalar olmakla beraber, ezilenlerin devrimci
özgürleşmesine açılım sağlayacak gibi görünmüyor. Dinin ezilenlere, yoksullara
yaslanan plebyen ve egemen bakışın sapkın addettiği yorumlarından doğup bugüne
gelen modern bir devrimci hareket olarak komünizm, hem sol modernist din
karşıtlığının hem de sol liberal hoşgörünün sınırını aşar. Toplumun
homojenleştirilmesi karşısında öz-yönetimi; ekonominin ve kültürün
yerelleştirilmesini; topluluk içindeki farklılık ve çeşitliliklerin
geliştirilmesini; etnik, dinsel, kültürel ve cinsel çeşitliliğin devlet ve
toplum baskısı olmaksızın yaşanmasını; yönetimin ademi merkezileştirilmesini ve
devlet egemenliğinin ortadan kaldırılmasını savunması nedeniyle komünist
düşünce ancak epistemolojik ve kültürel bir çoğulculuğu gerektirir.
Bu yazının ilk hali küçük
farklarla radikal’in tartışıyorum sayfasında 10.07.2008 tarihinde çıkmıştı: