Türkiye’de
muhaliflerin algısı, baskı altındaki toplumsal grupların demokratikleşme,
eşitlik ya da çeşitli haklar için verdikleri güncel kolektif mücadelelerle
kitlesel protestoları, hem tekil hareketler hem de yerel olgular şeklinde
ayrıksı süreçler gibi ele alma eğiliminden genellikle kurtulamıyor. Bunun
yanında, kolektif eylem repertuvarı ve örgütlenme biçimleri açısından kurumsal
siyasal araçlardan niteliksel olarak farklı mücadele biçimlerinin yaratılması
demek olan toplumsal hareketleri, sol yelpazedeki siyasi partilerin merkezinde
yer aldığı bir siyasallaşma bakış açısı ve terminolojiyle ele alma alışkanlığı vardır.
Siyasal stratejileri ve örgütlenme biçimleri fetişleştirme eğilimleri bu
tarihsiz ve donmuş kategorileştirmelerden kaynaklanıyor.
Toplumsal
hareket, örgütlü, kurumsallaşmış ve normatif siyasal eylemin yanı sıra, anlık,
süreksiz ve kurumsallaşmamış kolektif eylemi de kapsar. Dünya sistemi içinde,
sistem karşıtı hareket kümeleri, hem yerel ölçekte kendi aralarında etkileşimlidirler
hem de uzun erimli tarihsel süreçlerin ve eğilimlerin etkilerine açıktırlar. Kapitalist
dünya sistemine karşı koyan dünya çapında açıkça anti-kapitalist ve devlet
karşıtı bir hareket son on küsur yıldır küresel ölçekte giderek yaygınlaşıyor. Bu
hareketin, yaşadığımız coğrafyayı etkilemediğini varsaymak için hareketlerin
ayrışık ve ulusal sınırlar içine kapalı oluşumlar olduğuna inanmak gerekir. Söz
konusu ulusal karakterli hareketler bile olsa, küresel hareketlerin etkilerden
muaf kalan hiçbir toplumsal hareket olmadığını baştan söyleyebiliriz. Bulunduğumuz
coğrafyada yani hem Türkiye’nin batısında hem de Kürdistan’da, hem 68 sonrası
yeni toplumsal hareketlerinden hem dünya genelindeki on küsur yıllık antikapitalist
hareketlerle benzer nitelikleri olan kolektif eylem biçimlerinin ve toplumsal
hareketlerin oluştuğunu söyleyerek hiç de yeni bir şey söylemiş olmayız, garip
olan bunun gerçekleşmiyor olduğunu farz etmektir.
Sistem
karşıtı hareketlerin dönüşümü
Sistem karşıtı
hareketlerin on dokuzuncu yüzyılda eşitlikçi ve özgürleşme yolunda büründüğü
evrensel biçim, farklı sosyalizm tasavvurları, işçi hareketleri ve eş zamanlı
ulusal kurtuluş hareketleri içinde şekillendi. Sosyalizm tasavvurları derken
bugün anlaşıldığı haliyle, hepsi de Marksist düşünce sistemine dayalı türlü
politik akımları ve devletçi devrim anlayışlarını kapsayan Leninist, Troçkist,
Maoist, Castrocu veya benzeri akımları kastetmiyorum. Böyle bakmak yirminci
yüzyılın bakış açısını on dokuzuncu yüzyıla geri yansıtmak olurdu.
Sosyalizm
ve/ya komünizm tasavvurları derken tam da Fransız devrimi sonrasında modern devrimci
siyasal düşüncenin ve eylemin başat akımlarından birisi haline gelmiş bir
düşünce çeşitliliği söz konusudur: bir yüzyıl boyunca, Babeuf,
Saint-Simoncular, Fourier, Blanqui, Proudhon, Robert Owen, İngiliz işçi
hareketi içindeki Çartistler, Morris, Weitling, Hess, Bebel, Marx, Engels,
Lassalle, Bakunin, Herzen, Çernişevski, Kropotkin gibi sayısız sosyalist ya da komünist
militan entelektüeller toplumsal hareketlerin inşasında etkili fikirler
geliştirdiler. Eylem ve örgütlenme çalışmalarıyla devrimci projenin
ilerletilmesinde hepsi farklı etkide bulunurken, kendi aralarında son derece
bilinçli ve birbirlerinden haberdar şekilde, , stratejik, örgütlenmeye dayalı, derin
felsefi, kültürel ve estetik tartışmalar yaptılar. Hiçbir zaman tek bir akımın
mutlak hegemonyası ya da bir iki rakip akımın çatışmaları arasında bölünmüş bir
sistem karşıtı hareket söz konusu olmadı. Bu geniş çeşitlilik içinde sosyalizm
ve/ya komünizm akımları kapitalist sistemin bir devrimle nasıl aşılacağına dair
zengin tartışmaların yapıldığı ortama sahipti. Dönemin karakteristiği içinde
strateji ve buna bağlı olarak örgütlenmenin nasıl olacağı tartışması bu radikal
sistem karşıtı hareketlerin bugün dahi içinde olduğumuz meselelerini
çerçeveledi; geleceği ve aynı zamanda devrimci geleneği inşa etti.[1]
Ancak kendi tarihinin hiçbir aşamasında bütünleşik ve homojen tek bir sosyalist
ideolojiye dönüşmedi ya da anarşizm ve Marksizm gibi karşıt iki karşıt siyasal
biçime ayrılmadı.
Bu
çeşitlilik içerisinde liberter ya da devletçi sosyalist / komünist akımların
ayrılma noktaları, siyasal mücadelenin 1) yatay, federatif örgütlenmelerle mi
gerçekleşeceği yoksa merkezi bir yönetimi olan öncü partinin
yönlendiriciliğiyle mi yürüyeceği 2) siyasal dönüşümün devrimci ayaklanmayla mı
yoksa sosyal reformlarla mı olacağı 3) mücadelenin mekanının ulusal devletin
kendi bütünü içinde mi yoksa enternasyonal karakterli bir örgütlenme ile mi
olacağı 4) devlet iktidarını ele geçirerek mi yoksa onu yıkıp yeni bir toplumun
devletsiz inşasına mı başlanacağı 5) toplumsal mücadelelerin asıl öznesinin kim
olduğu gibi sorular farklı devrimci çizgilerin belirleyici tartışma başlıkları oldu.
Bu çerçeve içinde Marksizm, sosyal demokrasi ve anarşizm gibi akımlar, yani
devletçi sosyalizmin devrimci ve reformcu versiyonu ile özgürlükçü sosyalizmin
veya özgürlükçü komünizmin değişen akımları yirminci yüzyılın başına devreden
örgütlenme deneyimini, teorik miraslarını ve kelime dağarcığını oluşturdular.[2]
Bugün
dünyayı değiştirme mücadeleleri açısından on dokuzuncu yüzyıl ortalarına benzer
bir dönemi, yani devrimci paradigmanın bambaşka parametrelerle yeniden oluştuğu
bir dönemin içinden geçiyoruz. Bu benzerliklerin en önemli gösterenlerinden
birisi, birbirinden farklı radikal siyasal eğilimlerin aralarındaki söylem
farklılıklarına rağmen, eski paradigmadan giderek kopmakta olduğudur. Bu kopuş,
klasik anarşizme bir dönüş olmaktan ziyade, radikal düşünce akımlarının ve yeni
toplumsal hareketlerin hatırı sayılır bir bölümünün ortak paydası halini
almıştır.
İkincisi
de, devrim fikrinin meşruiyetinin kaybolduğu bir siyasal uzamda, devrim
tahayyülünü yeniden kurmak için doktriner olmayan teorik arayışların, eş
zamanlı siyasal mücadelelerle birlikte çoğalması ve çeşitlenmesidir.[3]
Eski
paradigmanın en önemli özelliği kapitalizmi aşmak için siyasal stratejinin
merkezi hedefi olarak devlet aygıtına yönelmiş olmasıydı. Hem devlet aygıtını
bir devrimle devirmek anlamında, hem de yerine konulacak toplumsal inşanın
devlet aygıtına dayalı olması anlamında. Bu sistem karşıtı hareketlerin
yirminci yüzyıla devreden ana akımlarının tümünün ulus-devleti stratejik
siyasal hedef olarak belirlemesi 19. Yüzyıl ortalarında netleşiyordu. 1850-1970
arasında dünya sistem karşıt hareketlerinde “devlet yapısı içinde güç kazanmak
ve sonrasında dünyayı dönüştürmek” olarak özetlenen iki aşamalı bir strateji
baskın oldu.[4]
Yirminci
yüzyılın ilk yarısından başlayarak gerçekleşen sosyalist örgütlenmeler ve buna
paralel olarak sömürgecilik karşıtı ya da ulusal kurtuluş mücadelelerinin her
ikisi de on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde sistem karşıtı hareketlerin
benimsemiş olduğu ulus-devletçi stratejiyle mücadelelerini örgütlediler. Önce
Ekim devrimi, Çin’in başını çektiği Asya devrimleri, faşizme karşı mücadeleler
içinde şekillenen Doğu Avrupa devrimleri, Latin Amerika ve Afrika’dan Güney
Asya’ya kadar dünyanın birçok bölgesinde devam eden sömürge kurtuluş
mücadeleleri, dünya sisteminin siyasal coğrafyasını değiştiren yeni
ulus-devletlerin kuruluş süreçlerini getirdi. Avrupa gibi merkez kapitalist
ülkelerde, kapitalizmin 1930lardaki krizinden çıkış için benimsenen Keynesci
sermaye birikim stratejisini refah devletinin ekonomik politikası kılan sosyal
demokrasiler 1960lı yıllarda iktidara geldiler. Dünya sisteminin 1960larda
aldığı manzara içinde, sistem karşıtı hareketler hem merkez kapitalist
ülkelerde, hem sosyalist blokta hem de üçüncü dünyada -ister reformcu olsun
isterse devrimci- ulus-devlet stratejisinin sonuçlarını aldılar. Çünkü hemen
her yerde sistem karşıtı hareketler ya siyasal sistemin kurucu unsuru oldular,
ya da siyasal rejimin tamamlayıcısı haline gelen muhalif partiler halinde
siyasal sisteme eklemlendiler. Yani bir zamanların devrimci siyasetleri artık
meşru kurumsal siyaset mekanizmasının parçası halini aldılar. Eski paradigmadan
kopuş bu aşamada başladı ve halen devam ediyor.
Yeni
sistem karşıtı mücadeleler
Sistem karşıtı
hareketlerin 1960lardan sonraki dönüşümü mevcut kurumsallaşmış solun eleştirisi
üzerinden şekillendi. Wallerstein gibi dünya sistemi teorisyenlerinin bir dünya
devrimi olarak analiz ettikleri 1968 devrimleri, dünya sisteminin ve sistem
karşıtı hareketlerin değişimine yol açtı.
1960larda
Yeni Sol ve 1970lerde ortaya çıkan ve yeni toplumsal hareketler olarak
adlandırılan yeni sistem karşıtı hareketler, hem kapitalist dünya sisteminin
gündelik hayatı içeren bir eleştirisini biçimlendirmeye başladılar hem de tüm
eski sistem karşıtı hareketlerin stratejisini ve örgütlenme biçimlerini
sorgulamaya başladılar. Sınıf
mücadelesinin bir canlanışının yanı sıra yeni statü ve kimlik gruplarının
başkaldırısıyla birlikte yeni öznellikler doğdu.
1968’le
doruğuna ulaşan ve bugün hâlâ içinde bulunduğumuz geçiş döneminin belli başlı
tüm vasıflarını belirleyen devrimci hareketler dalgasının bıraktığı mirasın en
önemli özelliği, on dokuzuncu yüzyılın devrimci paradigmasının karakteristik
özelliği olan devlet iktidarını fethetmeye yönelik devrimci stratejinin
değişmeye başlamış olmasıdır. ’68-sonrası toplumsal hareketlerin başka bir
özelliği, önceki sistem karşıtı hareketlerde daha önce var olmamış bir
çeşitlilik, genişlik ve yaygınlıkla yeni öznellik biçimlerinin ve yeni siyaset
biçimlerinin tanımlanmaya başlaması oldu. O döneme kadar hâkim olan
merkezîleştirişi bir örgütlenme ve strateji anlayışı, yerini merkezsizleştirici
bir örgütlenme anlayışına ve taktik mücadelelere bırakmıştır. Radikal
siyasetteki bu değişimler insanların siyasallaşma biçimlerinde de belirgin bir
değişim getirdi. Her bir mevcut siyasal sistemin izin verdiği tek seçenek
olarak resmi ve kurumsal siyaset kanallarının, yani temsili demokratik
sistemlerin, yerleşik sol partilerin ve sendikaların siyasal sınırlarının
yetmişli yıllarda eleştirisini geliştiren yeni toplumsal hareketler, siyasal
mücadele alanının gündelik hayata doğru genişletilmesine eğilim gösterirler.
Özel alan ve kamusal alan arasında, devlet otoritesinin korumaya çalıştığı
ayrımı belirsizleştirip, siyaseti profesyonelleşmiş bir iş olmaktan çıkaran
hareketlerin siyasallaştırdıkları konular “ne
‘özel’ (ötekilerle meşru ilgisi olmaması anlamında) ne de ‘kamusal’dır (resmi
siyasal kurumların ve aktörlerin meşru objesi olarak tanınma anamında). Fakat
ya özel ya da kurumsal siyasal aktörleri kolektif olarak ilgilendiren sonuçlar
içermektedir.”[5] Yeni
toplumsal hareketlerin eylem alanı hem liberalizmin, hem devletin hem de eski
sol hareketlerin öngörülerini aşacak şekilde siyaset alanının dışında kalan
“kurumsal olmayan siyaset alanı” halini almıştır. Hem siyasalın gerçekleştiği
mekânın değişimi anlamında, hem de siyasalın icra şekillerinin ve buna uygun
düşen örgütlenmelerin ve pratiklerin değişimi anlamında.
Gündelik
hayatın devrimcileştirilmesi bu dönemin başlıca düsturlarından birisi oldu.
Guattari’nin “moleküler devrimler” olarak da adlandırdığı bu dönüşümler,
devrimi makro ölçekte devletin, ekonomik ve hukuki sisteminin bünyesinde
yaşanan büyük değişimlerle sınırlı gören bir devrim anlayışının yerine, tabanda
yaşanan, gündelik ilişkilerde, yeni toplumsallık biçimlerinin yaratılmasına yol
açacak yeni algılama biçimlerinin ve bunu ifade edecek dillerin, estetik
formların, etik arayışların, gündelik pratiklerin şekillenmesidir. Hâkim
baskıcı kodlama rejimlerinden kaçan her türlü kaçış çizgisinin akışları boyunca
geçtiği yolları ve öznellikleri dönüştürdüğü ve kod rejimini dağıtmaya
başlamasıdır bu.
Siyasetin
kültürel etkilerinin ve kültürel alandaki siyasetin toplumsal etkilerinin iç
içe geçtiği, bu bakımdan radikal siyasetin bir karşı kültür yaratımı olarak
toplumsallaştığı bu dönüşümün farkına varmak, bunun ifade yollarını rafine
etmek devrimci eylemciliği bir kolektif yaratıcılık ve inşa faaliyeti haline
getirir. Verili kimliklerin bozuma uğratılması ve melezleşme sabit kodları
aşındırır ve bir üstkodlama makinelerini sıradan akışların içinde kesintiye
uğratır. Siyaset bedenlere kendini kaydetmiş iktidar rejimlerinin söküldüğü bir
faaliyet olarak mikro alana nüfuz eder. Bu makro siyasetin artık beyhude bir
uğraş haline gelmesi değildir soldan birçoklarının “postmodern” yaftası ile
karikatürleştirdiği gibi. Daha çok makro süreçler içindeki mikro ve mikro
süreçler içindeki makro ilişkileri ve mücadeleleri karşılıklı olarak açığa
çıkartmaktır. Herkesin kendi bedeninden, ev içi alanından, dilden, kişiler
arası ilişkilerden başlayarak siyasetin kalıplaşmış tanımlarıyla oynadığı aktif
ve kurucu bir süreçtir. Siyasetin erkek entelektüel seçkinlerin önderliğinde,
her şeye hazır reçeteleri olan bir uzman işi olarak algılanmasına son vermeye
başlayan bir yıkıcılık girişimidir. Yaş, kültürel farklılık, cinsiyet kimliği,
cinsel yönelim farklılıkları ve hiyerarşi bütün kurumlar ve insan ilişkileri
içinde sorgulanan başlıca konular haline gelir. Siyasal olanın başlayacağı
merkezi bir konum anlayışı yerinden edilir, siyaset her yerdeki tahakküm
ilişkilerinin karşısındaki oluşan yıkıcı ve dönüştürücü pratiklere doğru
genişler ve kadınları, gençlik gruplarını, normatif olmayan cinsel yönelimleri,
baskı altındaki etnik grupları, farklı ırktan olanları, göçmenleri, toplumsal
uzamdan ve üretimden dışlanmış engellileri, yaşlıları, işsizleri, kiracıları ve
bunun gibi sürekli uzayan bir zincir boyunca içermeye başlar. Bir eşitsizlik
karşısında öne çıkarak eşitliğin anlamının yeniden tanımlanmasına yol açacak
her karşılaşmada, yeni bir özneleşme süreci yaşanır.
Sıradan insanların, “makul” siyasetin tanım
aralığı içinde kayda geçmemiş sıradan sorunları, sıra dışı bir siyasal önem
kazanır. O kadar ki, iktidarın bu dönüşümün doğuracağı tehdide dair sezgileri,
geleneksel geçmişin olduğu gibi canlandırılmasıyla meşgul eski kafalı
devrimcilerinkinden daha fazladır. Örneğin, kişinin hangi başka bedenle nasıl
bir arzu ilişkisine geçmek istemesi, ya da hangi bedene sahip olursa olsun
kendisini nasıl performe etmek istemesi, ilk bakışta büyük siyaset ve bıyıklı
devrimcilerin siyaseti için önemsiz, tali görünen bu mesele, iktidarların bütün
bir biyopolitik rejimi devreye sokup bedenleri faşizan bir baskı altına almak
için alarma geçtiği bir durum olabilir.[6]
Bedenler üzerinden gündelik hayatın kontrolü ise sonuçları tabi ki yalnızca
bireysel yaşam olmayıp tüm kamusal yaşamın üzerinde muazzam bir tahakküm
şeklinin işler kılınmasıdır. Bu nedenle mikro iktidar ilişkilerine karşı mikro
mücadeleler bütünden bağımsız değildir. İktidarın bir ağ olarak kavranışı
yaygın bir anlayış halini alır.
Bu
dönüşümün sosyolojik sonuçlarından ziyade devrim paradigmasında neyi
değiştirdiğine bakmak elzem görünüyor. Çünkü günümüz devrimci radikalizmin
yaygın sinizminin ve nihilizminin bizleri inandırmak istediği gibi, devrimci
paradigma bütünüyle buhar olup uçmuş, ve yeni dönemin siyasal hareketleri artık
yalnızca sınırlı kimlik meseleleriyle uğraşıyor değildir. Yaşanan şey daha
ziyade devrimci paradigmanın kendisinde, yeni bir devrim fikrini
canlandırabilecek türden bir dönüşümdür. Bu devrim fikrinin başta gelen
özelliği devrimin devlet iktidarını geçirmek olarak anlaşıldığı paradigmayı
dağıtmasıdır. “Ama bugüne dek devrimci
alanda hiç de devrimci olmayan bir şeyi, yani devlet aygıtını, asıl baskı
organizmasını kendi tarzında yeniden üretmeyen bir makine var olmadı. İşte
devrimin problemi: bir savaş makinesi nasıl güncel sistemin içinde oluşan bütün
kaçışları onları ezmeden ve devlet aygıtını yeniden üretmeksizin hesaba
katabilir?”[7]
Devrimci
paradigmanın değişimi
Devrimci paradigmanın
kendisinde devrimci bir dönüşüm olmadan, geçmişin devrimci projesinin
emellerine sadakat mümkün değildir. Belirleyici tartışma Castoriadis’in
kusursuzca ifade ettiği şu noktada yaşanır: “Devrimci Marksizm’den yola çıkıp, Marksist olarak kalmakla devrimci
olarak kalmak arasında bir tercih yapmamızı gerektiren noktaya vardık, bu nokta
uzun zamandan beri ne bir düşünümü ne de bir eylemi harekete geçiremez olmuş
bir öğretiye sadık kalmakla, öncelikle değiştirmek istenen şeyin kavranmasını
ve toplumun içinde o topluma karşı gerçekten karşı çıkan ve onun o anki
biçimiyle gerçekten mücadele eden şeyin tanımlanmasını gerektiren bir projeye,
toplumun radikal bir biçimde dönüştürülmesi projesine sadık kalmak arasında bir
tercih yapmamızı da gerektirmekteydi.”[8]
Çoğunlukla birbirine karıştırılan şey, henüz devrim fikrine sahip çıkan pek
çoğunun algı eşiklerini aşamamış olan şey, geçmişin devrimci projesinin
emellerine sadakatle, bu emelleri gerçekleştirmek için seçilen ve bugün artık
Badio’nun deyişiyle “doygunluğa ulaşmış” olan yollara, usullere, bütün
kavramsal sistematiğe karşı sadakat göstermektir. Yukarıda Deleuze’ün
vurguladığı gibi devlet iktidarını ele geçirmeye odaklanmış parti-devlet modeli
devrimci stratejiyi sürdürmek artık o projedeki devrimci ruha sadakat olmaktan
çıkmanın ötesine geçmiş, devrim fikrinin başarısızlığının ve inandırıcılığını
kaybetmesinin başlıca sebebi haline gelmiştir. 19. Yüzyılın devrimcilerinin
tahayyül edebildikleri ve 20. Yüzyılın devrimcilerinin uğruna hayatlarını
adadıkları devrimci dönüşüm projelerindeki canlı ruha sadakatin yolu, ortaya
çıkan yeni öznellik biçimlerinin ve “yeni mücadele hatlarını” (Guattari) analiz
edebilecek, doktriner olmayan bir devrim bilgisini oluşturmak, buna uygun düşen
yeni devrimci mücadele yöntemlerini, araçlarının, geliştirmektir. Bugün tam da
1960lardan bu yana kapsamı genişleyen şekilde doktriner olmayan bir devrimci
bilginin inşası sürüyor. Yeni mücadele alanları gelişiyor ve devrimci siyaset
oldukça deneysel bir hal alıyor. Ancak hâlâ bir geçiş dönemini yaşıyoruz.
Mayıs
1968 sonrasından başlayıp ‘99 Seattle sonrasında devam eden bu kolektif eylem
döngüsünün en önemli özelliği, dağınık ve örgütsüz sıradan insanların ve çoklu
örgütlü siyasal aktörlerin kendi aralarında ağsal yeni birleşme metotlarını
salt olumsal bir şekilde değil bilinçli bir şekilde tercih ediyor olmalarıdır.
Yatay ilişkilenme biçimleri, doğrudan demokratik karar alma süreçleri,
hiyerarşinin reddi, farklılıkların korunması, çeşitlilik ve ağsallık yeni
örgütlenme biçimlerinin vazgeçilmez ortak noktalarıdır.[9]
Kapitalizmin neoliberal politikalarının yaşama yönelik saldırılarına karşı
yürütülen direniş ya da protesto eylemleri içinde kapitalizmi nasıl aşabiliriz
sorusu, siyaset felsefesinin de birlikte sorduğu kapitalizmi ulus devletle
ilişkisi içinde nasıl aşabiliriz sorusu halini alıyor. Antikapitalist olmak
artık devletçilik karşıtı olmakla birlikte düşünülür hale geliyor. Bu 1850-1970
arasında sistem karşıtı hareketleri belirleyen stratejik paradigmanın
aşılmasıdır. Karatani’nin ifadesiyle, “Demek
ki sermayeye yönelecek herhangi bir karşı eylem devlet ve ulusu (cemaati) hedef
almalıdır. Kapitalist ulus-devlet, donanımı sayesinde gözüpektir. Üçlüden
yalnızca birini inkar ederseniz, diğer ikisinin gücü sizi halkanın içine sonuna
kadar çeker.”[10]
Bu
konuda Marksizm(lerin), anarşizm(lerin) ve politik ekolojilerin sunabileceği
bütünsel cevaplardan başka yeni toplumsal hareketlerin parçalı cevapları
mevcut. Geniş açıdan bakıldığında bu soru, ideolojilerin yükünden bağımsızlaşarak
analitik içerik kazanmış bir komünizm ve doğrudan demokrasi –temsili olmayan
demokrasi– sorunu halini almıştır. Ve bu iki kavram ailesinin karşılıklılığı
etrafında ortaklaşan teoriler giderek çoğalmaktadır, doğrudan demokrasi
pratiklerinin ve kapitalist olmayan ekonomik üretim ve mübadele biçimlerinin
yaratılması yönünde eylemci grupların yaratıcı ve deneysel pratiklerin
-patronsuz işyerleri, topluluk temelli ekonomiler, adil işbirliği deneyimleri,
kâr amacı gütmeyen kooperatif işyerleri, işgal edilmiş konutlarda kolektif
yaşam pratikleri, MST hareketinin toprak işgalleri yoluyla komünler yaratması,
Zapasitaların özerk komünal topluluklar örgütlemeleri- gibi örneklerin sayısı
çoğalıyor.
Geniş
bir açıdan baktığımızda, kapitalizmi aşma sorusu, birbirinden ayrı akımların
veya ideolojilerin verdiği alternatif cevaplar arasında en iyisini hedefleyen
seçimi yapmak gibi bir dogmatikliği kaldırmaz. Öte taraftan her radikal cevabın
muhtemel toplum tasavvurları için geçerli olabileceği bir ilişkisellik açısından
meseleye bakılabilir. Aslında fiilen yaşanan da bugün hareketlerinin bazı
meselelerinin giderek iç içe geçmeye başlamış olmasıdır. eko-sosyalizm,
eko-anarşizm, toplumsal ekoloji, otonomist Marksizm, liberter komünizm,
sosyalist feminizm, eko-feminizm, queer feminizm, anarka-feminizm,
anarko-queer, özgürlükçü sosyalizm, kapsayıcı demokrasi, katılımcı ekonomi gibi
giderek çoğalan melez siyasal yönelimlerin belirgin bir ortak özelliği vardır.
Farklı mücadele hatlarında billurlaşan, eşitlikçi, anti-otoriter, anti-hiyerarşik,
cinsiyetçilik karşıtı, ekolojist, çokkültürcü yaklaşımların radikal siyasal
terminolojinin ortak hanesine yazılması, siyasal ve gündelik pratiği belirleyen
bir ortak ethos halini alıyor. Ortak terimlerin yaygınlaştığı bir devrimci kültür
yaratıyor. Odaklanılan sorun ne kadar tek gündemli olursa olsun, aktivist
gruplar örneğin cinsiyet, yaş, deneyim, kimlik hiyerarşisi olmaksızın doğrudan
demokratik karar alma süreçlerinde yer almak, ayrımcılığın tüm biçimlerine
karşı olmak, devletten ve sermayeden bağımsız örgütlenmek, diğer aktivist
gruplarla eşitlikçi ilişkiler kurmak gibi özellikle gösteriyor. Ve çoğu zamanda
birçok aktivisti aynı anda birden çok gündemli mücadele alanının içinde yer
alırken görebiliyoruz. Bu durum devrimci militanlığın içeriğini değiştirdiği
kadar farklı mücadele alanlarında ortaklaşmış ortak etik değerlerin gündelik
hayatın içine de sirayet edecek ölçüde yaygınlaşması anlamına da geliyor. Geçiş
döneminin asıl sorunu bu noktadan başlıyor: farklı eylemcilikler arasına dağılmış
olan ortak değerleri, birbiriyle ilişkili bir değerler sisteminin ortak
değerleri haline getirip parçalı mücadeleler arasındaki evrenseli bulmak. Ya da
tikel ve tümel arasındaki, yerel ve evrensel arasındaki ya da buradaki ve
oradaki arasındaki bağı, yataygeçişliliği, etkileşimi ve ortak karar alma
süreçlerini icat edebilmek.[11]
Bizim
buralarda sistem karşıtı hareketlerin değişimi
Eski sol, Batıcı
modernleşmeyi Kemalist tarzda ya da sosyalist modernleşmeyi Stalinist / Maoist
tarzda ele alan evrensel bir ilerleme şemasına uygun olarak bir toplumsal
dönüşüm anlayışına sahipti. Toplumun hegemonik Türk kimliği dışında bırakılmış
kesimlerine duyarsız, kadınları yalnızca emekçi ya da devrimci kimliği
üzerinden algılayan, oldukça muhafazakâr bir ahlak anlayışına sahip, otoriter,
kültürel etnik dini farklılıkları önemsiz gören, başta toplumsal cinsiyet
eşitsizliği olmak üzere pek çok karmaşık sorunu, bütüncül bir anlatı içinde
eriten, ağırlıklı olarak kentli üniversite gençliğinden çıkan militan
kadroların yönlendiriciliğindeki bir toplumsal hareket söz konusuydu. 12 Eylül
1980 darbesinin ardından 90’ların başındaki göreli serbest siyasi ortamda bu
şemayı sorunsuzca yeniden canlandırmak isteyen sol kadroların bir kısmı bugün
de varlıklarını sürdürüyorlar.
Öte
yandan yavaş yavaş 80’lerde Türkiye’de yeni türden bir toplumsal hareket
yelpazesi şekillendi. Kadın, ekoloji, lgbtt, kent mücadeleleri, insan hakları
örgütleri, yerel ekoloji direnişleri, çiftçi örgütlenmeleri, öğrenci
hareketleri, işçi hareketi, kamu çalışanları hareketleri, güvencesiz
çalışanların hareketleri, Alevilerin siyasallaşması, Kürt hareketi derken, eski
solun toparlayıcı şemsiyesine artık sığmayan bütün toplumsal kategoriler ayrı
ayrı açığa çıkmaya başladılar.
Aslında
eski sol dediğimiz şey, oluşumundan doruğuna vardığı 70lerin sonlarına kadar
hiçbir zaman yekpare bir toplumsal hareket oluşturmamış ve hep çok sayıda
siyasal örgütün hegemonya mücadelesi verdiği parçalı bir manzara sunsa da,
rakip her bir siyasal aktörün söylemi, kendi içinde bütüncül ve herkesi
kapsayan indirgemeci bir yaklaşımı ortaya koyuyordu. Hepsi de toplumun tüm
ezilenlerini, emekçileri, işçileri, halk sınıflarını ve etnik çeşitliliğini
temsil iddiasında olan örgütlü gruplar söz konusuydu. Aralarındaki farkların
ana söyleme dair olmasından çok nüanslar üzerinden verilen bir hegemonya
mücadelesi olduğunu söylemek adaletsiz olmaz.
70lerde
eşzamanlı olarak ileri endüstriyel kapitalist toplumlarda gelişen yeni
toplumsal hareketlerin sunduğu parçalı muhalefet biçimleri henüz burada söz
konusu değildi. 68 isyancı patlamaları solun uzun bir tarihe sahip olduğu
coğrafyalarda, eski solun otoriter, devletçi ve bürokratik yönlerinin
özgürlükçü eleştirisinin yaygınlaşması, doğrudan eylemin ve gündelik hayatta
devrim fikrinin benimsenmesi gibi yönler içeriyordu. Türkiye gibi o zaman için
merkezin daha dışındaki az gelişmiş bir ülkede ise artık radikal bir eleştirisi
yapılan devletçi sosyalist modellerin ilk kez yerleştiği ve toplumsal hareket
örgütlenmeleri içinde kurumsallaştırıldığı bir dönemdir. Türk solu ve aynı
siyasal entelektüel kaynaklardan beslenerek olgunlaşan Kürt solu için toplumsal
hareketlere şekil verecek model, devletçi, hiyerarşik öncü partiye ile
örgütlenen, anti-emperyalist ya da anti sömürgeci bir halk savaşı stratejisini
benimsemiş bir Üçüncü Dünya sosyalizmi anlayışıydı. Dolayısıyla dünya solunda
70’lerde yaşanan özgürlükçü değişim ve yeni sosyal hareketlerin etkileri ancak
80’lerin ortalarında var olan sosyalizm deneyiminin kapitalist restorasyonu
başladıktan sonra gerçekleşti.
Türkiye’de
hâlâ benzer düşünsel çerçeveler içinde düşünen farklı sollar var olmakla birlikte,
yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışıyla son yirmi yılda mücadele alanları
alabildiğine çeşitlenmiş, bağımsız siyasal mücadeleler ve yeni siyasal özneler
çoğalmıştır. Küresel toplumsal hareketin gelişiminden buradaki toplumsal
hareketler de az ya da çok etkileniyor.
Türkiye’nin
batısında olduğu kadar Kürt coğrafyasındaki toplumsal hareketlerde de
değişimler yaşanıyor. En kapsamlı örnek olan Demokratik Toplum Kongresi ve
Mezopotamya Sosyal Forumundan en minör örneklerden biri olan Kürt hareketi
içinde Lgbtt aktivistlerin veya anarşist ve liberter düşüncelerin
yaygınlaşmasına, sivil toplum örgütlerinin gelişiminden bağımsız bir kadın
hareketinin oluşumuna kadar her alameti göz önünde bulundurduğumuzda artık
terminolojimizi de değiştirmemiz gerektiren başka mücadelelerle karşı
karşıyayız. Otoriter bir ulusal sol örgüt olan PKK’nin ruhani lideri
konumundaki Abdullah Öcalan’ın çeşitli yazılarında devletçi söylemi
eleştirmesini, bir entelektüel kafa karışıklığı ya da takiye olarak almayacak
ve anlamaya çalışacaksak, dünyadaki sistem karşıtı hareketlerin radikal
söylemde yol açtığı derin ve geri dönüşsüz kırılmaya ayak uydurma girişimi
olarak değerlendirmek ilginç olabilir. PKK’nin Latin Amerika’daki ve Hindistan
ve Nepal gibi ülkelerdeki gerilla hareketlerine benzer bir yoldan geçtiğini,
ulusal kimlik mücadelesine odaklı savaş stratejisinden kademeli olarak siyasal
temsil kanallarını genişletmek isteyen, Kürtlerin artık sadece homojen bir
ulusal kimlikten ibaret olmadığının ayırdına varmış, bu yüzden de farklı
öznelliklerin ve mücadele alanlarının ortaya çıktığı bir toplumsal hareketler
ağının PKK hegemonyasından sıyrılmaya başladığı bir dönüşümün yaşandığından söz
etmek mümkün. Böyle bir dönüşümün mevcut siyasal temsilcilerin otoritesini
sarsacağını öngörebilecek bir önderliğin bu olası yönelimlerle tarihsel bir
uzlaşmaya girmesi ve siyasi projede katılımcı demokratik olarak yeniden
yapılandırılacak yerel yönetimler üzerinde kendisini gösterecek, liberter
sosyalizme yakın bir yapısal bir dönüşüm geçirmesi zorunluluk olarak kendisini
dayatmış olabilir. Fakat ilk elde görülen şu ki bu yeni yol açma denemesi,
bariz kavramsal ve siyasal tutarsızlıkları kendi içinde barındırıyor. Zira
önderlik yapısının hali hazırdaki varlığı ve hegemonyası ile ortaya attığı ve
harekete benimsetmek istediği söylem çelişiyor.[12]
Bugün
Kürt hareketinin siyasal mücadelesinde görmeye başladığımız şey radikal bir
siyasal alanın, hareket tarzları birbiriyle çekişen hatta çatışan öznelliklerin
bir arada varoluşuna gittikçe daha fazla imkân tanıyan bir alan olmasıdır.
Öteden beri bu siyaset alanını var eden şey, siyasetten dışlanmış olanların,
bütün yıkıcılıklarıyla siyasete doğru akın etmesi, devlete huruç etmesidir. Bu
alanın çeşitlenmesi, içerebileceği bütün olanakların açığa çıkması bu alanın
dolayısıyla bu alanı kuran öznelerin meşruluğunun olumlanmasından geçiyor. Nasıl
Kürt olmak bir kimlik olarak sabitlenemezse, Kürt hareketi içindeki siyasal
özneler de türdeş bir öznelliğin tabiyetindeymiş gibi kurgulanamaz. Bu ise, söz
konusu genişlemenin hareketin türdeş bir yapıda olmadığını ve bundan sonra da
olamayacağını kabul etmekten geçiyor.
Kürt
hareketi içinde farklı siyasal öznelliklerin ortaya çıkmaları, ancak onların
kendi çabalarıyla açıklanabilir, yoksa oradaki hegemonik güçlerin icazet
vermesiyle değil. Kürt hareketinin içerdiği siyasal olanakları zenginleştirecek
ve özgürlükçü siyaset biçimlerini açığa çıkaracak olanlar da bu özneler olacaktır.
Bu siyasette hangi tonun baskın, hangisinin azınlık olduğuna bakıp, azınlık
güçlerin oluşturduğu kaçış çizgilerini bütünüyle baskın tonun
belirlenimindeymiş gibi görmek sadece dışarıdan konuşmak olur.
Siyasetin
değişen anlamı
Sistem karşıtı hareketlerin
bugünkü aşamasında, siyasetin tanımının aşağıdan ya da tabana dayalı
örgütlenmeyle ortak anlama geldiğini söylemek aşırı olmaz. Siyasetin, gündelik
algılanışında, devlet işleri ya da yönetim biçimi olarak algılanması, onun
içini boşaltır. Siyasetin (politika) antik yunandaki kökensel anlamına
eleştirel bir geri dönüşle doğrudan demokrasinin teorisini oluşturan
Bookchin’le paralel şekilde Ranciere de siyasetin devlet işleri ya da iktidarı
ele geçirilme mücadelesine indirgenmesine karşı çıkar. “Siyaseti iktidara sahip olma mücadelesiyle ve iktidar pratiğiyle
özdeşleştirmek, onu daha baştan hesaptan düşmektir.”[13]
Ranciere bu sürecin kenara itilmişlerin ayağa kalktıkları ve artık kendilerine
biçilmiş kaderi, kimlikleri reddederek hayatları adına karar vermeye
başladıkları uğraklar ile bunu takip eden eylem ve örgütlenme süreçleri
olduğunu söyleyebiliriz. Siyaset, yalnızca bir egemenliğin tesisi ve bunun
yeniden onaylanması (hali hazırdaki temsili demokrasi) olarak sınırlar içine
kapatıldığında sıradan insanlar, bu sınırların dışına çıkıp, siyasetin alanını
genişletmek için kurumsal siyaset yollarını zorlayan ve gündelik hayatın her
yerini siyasallaştıran dönüştürücü eylemlere girişirler. Egemenliğin kendi
mantığı açısından siyaset, devam eden merkezi iktidar yapılarının içinde hangi
güç odağının kendisini temsil edecek kanallar yaratacağının kurumsal
mekanizmaları olarak biçimlenir. Sıradan insanlar açısından ise siyaset,
onların üstünde bir hâkimiyet tekniği olarak kurgulanmış olan bu siyasetin
kenarına itilmişlerin ayağa kalktıkları kendilerini yok sayan bu siyasal alanı
genişlemeye zorladıkları, kısaca sınırları ihlal ederek çatışmacı bir biçimi
devreye soktukları uğraktır. Kimdir bu sıradan insanlar? Erkek egemen düzenin
kamusal alandan dışlamayı ve ev içi emek sömürüsü süreçlerine hapsettiği
kadınlar, kendilerine ait karar verme yetisinden yoksun görülen çocuklar ve
gençler, hâkim ulus kimliğinin dışta bıraktığı etnik kimlikler, bir ülkenin
vatandaşlık haklarından mahrum tutulan göçmenler, işçiler, işsizler, güvencesiz
çalışanlar. Genel ve soyut bir çoğunluk değil ama sonu gelmez şekidle iktidar
ilişkilerinin ürettiği azınlıklar. Deleuze’ün deyişini hatırlayalım: “Çoğunluk
hiç kimsedir, azınlık herkestir.”
Sonuç
niyetine, sol liberalizmin başka bir eleştirisi
Türkiye’de güncel
radikal / sistem karşıtı siyasetin en tartışılan konularından birisi sol
liberalizm. Diğer tartışma olan Kemalist ulus devletçiliğin hegemonyası zaten
ağır bir sarsıntı geçiriyor olduğundan ötürü onu hâlâ radikal siyasetin karşısına
dikilen belirleyici engel olarak görmek anakronik bir hale geldi.
Sol
liberalizm, genelde iki uçtan birbirine yönelen fiili ittifaklarla ya da
söylemsel karışmalarla kendini gösteriyor. Birincisi kimlikler sorununa ve
demokratikleşme sürecini kimliklerin mevcut siyasal sistem içinde temsil
imkânına kavuşturmaya yönelik bir siyasayı izleyen ve bunun içinde ordunun
siyaset üzerindeki vasiliğini altüst etmeyi birinci aciliyet olarak tarif
etmeyi hemen hemen bir siyasal program seviyesinde sunan siyasal liberalizmin
savunucusu entelektüel çevre. Kürt sorunu, azınlıklar ve onların vatandaşlık
hakları, aleviler ve dini cemaatlerin kamusal alandaki etkinliklerinin önünün
açılması önde gelen meseleler arasındadır bu yaklaşımda. Bu siyasal
liberalizmin katı ulus devletçi bir çerçeveyi ya da Kemalist modernleşme
zihniyetini aşındırmayı hedef aldığı onun ortalama iddiaları arasındadır. Sol
liberalizmi, sola liberalizm noktasından eklemlenen bu unsurlar ile liberalizme
sosyalist soldan eklemlenen diğer unsurların oluşturdukları bir yelpaze olarak
tarif edebiliriz. Sol liberalizmin sosyalist kanadı, daha ziyade sosyalist
mücadelenin önünün açılmasını sağlayacak demokratik standartları temin eden
asgari hukuki zeminin oluşması ve güvence altına alınması açısından meseleye
yaklaşıyor. Bu yüzden de Avrupa Birliğine giriş için gerekli düzenlemelerin
hükümetlerce yapılmasını da öncelikli gündem maddelerinden birisi olarak
savunuyor.
Kürt
hareketinin yarattığı toplumsal mobilizasyon, hareketi yönlendirici iç
kuvvetleri ve hegemonik aktörleri aşacak bir doğrultuda, aşağıdan yatay
örgütlenmeleri eklemleyerek, çağdaş anti-kapitalist hareketlerin geldiği
noktaya varmak üzere. Bu noktada sorunu ulus-devlet çerçevesi içerisinden,
parlamenter reformlarla ya da AB’nin talep ettiği uygun hukuki düzenlemelerle
çözülebileceği yanılmasını yaygınlaştıran sol liberalizmin eleştirisi,
anti-kapitalist hareketlere içkin doğrudan demokratik ve komünalist eğilimlerle
yapılabilir.
Zira
bugün Türkiye ve Kürdistan’daki toplumsal hareketleri, gayri resmi, içkin bir
özgürlükçü siyaset formundan alıkoyacak yön saptırması Kemalist
ulus-devletçilikten ya da onun müttefiki konumundaki bazı sosyalist
eğilimlerden gelmiyor. Asıl saptırma, özgürlükçü kavramları bir negatif
özgürlük tasavvuru üzerinden şekillendirmekte olan sol liberalizmin sol
kanadından geliyor. Bu sol kanat sol liberalizm, dünyadaki sistem karşıtı
hareketlerin 70lerden sonra bürokratik sosyalizmlere yaptığı eleştirileri
liberal tarzda devşirerek, taban hareketlerine yönelik bir motivasyonu beslemek
yerine, anti-kapitalist devrimci bir özgürlükçü anlayışı, sözüm ona otoriter
solun eleştirisi iddiasıyla kalıcılaştırdı. Bundan çıkan sonuç ise,
demokratikleşme ve haklar mücadelesini sınırlı bir radikal demokrasi arayışı
içinde ifade etmek halini aldı. Kürt hareketine yönelik akıl vermelerle de
kendisini gösteren bu yaklaşım, hareketin içinden gelecek içkin bir özgürlükçü
eleştiriyi de sol liberal bir mecraya akıtma etkisi yaratmakta. Ne yazık ki
bunun Kürt hareketinin siyasi önderleri arasında da alıcıları var. Otoriter
solun olduğu kadar sol liberalizmin de siyaset tasavvuru, toplumsal hareketleri
siyasetin o klasik alanına geri fırlatmaya teşebbüs ediyor: yani devlet işleri
ya da iktidardan pay alma mücadelesi olarak siyaset. Bu ise siyasetin ezilenler
açısından reddinden başka bir şey değil.
Ranciere’e
kulak verelim: “Siyasal olan iki ayrı
türden sürecin karşılaşmasıdır. Birincisi hükümet sürecidir. Cemaat halinde
insanların bir araya gelişini ve rızalarını örgütlemekten ibarettir ve temelinde
yerler ile görevlerin hiyerarşik bir dağılımı vardır. Bu sürece polis adını
vereceğim.
İkincisi ise eşitlik sürecidir.
Herhangi birisinin herhangi bir başkasıyla eşit olduğunun varsayılması ve bu
eşitliğin doğrulanması kaygısının kılavuzluk ettiği pratiklerin oyunundan
ibarettir. Bu oyunu anlatacak en uygun ad, özgürleşmedir.”[14]
Sol
liberalizm ve ulus-devletçi siyasi çizgiler, ezilenlerin özgürleşme sürecinde
siyaseti polis hattında saptırmaktan
başka bir işlev görmüyorlar.
[1] 19. Yüzyılın sosyalizm çeşitliliğini
anlatan tarih çalışmalarının yanı sıra ana noktaları ve dönüşüm uğraklarını
sunan sistemli ve tarihselleştiren bir yaklaşım için bkz. Immanuel Wallerstein,
“Sistem Karşıtı Hareketlerin Tarihi ve İkilemleri” G. Arrighi, I. Wallerstein,
S. Amin, A. G. Frank (Der.), Büyük
Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi, İstanbul: Alan, 1993, ss. 10-53. ve W.G. Martin, Toplumsal Hareketler 1750-2005,
İstanbul: Versus, 2008.
[2] Burada neden
anarşizmi, özgürlükçü sosyalizm ve özgürlükçü komünizmin toplumsal mücadeleci
geleneği olarak tarif ettiğim açık: başlangıcından itibaren bir devrimci
toplumsal felsefi ve siyasal akım olarak anarşizm (toplumsal gelenekleri) ile
toplumsal devrimle ilgili bir projesi olmayan bireyci anarşist eğilimleri
birbirinden ayırıyorum. Birincisi yoğun toplumsal hareketler olarak
örgütlenirken diğer devrimci akımlarla önemli farkları olmasına karşın yakın
akraba bir siyaset geleneği içinden ortaya çıkar. Burada basitçe Bookchin’in
formüle ettiği toplumsal anarşist yaşam tarzı anarşizmi ayrımına yaslanmıyorum.
Farklı olarak, anarşizmi, tüm sosyalist, komünist akımların içinde yer aldığı
daha geniş tarihsel şebekenin bir parçası olarak, yani mülkiyet karşıtı,
radikal eşitlik ve özgürlük anlayışına yaslanan devletsiz toplumsallık biçimlerini
arayan en eski heretik dini akımlardan, komüniteryan ve özgürlükçü halk
hareketleri mirasına kadar yayılan bir deneyim içine yerleştiriyorum.
[3] Miladi bir
nokta olarak değil ama dramatik bir artışı tetikleyici bir uğrak olarak Seattle
99’u alırsak, on küsur yıldan beri dünyayı değiştirme meselesini doktrinlerin
çerçevesi dışına çıkararak ya da melez biçimler yaratarak tartışan ama hepsi de
devletçi siyaset paradigmasını terk etmekte olan devrimci metinlerdeki
çoğalmayı, bunlar arasındaki eş zamanlılığı ve ilişkisel tartışmayı dikkate
almalıyız. Jacques Rancière veya Alain Badiou gibi komünist filozofların
çalışmaları, Negri Hardt’ın İmparatorluk,
Çokluk ve Commonwealth üçlemesi; Holloway’in İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek ve Kapitalizmi Yarın kitapları gibi otonomist Marksist metinler, Kojin
Karatani’nin Transkritik kitabı,
Katılımcı Ekonomi (Michael Albert ve Robin Hahnel gibi) üzerine yapılan
çalışmalar, politik ekoloji alanındaki teorik üretimler, feminist ve queer
çalışmaların ve politikaların giderek daha keskin bir radikalizm sergilemeleri,
katılımcı, doğrudan ya da kapsayıcı demokrasi (Takis Fotopoulos) teorileri,
anarşizm üzerinde devasa bir militan ve akademik külliyatın birikmesi gibi
buraya sığması mümkün olmayan genişlikte militan düşünce üretiminin,
içerdikleri bütün farklara rağmen hepsi de kapitalizmin aşılmasını radikal bir
eşitlikçilik, radikal bir özgürlükçülük ve hiyerarşik olmayan siyasal
örgütlenme biçimlerine bağladıklarını kaydetmek gerekiyor.
[4] Immanuel
Wallerstein, “Sisteme Karşı Yeni İsyanlar”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=281
[5] Claus Offe.
"Yeni Sosyal Hareketler. Kurumsal Politikanın Sınırlarının
Zorlanması," Kenan ÇAYIR (ed.), Yeni
Sosyal Hareketler, İstanbul: Kaknüs, 1999.
[6] Bu
söylediklerim için en güncel örnek Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın
eşcinselliğin hastalık olduğuna dair beyanatları ve ikinci olarak da geçtiğimiz
aylarda toplanan Aile konferansıdır. Bu konunun iktidar açısından nasıl bir
siyaset içerdiğine dair çok taze ve güçlü bir analiz yazısı için bakınız: Emrah
Göker, “Devletin Evanjelist Aygıtları”, Express,
Ocak 2011, sayı 116, s. 18-21.
[7] Gilles Deleuze,
Issız Ada ve Diğer Metinler, çev.
Ferhat Taylan - Hakan Yücefer, Bağlam Yayınları 2009, s. 432
[8] Cornelius
Castoriadis, Marksizm ve Devrimci Kuram,
çev. Hülya Tufan, İletişim Yay, 1997, s. 25. ayrıca Castoriadis, “Günümüzde Marx”, Dünyaya, İnsana ve Topluma Dair, çev.
Hülya Tufan, İletişim Yay, 3. Basım, 2005. Benzer bir tartışmayı yapan Badio da
bir doktrine ya da örgütlenme geleneklerine alışkanlıklarına değil, devrimci
projeyi hareket ettiren motivasyona ve onun şimdiye dönük eleştirisine ve
geleceğe dönük tasavvuruna, en önemlisi dünyayı insanların kendilerinin değiştirebileceğine
olan bağlılığa sadakate vurgu yapıyor. Alain Badiou, “Sadakata Sadakat: Eski
Siyaset, Eski Örgütlenme Biçimi Doygunluğa Erişince”, Mesele, Sayı 9, Eylül 2007, ss: 31-33.
[9] Günümüz anti
kapitalist hareketlerinin nitelikleri üstüne analitik bir çalışma için bak.
Simon Tormey, Yeni Başlayanlar için
Anti-Kapitalizm, çev. Ümit Aydoğmuş, Everest Yayınları, 2004.
[10] Marx’ın
kapitalizm analiziyle ulus-devlet karşıtı bir özgürlükçü komünizmi ve
Proudhon’u birleştiren istisnai bir çalışma için bak. Kojin Karatani, Transkritik Kant ve Marx Üzerine, çev.
Erkal Ünal, Metis 2008, s. 41.
[11] “Tarihsel olarak biz şunu anladık ki, içinde
bulunduğumuz tekil durumları anlamak için tümel terimlerle düşünmeyi kavramak
gerekir. Oysa şu ana dek toplumsal bir değişim hipotezi, her zaman için, sanki
bu tümel soyut bir globallikmiş gibi, somut durumların üzerindeymiş gibi işlev
gördü.” Miguel Benasayag ve Florence Aubenas, Direnmek Yaratmaktır, çeviren: Işık Ergüden, Versus Yayınları,
2007, s. 2.
[12] İrfan Aktan Express dergisindeki “Teoride ve
Pratikte Özerklik” isimli yazısında, demokratik toplum kongresi çalıştayı
sonrasında ortaya çıkan eleştirileri ve muhtemel gelişmeleri değerlendirdiği
oldukça toparlayıcı yazısında, konuya dair eleştirilerini zikrederken Öcalan’ın
yaklaşımları hakkında düpedüz iyimser bir aşırı yorum yapıyor: “Öcalan, aslında alternatif küreselleşme
hareketlerinin temel argümanları üzerinden bir tarif yapıyor” diyerek
kendisini alıntılıyor. Bunu söylerken, alternatif küreselleşme hareketlerinin
başta gelen özelliğinin liderlik içeren temsil yapılarını ve siyasal partilerin
dışındaki tabana dayalı hareketler olduğunu bilerek ihmal ediyor gibi. Kürt
hareketi içinde, bağımsızlaşma eğilimi gösteren yeni sosyal hareketlerin
önderliğe rağmen oluşması ayrı birşeydir, bu hareketlerin merkezden yürütülmesi
ayrı bir şeydir. Exress, Ocak 2011,
Sayı 116, s.17.
[13] Jacques Rancière, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, 2007,
s. 139.