8 Aralık 2012 Cumartesi

Erkeklik ve iktidar ortaklığı

Erkeklerin en çok bildiği ama en çok inkâr ettiği sır:


Erkeklik sorgulanıyor. Erkeklik, artık erkekler tarafından da sorgulanabilir bir konu olarak görülüyor nihayet. Feminist ve Lgbt hareketlerinin yaygınlaşması ve güçlenmesinin de doğrudan bir etkisi olarak görebiliriz bunu aynı zamanda. Yaşadığımız ülkede bu alana dair şimdiye kadar neler yapıldığının özetiyle başlayalım: erkekler 2008’de ilk defa kadına yönelik şiddet, taciz tecavüz, homofobi, transfobi ve nefret suçları gibi konularda kendi inisiyatifleriyle sokağa çıkmaya ve eylem yapmaya başladılar. Bu sürecin ilk göze görünür aktörü olan Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi isimli anti-otoriter inisiyatifle birlikte bir takım farkındalık çalışmaları, sohbetler, atölye çalışmaları yapıldı. Bedi’nin doğrudan etkisi mi yoksa dönemin getirdiklerinden mi ayırt etmek zor, farklı sol, sosyalist partilerden de erkekler sokağa çıktılar. Esp, Edp, Yeşiller Partisi, BDP, gibi sol partiler de çeşitli zamanlarda öncelikli olarak kadına yönelik şiddeti protesto etmek için sokağa çıktılar, eylemler yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. İstanbul, Ankara, Van, Adana, İzmir, Diyarbakır, Malatya, Eskişehir (bilebildiklerim bunlar) gibi şehirlerde çeşitli zamanlarda çeşitli sol, sosyalist çevrelerden erkekler benzer eylemler gerçekleştirdiler. Bunun yanı sıra Erkek Muhabbeti isimli bir atölye çalışmaları dizisi de Sogep’in projesi olarak hayata geçirildi ve sürüyor. Geçtiğimiz Haziran ayında bu kez Kürtaj Yasağına Karşı Erkekler adıyla bir inisiyatif oluşturulmuş ve bir protesto yürüyüşü gerçekleştirmişti. İnternette bu konuları odağına alan bir kaç sosyal medya grubu da mevcut. Bazı blog ve web sitelerinde birçok yazılı kaynak ve bilgilendirici materyal toparlanıyor. Akademik alanda giderek artan bir üretim söz konusu: Son birkaç yıl içinde eleştirel erkeklik çalışmaları çerçevesi içinde görebileceğimiz yeni yeni telif kitaplar çıkmaya başladı. Konuyla ilgili tez çalışmalarının yanında ilk kez bundan 2 yıl önce bir de akademik sempozyum düzenlenmişti. Ana akım basında da bazı köşe yazarlarının konuyu sürekli olarak gündeme taşımasını da bu başlıklara ekleyebilirim.
Birkaç yıldır peş peşe birbirine eklenen ve bu dönüşüm alanını küçük katkılarla şekillendiren bu örneklerin en yenilerinden biri kendi alanında bir ilk oluşturan bir kitap: Bilinen Sır: Erkeklik ve Sosyalist Erkekler, Mesut Çeki tarafından derlenmiş. Çalışma bir grup erkeğin konuya dair doğrudan kendi deneyimlerinden ve erkekliği sorgulama süreçlerinden yola çıktığı yazılardan oluşuyor. Kitaba katkıda bulunan erkekler örgütlü sol hareketin içinden geliyor. Hem kendi içlerinde atölye çalışmaları ve konuya dair okumalar yürütmüşler hem de sokaktaki protesto eylemlerinin bazılarını örgütlemişler. Hatta bazı semt kahvelerine giderek atölye çalışmaları da yapmışlar.



Kitabın 17 yazarı toplam 18 metinde konuyu kendi deneyimleriyle ve dönüşümlerini nasıl gördüklerini anlatarak ele alıyor. Sosyalist feminist teoriden, Marksist literatürün bazı kaynaklarına, Lgbt hareketinden toplumsal cinsiyetin cinsiyet devrimi perspektifiyle birlikte ele alınışına ve Kürt özgürlük mücadelesinin bu konuya dair üretimlerinin katkısına kadar çeşitli meseleler tartışılıyor. Tartışılan en önemli sorunlardan birisi de örgütlü mücadele içindeki kadın yoldaşlarıyla ilişkiler sorunu. Kitapta yazan her erkek açısından kendi zihniyetinin yol açtığı sorunlara dair çok kayda değer bir farkındalık, bir yüzleşme boyutu mevcut.
Bu gibi yüzleşmelerin yapıldığı metinlerde en zorlayıcı nokta özellikle erkeklerin kendi deneyimlerini ele alırken, kendi duygularını başkalarına açmakta çekingen davranması ve rahat yazamamasıdır. Bir atölye çalışmasının yüz yüze ortamında yakınlık hissettiğimiz kişilere bile son derece sakınımlı davranabiliyoruz. Ancak bu yazıların tümünde, bu sınırlamayı aşmayı, kendi kırılganlığını da açık etmeyi isteyen ve bunu yer yer de başaran göze çarpan bir çaba var. Meselenin bu yönü, ortaya atılacak bütün çözümlemelerin ve derin politik analizlerin ötesinde bir önem taşıyor.
Erkeğin kendi iç dünyasında gerçekleştireceği dönüşüm, başkalarıyla sosyal ilişkilerinde yaşadığı duygulanımlarının dahi toplumsal olarak inşa edilmiş yapılardan süzülerek somutlaştığının bilincine varmakla mümkün. Bu, “duygularımız bize ait değildir” demek anlamına gelmez, ancak “duygulanımlarımız bile” salt mahrem ya da kişisel değildir. Kişisel olan aynı zamanda politiktir, aynı zamanda toplumsal ve kültüreldir.
Biz bunu birbirimizle yazılı ya da sözlü olarak deneyim paylaşımı esnasında deşifre edebilirsek aynı zamanda politik bir mesele de kılabiliriz. Dünyayı dönüştürme mücadelesinin kendimizi dönüştürme mücadelesinden ayrı bir şey olmadığını ayırt etmenin bir yolu da birbirimizi dönüştürmeye açık olmak, yani kendimizi açık ve eleştirilebilir kılmaktır. Bu yüzden erkeklik sadece bir benlik dönüşümü meselesi olarak kavranamaz, bir kolektif mücadele alanı olarak kavranması gereken şeydir. Kitabı özel ilk kılan şey de bu: elbette her okur, radikal / devrimci politikayı kendi algılaması çerçevesinde kitapla farklı şekilde ilişkilenebilir. Ancak deneyimin kolektif paylaşımı olarak görebileceğimiz bu çalışma, her birimizin farklı çevreler içinde kendi erkekliğimizle ne şekilde uğraşabileceğimize ve bunu bir devrimci politik dönüşüm mücadelesi olarak nasıl kavrayabileceğimize dair somutlaşmış bir örnek sunuyor.
Önsözde Mukaddes Erdoğdu Çelik’in dediği gibi “Kuşkusuz bunlar ilk devrimci girişimler, arkasının gelmesi gereken uzun soluklu mücadelenin başlangıcı sayılmalı”. Henüz bir arpa boyu kadar yol gitmedik, ama bu bile ne kadar uzun bir süreçten sonra, kendi dirençlerimizi birer birer kırmaya başlayınca oldu. Şimdi erkekliği sorgulamanın, egemen erkeklik ve iktidarla özdeşleşmemizi reddetmenin ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu görebiliyoruz.
Örgütlü bir mücadele haline henüz gelememiş olsa da küçük farkındalık gruplarıyla, atölyelerle, düzenli okuma ve tartışmalarla daha da yol alabileceğimiz aşikâr. Sadece sokaklarda sesimizi duyurarak egemen erkekliğin dışına çıkmaya çalışmanın mümkün olduğunu göstermekle kalmamalı, örgütlü mücadelenin bütün alanlarında, sendikalarda, stk’larda, parti örgütlerinde, üniversite kantinlerinde, eylem alanlarında, kültür merkezlerinde bizzat erkekler çalışmalar örgütlemeliyiz. Bilinen Sır gibi kitapların daha da çoğalması ve kolektif deneyimlerin artması için.

Bilinen Sır - Erkeklik ve Sosyalist Erkekler
Derleyen Mesut Çeki, Akademi Yayın Ceylan Yayıncılık, Mayıs 2012

8 Kasım 2012 Perşembe

Anarşizmin bu topraklardaki alımlanışına ve güncel durumuna dair

Bir süreden beri 'anarşizmin kavramlarıyla konuşan bir liberalizmle karşılaştığımızı' düşünüyorum. Her an otoriter akıl yürütmelerin eline geçebilecek kadar kaygan bir 'beyan esastır' düsturunu bir kenara bırakıp, 'ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz' demeyi zorulu kılan bir durumla karşı karşıyayız. Bunun da ötesinde bütün muhalif kesimleri ilgilendiren kritik politik konulardaki anarşistler arasındaki değişen tavır alışlar ve beyanatlara bakıp, bu beyanların bir kısmının -özellikle pek çok örneğini itaatsiz.org ve anarşist isimli derginin çevresinde gördüğümüz- özellikle siyasal liberallerin ve liberal sosyalistlerin tutumlarıyla konjontürel dalgalanmalar içindeki benzeşmesini takip edersek bu tarif ettiğim durumu daha net görürüz. Son olarak açlık grevleri karşısındaki burada özetlemek bile gerekmeyecek -artık anarşistler arasında neredeyse herkesçe bilinen- tutumlar ayrışması bunun tipik göstergesi oldu. Benzer ayrışmaların şiddetin kullanımları, anti-militarizm, Kürt özgürlük hareketine yaklaşım, anarşizmin toplumcu-komünist geleneğine yaklaşım, Marksizm’in anarşizmle de yakınlaşabilecek heterodoks yorumlarına yaklaşım, sosyalist çevrelerle ilişkiler, örgütlenme konusundaki yaklaşımlar, din-İslamiyet konularına bakış farkları gibi eksenlerde de yaşandığı biliniyor.
 Kısaca bütün ayrışmalar ilk bakışta ideolojik veya farklı anarşizm anlayışları üzerinden kuruluyor gibi görünse de kırılma daha farklı: siyasal iktidarın saldırılarına karşı mücadele yürüten politik öznellikler arasında anarşistlerin, anti-otoriter ya da liberter olduğunu beyan edenlerin nasıl bir rol oynayacağı hususunda şekilleniyor bütün ayrışmalar. tabi bu ayrışmaların 'anarşizmin otantik özünü korumak isteyen' has anarşistlerle onu 'reel siyaset'e bulaştırmak isteyenler arasında olduğunu öne süren zayıf bir demogoji de mevcut. Bu demogojinin kendi kendisini çürüttüğü nokta ise tam olarak şu: bu demogojiye sıkça başvuranların neredeyse ortak hattını oluşturan sol liberalizm, demin de saydığım belli başlı tüm kritik siyasi konularda tavır alışlarının özeti oluyor. Yani otantik anarşizmin katiyetle saf, bozulmamış bir halinin gereklerini dile getirdiğini iddia edenler, her ne hikmetse tam da gündelik siyasetin en temel noktalarında sol liberal akımlarla -siyasi liberaller ve liberal sosyalistlerle- neredeyse aynı dili, ama onun biraz daha bireyci bir versiyonunu paylaşıyorlar. yani kendi siyasi pozisyonları da elbette hepimizin olduğu gibi, yaşadığımız ülke ve dünya gündemini enine boyuna kesen tüm mevcut siyasal fay hatlarıyla belirleniyor. Ancak yine de gündelik politikaya bulaşmadan tertemiz bir konumda anarşizmin saflığını koruduklarını iddia edebiliyor bahsettiğim çevreler. Tuhaf bir durum: toplumsal devrim değil de anarşizmin müritleri olmanın kendisi amaç haline geliyor.
 Kabaca iki hat çıkıyor karşımıza: bir tarafta içe dönük, kapalı topluluk kurma eğilimli, anarşist kimliğini vurgulayan, bireyciliğe daha fazla değer biçen ve kendi varoluşunu sol karşıtlığını, hatta karalamacılığını misyon edinmek üzerinden kuran, pratik mücadeleler yaratmaktan çok anarşizmin tarih üstü değişmez ilkeleriyle bir grup olarak saflığını koruma çabasını öne çıkartan bir anarşizm yorumu. diğer tarafta radikal toplumsal mücadeleler içinde kompleks duymadan diğer devrimci gruplar ve bireylerle birlikte varolmakta, yeri geldiğinde işbirlikleri kurmakta beis görmeyen; anarşizmin tarihsel devrimci hattını ve günümüzün toplumsal mücadelelerini tutarlı bir şekilde sahiplenen; anarşist kimliğinden ziyade, anarşizmin, devrimci mücadeleye kattığı anti-hiyerarşik örgütlenme ve atak isyankar boyut, doğrudan eylem, temsilin reddedilmesi gibi pratik yönlerini öne çıkartan; ekolojist, hayvan özgürlüğü mücadelesi, göçmen mücadelesi, feminist, lgbt, kent mücadeleleri, emek mücadeleleri, Kürt özgürlük hareketi, savaş karşıtı protestolar gibi alanlarda farklı çevrelerle işbirliğine-eylem ortaklığına ya da birlikte mücadele yürütmeye yatkın; anarşizmin fikri saflığından çok çağdaş düşünce içindeki birbiriyle kesişen özgürlükçü radikal düşünce hatları arasında bağlantılar kuran ve bu anlamıyla çeşitli güncel toplumsal mücadele alanlarına etki eden ve buralarda yatay örgütlenme biçimleri geliştiren bir hat. Elbette bu kalın çizgilerle belirlediğim ayrımın homojen olduğunu söyleyemem, her iki hat da içinde çeşitlilik barındıyor. Ancak bu ayrışmanın özneleri özellikle belirgin konularda birbiriyle oldukça sert seyreden tartışmalara girdiğinde, sol liberal bir ziyniyet yapısının ilk hatta çok bariz bir şekilde olgunlaştığı görülüyor. Beraberinde entelektüel planda anarşist bir devrimci tutumla ilgili olamayacak türden muhafazakâr ve liberal görüşlerin tuhaf melezleriyle de karşılaşıyoruz.
 Bugünlerde birisinin anarşistlik beyanından, hiç de onun devrimci, özgürlükçü, radikal anlamda eşitlikçi, anti-kapitalist, cinsiyetçilik ve homofobi karşıtı, genel ahlak karşıtı, muhafazakârlık karşıtı ya da yaşadığımız coğrafyayı boydan boya sınıfsal ve kültürel olarak kesen beyaz türk / kürt kimliğinin yarattığı yarılmayı aşmaya yönelik gerçekten eşitlikçi bir politikadan yana olduğu gibi bir sonucu yazık ki çıkaramıyoruz. Anarşist dendiğinde, daha çok metodolojik bireyciliği benimsemiş, apolitik, örgütsüzlüğü özgürleşme olarak gören, bireysel farklılığı yücelten, eylemciliği yüzeysel bir gösteriye, isyanı da sadece kuru bir ruh haline indirgeyen bir tipoloji akla geliyor daha çok. Bu tek taraflı olarak anarşizme gıcık olan "solcu"ların ürettiği bir stereotip değil. Aynı zamanda anarşistlerin de kayda değer bir kısmının severek benimsediği veya kendilerinin de yeniden  ürettiği bir kalıp.
 Bu çerçevede, anarşizmin olmazsa olmaz bir boyutunu oluşturan anti otoriterlik,  soyut bir kavrama dönüşüyor ve yalnızca pratikte kolektif mücadele yolları geliştirmenin altını oymaya yarayan, aşırı kuşkucu bir mazeret halini alıyor. Sanki insanların kolektif bir araya gelişleri zorunlu olarak otorite doğururmuş gibi illüzyonlar ortalığı sarıyor. ki bu yapmacık tutum, liberallerin her örgütlü mücadelenin potansiyel olarak totaliter olduğu ve terörizme meyledebileceği vehminden bir tık farklı değil. öte yandan, bir sürü uyumsuz ve uygunsuz konum alış da kendini 'anarşizm' etiketi altında beyan edebiliyor ve bu da farklılığın onaylanması havasına büründürülüyor. bu tür bir alakasızlar yelpazesinin tuhaflıkları tartışmaya dahi açıldığında feryatlar kopuyor, bunu tartışanlar anarşizm dışı, hatta otoriter ilan edilmeye çalışıyor. Egemenlerin hizmetindeki kavramlarla konuşup, yine de ortalıkta anarşistlik beyan edenlerden geçilmiyor. Böylelikle anarşizm ölçü dışı hale geliyor: "beyan esastır!"
 Milliyetçiliğe yaklaşan yerlici fikirleriyle, liberallerin özgürlükçü olarak bağra basılmasıyla, koyu taassuba sempatiyle yaklaşan bir esneklikle, devletin bürokratlarının ağzına yakışacak sözlerle devrimci gruplara eleştiri yöneltebilmenin hoyratlığıyla, İslamiyet’in Sünni akımlarına ve halk ortalamasının sıradan ahlak değerlerine hayırhah tutumlarıyla, kurban ritüelini tasvip etmekten kürtaj yasağını savunanlara yaklaşanlarla aynı argümanları dillendirmeye varacak kadar muhafazakârlıkla içli dışlı olabilen, Ergenekon soruşturması müsameresinde iktidar partisinin toplumu militarizmden uzaklaştırdığı mavalını tekrar üretebilen birçok siyasal basiretsizlik örneğini bir bir görüyoruz ilgili cenahlarda.
 Anarşizm içindeki "her türlü farklılığı" muteber kılarak eleştirelliğin önünü kesmeye çalışan; eleştirel tartışmalara tahammülsüzce yaklaşıp kendisini dokunulmaz, saf, arı anarşizmin hakiki temsilcisi ilan eden; anarşizmi bir kimlik haline getiren, ancak özneler arası kolektif alanda inşa edilecek bir pratik olduğunu bir kenara koyan; anarşi mefhumunu sadece bir mistifikasyon haline dönüştüren; politika tartışmayan; iktidarın saldırılarına karşı toplumsal karşı koyuşların nasıl üretileceğine kafa yormayan; "her türlü şiddete karşı olma" şiarını dillerden düşürmeyip, anti-militarizmin şiddetsizliği temel alan bir biçimini anarşizmin resmi ideolojisi haline getirerek, anarşist tarihi inkar edercesine bunun antimilitarizmin olası tek biçimi olduğunda inat eden; klasik liberaller gibi sol düşmanlığını meslek edinmiş; ama muhafazakarlığa, toplumun "değerlerine" son derece hoşgörülü; kendi içindeki sınıfsal farkları ve bunun doğurduğu bakış açısı uyumsuzluklarını ve konformizmi görmezden gelmeye çalışan bir liberalizmin anarşizmin ta kendisi olarak hegemonik kılınmak istendiğini, ama bunu yapamayınca da hırçınlaştığını görüyoruz. Lakin bu anarşizm türevi, hegemonya kurabilmek şöyle dursun, teşhir edildikçe yalnızlaşıyor, kendi kemikleşmiş ön kabullerini tartışmaya açmıyor ve giderek de bu izole varoluşunda kendisini tüketiyor.
 Anarşizmin mutlak bir biçimi olmasa da, her akımında devrimci olmayanı olandan ayırmanın ölçütlerinin neler olabileceği hakkındaneyseki birçok insan hemfikir. Bu devrimci eğilimi sahiplenenler, eşitler arası bir diyaloğa hiçbir yararı olmayan gereksiz bir nezaketi bir yana bırakarak, anarşizmin kavramlarıyla konuşan bu liberalizm anlayışının, diğer sol liberaller, sosyal demokratlar, anarko kapitalistler ve liberteryanlerle aynı soydan geldiğini artık apaçık görüyorlar ve açıkça da dillendiriyorlar. Çünkü zaman içinde bu eğilim tıpkı solun önemli bir bölümünü domine eden ulusalcılık ve sol liberalizmin giderek berraklaşması gibi anarşizme sirayet eden sol liberalizm de daha belirgin şekilde kendisini şekillendirip söylemini netleştiriyor.
 Zira liberalizmin radikal bir türevi gibi görünen anarşizm çeşidi, anarşizmin devrimci eğilimleriyle kurduğu düşmanca ilişkide görüldüğü gibi hiç de antiotoriter olmadığı gibi özgürlükçü bir toplumsallaşmayı telaffuz edebilecek bir içeriğin de altını doldurabilmekten aciz. Varlığını sürtünmesiz uzayda ve ideal koşullarda tasavvur etmeye devam ediyor. Anarşizmin kavramlarıyla konuşan liberalizm, gündemin en kırılgan konularında sözüm ona bir üçüncü yol belirleme çabası içinde kabak gibi kendi kendisini daha da teşhir ediyor. aslında zaman zaman dillendirilen bu üçüncü yol her zaman en risksiz, kendine ahlaken üstün bir mevki tayin eden steril bir sinizm konumu almaktan ibaret.
 Tabi ki en bariz ayrışma noktası yine Kürt özgürlük hareketine yaklaşım meselesi: pek çok kez bu eğilim siyasal iktidarın Kürt hareketi ve onun direniş yöntemleri karşısındaki söylemine meşruiyet zemini oluşturacak açıklamalarda bulunuyor. Hoş devede kulak, kim takar sol liberal anarşistleri değil mi? Ama bu manzara, hegemonik siyasetin etkilerinin nerelere kadar uzanabildiğini görebilmek açısından anlamlı. O kemikleşmiş otantik anarşizm söyleminin, kendinden hoşnut hareketsizliğin, örgütlenme karşıtlığını öven tutumların geldiği son nokta ise saf liberalizmin anarşizmin terimleriyle konuşmaya başlamasıdır ve bazı mahfillerde anti-kapitalizmin bile anarşizmin temel bir niteliği olmaktan çıkarılmasını önermeye kadar gidiyor. Toplumsal mücadeleden, kolektivizmden, komünizmden filan söz ettiğinizde dinozor muamelesi görürsünüz. Lakin 80ler ve 90lar bitti, rüyadan, ya da kâbustan uyanmanın vakti geldi. 

1 Kasım 2012 Perşembe

İçimizdeki patriyarkaya karşı


Kadına yönelik şiddet, kadınların maruz kaldığı toplumsal baskının ya da cinsiyet tahakkümünün en çok görünen yüzünü, buzdağının su yüzündeki kısmını oluşturuyor. Kadın cinayetlerinin son on yıl içinde sayıca yüzde 1400 civarında artması ve dayak, hakaret, aşağılama, taciz ve tecavüz gibi vakalar sayısal olarak bu kadar çok iken, tecavüzcüler lehine aklayıcı kararlar veren yargı kurumu varlığını sürdürürken öncelikle şiddetin bu dolaysız yüzünü görünür kılmak, sürekli gündemde tutmak çok önemli. Bugüne kadar feminist hareket içindeki kadınlar, mücadeleleriyle bunu var güçleriyle ortaya serdi, en azından sınırlı da olsa bir farkındalık yaratılmasını sağladılar. Ancak bu tek başına yeterli değil, yetmiyor. Artık bu farkındalığın erkeklerde oluşması ve yaygınlaşması gerekiyor, birbirimizi dürtmemiz, aymazlıktan çıkmamız gerekiyor.
Kayda geçen şiddet vakaları, kadınlara karşı bir savaşı andıran taciz, tecavüz ve cinayet vakaları, artık gazetelerde veya resmi istatistiklerde bir sayısal veri olarak dillerde dolaşıyor. Ancak istatistik haline gelmesi, konunun “biz”im yani erkeklerin uzağında bir vaka olarak ele alınabilmesini mümkün kılan rahatlatıcı bir mesafe de sağlıyor. Görünür şiddetin değil de görünmez hale getirilen, görmezden gelinen, inkâr edilen, çarpıtılan hatta doğallaştırılan cinsiyet tahakkümüne doğrudan, ve kendimizden doğru bakmaya çalışmalıyız. Çünkü şiddet orada, bizden ırak bir yerde değil, daima açığa çıkmaya hazır bir potansiyel olarak, her gün sayısız ayrıcalıklarından ikiyüzlü bir ittifakla istifade ettiğimiz erkek kimliğimizin kuruluşunun temellerinde duruyor.
Erkekler açısından cinsiyet körlüğünü aşmak olarak da adlandırabileceğimiz farkındalık sadece şiddete, kadına yönelik şiddetin en çıplak, düz biçimine başvurmayı onaylamamak, reddetmek ve bunu kendi hayatından çıkarmış olmakla yırtacağımız bir mesele değil. Ne kadar istatistikler kadın cinayetlerinin arttığını bize gösterse de kendisinin, modern, steril bir temizlik noktasından şiddeti asla onaylamadığını, hayatta kimseciklere şiddet uygulamadığını ortaya koymak isteyecek bir çok erkek var, öyle değil mi? Peki bu erkekler, iç rahatlığıyla şiddeti üreten erkek egemen düzenin hiçbir şekilde parçası olmadıklarını, onu yeniden üretmediklerini de kanıtlayabilirler mi, sahiden?
Cevap basitçe Hayır. Sorunumuzu başka türlü ortaya koyalım: Evet patriyarkal bir düzen var ve bu düzen biz erkeklerin de öznelliklerini inşa ediyor. Verili erkeklik kurgusunun dışına çıkmak, başka türlü olmak, cinsiyet belirleniminin boyunduruğundan kurtulmak mümkün mü sorusunu sormak bizim için de geçerli bir soru. Şimdiye kadar bu soru sadece feminist ve lgbt hareketlerinin, kadınların ve lgbt bireylerin sorusuymuş gibi algılana geldi. Hâlâ durum çok parlak değil, erkekler cinsiyetçiliği soludukları oksijen kadar doğal ve zorunlu olarak görmeye devam ediyorlar. Ancak en azından son yıllarda dünyanın pek çok yerinde, feminist ve queer düşünceden ve politikadan beslenen erkeklerin sayısı çoğalıyor. Ve bu yüzden başta kadına yönelik erkek şiddeti olmak üzere, hegemonik erkekliği sorunsallaştıran ve kendini dönüştürmenin yollarını arayan eleştirel erkek hareketleri de artık var. Akademide de kayda değer bir çalışma alanı olarak eleştirel erkeklik çalışmaları genişliyor.
Eğer hegemonik erkekliğin dışına çıkmanın ön koşulu, sadece kadına yönelik şiddeti reddetmek ve kadınlarla ortak yaşam alanlarında iş yükünü eşit bir şekilde paylaşmayı öğrenmiş olmak olsaydı, bu yeterli olsaydı, o vakit bir çok erkeğin bu pek de zorlu olmayan sınavdan geçerek başarılı bir “performans” sergileyebileceğini söyleyebilirdik. Kadın dövmeyen, kimseleri taciz etmeyen, ve iş yükünü eşitlikçi şekilde paylaşan, kadınların söz hakkını tanıyan “kibar”, “centilmen” erkekler, bu hegemonik erkekliği bütünüyle yeniden üreten kişiler de olabilir pekala.
Erkekler açısından cinsiyet körlüğünü aşmak, yaşadığımız dünyada bir vicdan sorunu değil. Cinsiyet körlüğünü aşmak ve cinsiyetler eşitsizliğinin giderildiği bir dünyanın oluşmasına çabalamak, tıpkı kapitalist sömürü düzeninin sona ermesini tahayyül etmek gibi, radikal bir eşitlik ve pozitif özgürlük sorununu önüne koyan her muhalif bireyin başlangıç sorunlarından birisidir artık.
O halde erkekler açısından patriyarkayı anlamaya, kendi kimliğinin inşasındaki etkilerini görmeye ve bu kimliği dönüştürmeye çalışmak, başkalarının özgürlüklerine dair bir mesele değil, bizzat kendi özgürlüğümüze dair bir mesele olarak kabul görmek zorunda. Cinsiyetçi düzeni anlamak, iktidar ilişkilerinin hayatlarımızın en kılcal damarlarında nasıl işlediğini görme ve buna karşı bir pozitif özgürlük inşa etme meselesi olarak çıkar karşımıza.
Bu noktada şiddet, iktidarın bir veçhesi olarak görüldüğünde, temel mesele sadece şiddet vakalarının azaltılması değil, cinsiyetçilik de dahil, şiddet potansiyeline yaslanarak inşa edilen iktidar ilişkileri üstüne kurulu bir hayatı özgürlükçü yönde dönüştürme meselesidir.
Çünkü erklerin eşitsiz dağılımı olarak iktidar ilişkileri, başkalarının potansiyellerini kısıtlarken, iktidar sahibinin potansiyelini de yalnızca kendinden daha erksiz olan başkalarını kısıtlamak üzere iktidar teknikleri geliştirmeye zorlar. Bu yüzden iktidar ilişkileri içinde kimse özgür değildir, iktidar sahibi bile olsa.
Bir adım daha giderek, şiddetin ve patriyarkal tahakkümün kendi kişiliklerimizin inşasında da nasıl bir rolü olduğunu düşünmeye çalışmak, kadına yönelik şiddetin uzaktaki bir mesele olmadığını görünür kılar.
Biraz hafızalarımızı yoklasak, başta kendimiz olmak üzere her erkek çocuğunun ve yetişme dönemindeki genç erkeğin, çevreden gelen şekillendirmeler, telkinler yaptırımlar, kıyaslar karşısında ne kadar kırılgan ve kendilerinden beklenen erkek gibi olma çabasında aslında ne kadar çaresiz kaldığını, dayatılmış erkeklik idealine ulaşmaya çalışırken verilen her insani tavizin nasıl da kişiyi hırçınlaştırdığını, sevgisiz, sert bir hale getirdiğini, duygulanımları körelttiğini hatırlarız.
Bunu hatırlıyorsak, erkeklerin kendi aralarındaki iktidar ilişkilerinde de şiddet dilinin birincil kimlik inşası aracı olduğunu yeniden hatırlarız. Erkekçe jestlerin, erkek olmayı kutsayan bütün nitelemelerin, sahip olduğu gücün şiddet olarak dışavurumunu yeri geldiğinde çekinmeden gerçekleştiren ya da bunun gösterisini yapan bir teşhircinin tavrı olduğunu da anlarız.
Erkek cinsiyet kimliği, tahakkümün hem nesnesi hem de öznesidir. Eril tahakkümün hedefinde sadece kadınların durmadığını, daima bir başka erkeğin de durduğunu hepimiz biliriz. Çocukluğumuzdan itibaren “erkek adam” olmaya aday olmak, etraftaki olası tehditlere karşı, kendi egemenlik alanımızı açabilmek ve koruyabilmek için –dünya nasıl bir yerse her an tehdit altındayız, paranoyak devletler gibi– güçlü olmayı ve gücü kullanmayı öğrenmesi gereken varlıklarız, bu yüzden de sert olmalıyız. Tehdit ise kadınlardan değil daima bir başka erkekten gelir. Bu bir ritüel olarak oyunlara kadar girer ve en sıkı erkek dostluğu ortamlarında bile erkekler arasındaki gerilimin kaynağını oluşturur. Birbirimiz üstünde gücümüzü devamlı olarak sınayarak, kadınlar üzerinde de iktidar uygulamayı öğreniriz.
Hegemonik erkekliğin bu iki yönlülüğü erkeklerin, buna karşı mücadele etmesini zorlaştırıyor. Çünkü, kişinin hem başkasına uyguladığı iktidarı fark etmesi hem de bunu reddetmeyi öğrenmesi zordur. Bundan daha da zor olanıysa iktidar konumunda olmak için sürekli baskı altında olan erkeklerin, kendilerini bu cendereden çıkarıp hegemonik erkeklikten özgürleşmeye çalışan bir erkek olmanın neye benzer olduğunu bilememeleridir. Ya da bunu tahayyül edecek cesaretlerinin olmamasıdır. Bütün güçlü görünme histerisi bundan kaynaklanıyor. Erkeklerin her an yaşadığı en büyük korku, o özgürleşme halinin daima ‘erkek olmayana’, erkekten başka bir şeye benzer olduğunun bilincinde olmaktır. Aslında bu yanlış bir varsayım değildir. Hegemonik erkekliğin iktidarla neredeyse özdeş olması, bu erkekliğin reddedildiğinde, zayıf, güçsüz bir varlık olarak kabul edilen kadın imgesine tekabül etmesinin yarattığı korkudan kaynaklanıyor.
O halde erkeklerin, erkek olarak kalabilmek için daima hem başka kadınları ve erkekleri baskı altına almaları, hem kendi gibileriyle iktidar savaşımına girmeleri,  hem de aynı zamanda sürüp giden bu düzene itiraz etmeden, onaylamaları gerekiyor. Yani evet biz birilerine şiddet uygulamıyoruz diye işin içinden çıkabileceğimizi düşünsek de, sürüp giden erkek egemenliğine yüksek sesle karşı çıkmadığımız sürece bu onay mekanizmasının içindeyiz. Bu da bizlere bahşedilen erkek ayrıcalıklarından yararlanmaya devam etmemizi sağlıyor. Kısaca iktidar ilişkilerinin ortağıyız.
Erkeklerin kendilerine biçilmiş cinsiyet kimliklerinden özgürleşme yolunda çaba sarf etmelerinin en belirgin boyutu, erkek olmaya çalışmaksızın yaşamanın yarattığı bu korkuyu yenme yönündeki gayretleri olacaktır. Hayatları boyunca kendilerine hiçbir şeyden korkmaması öğretilen erkeklerin, en çok korktukları şeyden özgürleşmeleri… Yani iktidarı “yitirmeyi” öğrenmeleri gerekiyor.

Bu korku başkalarına ve kendilerine neler pahasına iktidar olmaya mahkûm olmak ve başkalarını da kendi iktidarlarına mahkûm etmek durumunda kaldıklarını fark etmelerini en çok zorlaştıran şeydir. Bu yüzden de erkeklerin en solcusu, devrimcisi, anarşisti de dâhil olmak üzere, hegemonik erkeklik üzerinden kendilerine bir eleştiri geldiği vakit hemen kendini savunma eğilimine girerler.
Erkeklik, hem kadınlık ve heteroseksizmle ilişkisi açısından hem de kapitalizm, devlet, hiyerarşi, militarizm, doğanın tahakküm altına alınması, milliyetçilik ve otoriterlikle ilişkisi açısından ele alınması ve dönüştürülmesi gereken bir iktidar üretim alanıdır. Bu iktidar üretim alanının orta yerinde, hegemonik erkeklik içinde kaldığımız sürece, benliklerimizi sağlıklı ve özgür bir şekilde kurma şansını daha başından kaybetmiş olan tüm erkekler, ancak patriyarka sorununu diğer politikalara bağlarsak yaşadığımız ortamda insan ilişkileri içinde sağlıklı bir eşitlikçi ortam tesis edebiliriz.
Erkeklerin kendilerini özgürleştirmek için vermeleri gereken mücadelenin henüz bir adı yok. Ama bu alanın düşünsel kaynakları çok zengin; bu alanı kurabilmek için örnek alabileceğimiz deneyimler de çok zengin. Bu alanın öznesi verili: hegemonik erkeklik.
Siyasal mücadelelerin verileceği son büyük savaş alanlarından birisi bu eril tahakküme karşı olacak. Bunun için eğer illaki bir ezilen özne arıyorsak, önce erkeklerin baskısı altındaki tüm dünyayı görmeli ve hala bunun parçası olmak istiyor muyuz diye sormalı, sonra da biz erkekler, hepimiz bu dayatılmış erkeklik kimliğinin altında biz kendimiz de eziliyoruz diye çığlık atıp kendimize bir yol bulmaya çalışmalıyız. Adı olmayan ama neyi devirmesi gerektiği apaçık olan bu mücadelenin hedefi içimizdeki patriyarkayı ortadan kaldırmaktır. Gündelik şiddeti sona erdirmenin bundan başka yolu görünmüyor.


Varlık dergisi Kasım 2012

9 Ağustos 2012 Perşembe

Bıçak-Kemik

Bıçak kemiğe dayanınca isyan kaçınılmaz olur. Bitimsizce sömürülen emekçiler, bedenlerine yapılan baskıya artık tahammül edemeyen kadınlar, eğitim hakları adım adım gaspedilen öğrenciler, yaşam alanları ellerinden alınan köylüler, kentsel dönüşüm adı altında yaşadıkları semtlerden sürgün edilen kent yoksulları, hapishanelerde her türlü zulme maruz bırakılan mahkumlar, kimlik talepleri baskı altına alınan etnik gruplar, çalmaktan, soymaktan başka çaresi kalmayan yoksullar, diktatörlüklerin baskısı altında ezilen halklar... Küçük kıvılcımlar halinde başlar ve yavaş yavaş yayılır. Kimi küçük, kimi ise devasa toplumsal patlamalar halinde, kolektif hafızaya nakşolunan çentikler atar her büyük patlama. Yenilse de boşa gitmez, bir sonraki başkaldırının hafızası olur. Böyle bir anda her türlü iktidarın baskısı altında tabi kılınan sıradan insanlar bir anlığına bile olsa iktidarın sahte dengesini bozar, onu krize sokar. İsyanlar, -ya da ayaklanmalar diyelim-, büyük toplumsal devrimlerin provaları olurlar. Ya da bazen, küçücük ödünler elde etmenin geçici anları... Asla gözle görülebilir öncüleri, temsilcileri yoktur isyanların. Öngörülemez patlamalar olarak gelirler. Kimse toplumsal isyanları önceden örgütleyemez, yönlendiremez de. Hangi çapta yayılıp genişleyeceği de önceden öngörülemez ve planlanamaz. Son derece yerel ve küçük çaplı kalabilir, ülkeler arasında virüs gibi yayılıp tarihsel uğraklar halini de alabilir Arap devrimlerinde halen devam ettiği gibi.
 Siyasal faaliyetini toplumsal dönüşüm çabalarına hasredenler, devrimci dönüşümlerin kalıcı olmasını sağlayacak yeni toplumsal inşalarla bunu yaratabilir ancak. Bu faaliyetler, bilfiil ütopik, deneysel ve yaratıcılıkla dolu, kolektif enerjiyle inşa edilmiş mekânlar kurar, kalıcı toplumsal kurumlar yaratırlar. İçi dolu kurumlar, kapitalizmden ve iktidardan boşaltılmış özgür yaşam alanları. Bunlar küçücük komünal yaşam alanları da olabilir, bir kent ölçeğinde doğrudan demokrasi alanları da olabilir -Paris Komünü'nde olduğu gibi, koca bir bölgeyi kaplayan özyönetim deneyleri de olabilir -Chiapas'taki uzun erimli Zapatista özerkliği gibi.
 İsyan eden kişi, egemenliği alaşağı etmek için varoluşunu tehlikeye atan sıradan insandır. İsyanın rengi, ne siyah, ne kızıl, ne mor, ne de yeşil diye indirgenemez. Gel gör ki geçmişte anarşizm bir siyasal tasavvur olarak anlaşılmak yerine salt bir giyim kuşam ve müzik altkültürüne nasıl dönüştüyse, onun yerine atanarak patentlenmek istenen isyan mefhumunu da altkültüre dönüştürme eğilimi belirginleşiyor. Ancak isyan, başkaldırı, ayaklanma ya da kalkışma salt bir kırılma uğrağıdır. Güç dengelerinin, henüz ne kadar süreceği belli olmayan bir anında, boyun eğmeye karşı direnişin başlaması ya da görünür hale gelmesidir. Kendisini ezen iktidara karşı uzun süre boyun eğmiş sıradan insanların, 'artık yeter' dediği andır. Bir 'hayır!' olarak ortaya çıkar.  Bir çok eveti gündeme getirir, getirmeyebilir de, sönüp gidebilir de.
 Hes direnişçileri arasında, Gerze’deki Termik santrale karşı mücadele eden yerel ahalinin ya da elektriği kesildiği için yol kesip lastik yakan Niğde'deki köylülerin arasında ya da kimlik haklarının ötesinde özerk bir özyönetim inşa etmek için on yıllardır başkaldıran Kürtlerin arasında sadece sıradan insanları görürüz. Başkaldırı yaşamın dönüştürücü ve her gün yaşanan bir parçası halini de alır bazen bu uzun yürüyüşlerde. Onlar devlete, kapitalizme, patriyarkaya, tektipleştirici dışlayıcı eğitime, köleleştirici çalışmaya, homojenleştirme eğilimlerine, asimilasyona, kişiliksizleştirilmeye  başkaldırır, uzun soluklu mücadeleler verirler. Şeyleştirilmiş, kimlikleştirilmiş 'isyancılık' ise isyanın somut mücadelesinden farklı olarak bir altkültür içine, arkadaş çevresine, neşeli bir öfke boşalımı anının fantazisine hapsolur. Protesto esnasında sıradan insanların, devrimcilerin, miltianların, eylemcilerin girdiği çatışmanın aşağıdan yükselen öfkesi ile bunu kişisel mülk edinmek isteyenlerin isyanı sermayeleştirmesi arasındaki farkta yatar bütün mesele. Asla devrimci mücadelenin somut öznelerinin trajikliği ile alakası olmayan bir küçük burjuva, bir lümpen fantazisi… Baştan sona yılışık bir bireycilikle şekillenen ahbap çavuş ilişkisinden ibarettir şeyleştirilmiş isyan. Tüm bunların parçalı mücadeleler boyunca yürüyen bir toplumsal devrimle, gündelik hayatı dönüştüren yerel direnişlerle uzaktan yakından alakası yoktur. Kendi kendini şişirip pohpohlamaktan, böbürlenmekten ibaret bir egoizm, liberalizmin biraz renk değiştirmiş 'bana dokunmasınlar' bireyciliğinden türetilirken, toplumsal devrim fikri gözden düşürülmek istenir. Farklı alanlarda yürütülen mücadeleler küçümsenir. Eylem sadece protestoya, kısaca kolluk güçlerine karşı bir tür sembolik mücadele anına, gövde gösterisine indirgenir. (Protesto, çatışma, yaratıcı yöntemlerle gerçekleştirilecek sabotajlar ya da yerinde kullanıldığında itaatsizlik yöntemleri ise mücadelelerin daha geniş kurucu süreçlerine eşlik eden uğraklarındandır sadece, önceden belirlenmiş tarzlar halini aldığındaysa sadece eylemciliğin profesyonelleşmesine, meslekleşmesine işaret eder. Mücadelelerin daha geniş toplumsallaşması ise, eylem yöntemlerini sabit tarzlara indirgemeden mümkün.)
 Toplumsal devrim sıradan insanların kendi kendilerini özgürleştirmeleri için iktidar ilişkilerine karşı, her iktidar düğümü etrafında ayrı yoğunlaşmalarla kolektif mücadelelere girişmeleridir. Bunu karşısına alan aşırı bireyciliğin isyancı fantazisinde ise egemen iktidarın ürettiği otoriter bireyciliğin, kişiler arası eşit ilişkiler kurmakla alakası olmayan tabiyet kültürünün, ve muhafazakar ahlakçılığın yarattığı karakter tipi kılık değiştirir ve tarihsel anarşizmin ve komünizmin sahip olduğu devrimci özgürlükçü çizgiyle ikame edilmeye çalışılır. (Anarşizmin bir bölümünü esir alan aktüel sol liberal eğilimin, hatta anarşist kimlikçiliğin felsefi liberalizmle tam ayrışamamış otantik bireyci bir varyantının tamamlayıcı bir kutbu; ondan ayrışamamış, ancak onunla birlikte var olan, ancak ona cevaben kendini tepkisel bir şekilde gerekçelendirebilen; bireycilikte en az onun kadar ısrarcı diyalektik bir kutbundan başka bişey değildir bu eğilim. Toplumsal anarşizmin, komünalizmin ve liberter komünizmin -heterodoks marksizm de dahil- tüm eğilimlerinden kesinkes ayrı ele alınması gerekir.)
 ***
 Yıkıcı her eylem, -düzenin sarsılmaz olmadığını açığa çıkaracak bir yıkıcılık potansiyeli taşıyan en küçük eylem bile- kuşkusuz değerlidir. Ancak yıkıcı eylem sembolik anlamın ötesine geçmeyen jestlere indirgenemez. Yıkıcı eylem ritüel ya da eğlence değildir. Kuşkusuz ayaklanmalar da bazen bir kolektif eğlence halini alır, ama daha çok trajiktir. Bir eylemi neyin yıkıcı ve dönüştürücü yaptığının en açık ölçütü ise bıçak kemiğe dayandığında başını kaldırmış sıradan insanlarca mı yapıldığıdır. Çünkü onlar rutinleşmiş yaşamlarını bir anlığına da olsa başka bir noktaya getirir ve kendi yaşam düzenlerini değiştirirler. Başka bir dünyadan ses verirler. Tıpkı iki buçuk ay boyunca Ankara'nın orta yerinde sadece bir güvencesizler direnişini değil, kolektif bir hayatın ve dayanışmanın pratiğini yaşatan Tekel işçileri gibi. Yıkıcı eylemin kurucu gücü, kendisini protesto anının ritüelleşmiş coşkusu içine sıkıştırmamasıyla belli eder. Aksi halde sadece sürekli bir şimdiki zamanın içinde sıkışmış, geleceği daha da öteleyen bir ret şerhinden ibaret kalır.
 İsyan eden, başkaldıran birey korkudan özgürleşmeyi an be an yaşar. Kahraman olduğu ya da cesur olduğu için değil, kolektif başkaldırının adım adım insanları cesarete taşımasından dolayı. İsyan ile jesti, gençlik eğlencesini, orta sınıf bireyciliğinin varoluş bunaltısını aşmak için hafif tertip risk almasını da ayırt etmek gerek. 
 Sıkışmış yaşamlarımızdan nefes alabilmekle kalmayıp yeni bir hayat yaratabilmek için cendereyi kırmak, sıradan insanların gün be gün gerçekleştirdiği gündelik isyanlardan doğacaktır, ama öncü kültürünü özgürlükçü düşünceye sokuşturmaya çalışan mizansenlerden değil.

27 Nisan 2012 Cuma

Küfür üstüne notlar: “Şüyuu vukuundan beter”


Küfrün mantığı içinde, bu reelde gerçekleşmese de “sikerek cezalandırmanın", neden dilde gerçekleştiğini anlaşılır kılan bir şey yok Perihan Mağden’in Argo üstüne yazısında (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=252839) Hâlbuki garip bir şekilde, her sinkaflı (yani içinde “sikme tehdidi” içeren ve “sikmenin” bir "cezalandırma" olarak yansıtıldığı) küfür edimi sadece dilde gerçekleşse dahi, söyleyen de işiten de bu fiili bir gün gerçekleşmesi muhtemel bir tehdit olarak alabiliyor. Yani dil içinde gerçekleşen bu edim, hem küfür edende hem de edilende çok güçlü bir gerçeklik efekti yaratıyor. Edilen de eden de küfürden aynı sonucu çıkarıyor: Gerçekleşmemiş ama gerçekleşmiş kadar hedef aldığı kişiyi veya yakınlarını, erkeğin gerçekleştirme tehdidi savurduğu penetrasyon yoluyla "terbiye etmeyi" amaçlayan bir söylemsel performansın şiddeti, ve bunun yol açtığı ruhsal yara. Bu fiilen o anda gerçekleşmese dahi neden bu kadar ciddiye alınıyor? Erkeğin kendisini her daim aktif unsur olarak gördüğü cinsel birleşme eylemi, cinsel muhatabının hemen her zaman elde edilmesi, sahip olunması, yani mülk kılınması olarak görülmesinden kaynaklanıyor. Sadece bu kadar değil ama.
“Sikerek cezalandırmayı” içeren her bir küfürde tek bir şey vardır: erkeğin aktif partnerin ise pasif olarak görüldüğü cinsel birleşme eylemi, erkeğin her daim salt kendi hazzı için, ama muhatabın kimi durumlarda cezalandırılması için gerçekleştirildiği gerçeğinin dile yansıtılmasıdır. Bunun anlamı çok açık: 
 Tecavüz etmek.
 "Sikmek" yoluyla aşağılamak, hedef aldığı kişinin arzusu hatta varlığı hilafına onu nesneleştirerek, kendisinin geçici bir kölesi kılmayı ima ettiği için bu kadar yıkıcı oluyor. İşin acaibi, eden de edilen de bundan gerçekleştiğindeki kadar travmatize olmasa bile, o sözün sanki gerçekliğin kendisi kadar bir hükmü varmışçasına yoğun bir duygulanım yaşayabiliyor. Oysa ortada gerçekleşmiş tecavüz ve şiddet yok. (yani henüz yok, şimdilik, o esnada). Küfürde, tecavüz ve şiddet tehdidini, --ne kadar o bağlam içinde olanak ve olasılık dışı olsa bile--  bunu ima eden bir söylemsel tehdit var. Yaparım ederim. Hatta yapmış gibi: Yaptığımın… Ettiğimin… Bu çok acayip değil mi? Çünkü işiten bir erkekse, ve “erkeklik gururu” incinmişse, ya da “namusuna halel gelmişse” bu bir cinayet sebebi olabiliyor.
Dilin böylesine güçlü bir yıkıcı duygulanım yarattığı başka bir kullanımı var mıdır? Bilemiyorum. Ama sinkaflı küfür, gerçekten çok yıkıcı bir dilsel şiddet yayıyor. Üzerine iyice düşünmeden erkeklerin bunu anlamasının da çok kolay olmadığını düşünüyorum.  Zira erkeklerin hepsi, hayatlarının bir döneminde, konuşmayı ilk öğrendikleri zamandan başlayarak küfre yatkın hale getirilir, öğretilir ve hatta cinsel eylemin, tacizin, tecevüzün ne olduğunu bilmedikleri mini minnacık zamanlarında bile cinsellik hakkındaki tasavvur dünyalarının büyük bölümünü bu tür küfürler yoluyla edinirler. Bu yüzden küfür erkek muhabbetinde çok normalize bir durumdur. Küfrün ilk işi mülkleştirici cinsel eylemi, tacizi, tecavüzü ve eril şiddeti normalleştirmektir. İkili cinsiyetin katılaştırılmasına, heteronormatitivitenin sabitleştirilmesine yarar küfür.
O halde klasik küfür, argodan farklı olarak alay, ironi, aşağılama, lanetleme, komik gösterme değildir. Klasik erkek küfrü, yani sinkaflı küfür her zaman şiddet içeren bir tecavüz tehdidinin ya da imasının söylemsel icrasıdır. Bu durumda şunu sormak gerekiyor: Neden küfür bu kadar şiddetli bir duygulanım yaratıyor?
Demek, eden ve edilen için, bir insanın maruz kalabileceği en büyük tehdit olarak algılanıyor. Demek asarım, keserim, öldürürüm, yıkarım yakarımdan başka bir şey var burada. Düz anlamda şiddet söyleminde, kendisine tehdit oluşturduğu varsayılan ötekine karşı bir meydan okuma, diğerinin hayatına son vermeyi hedefleme ya da bunu arzuladığını beyan etme, ya da onun bedensel bütünlüğüne zarar verme tehdidi vardır. Yani bu tür tehditler ima eden türden küfür ya da hakaretler, karşıdakinin kendisiyle olan eşitsizliğinin ya gerçek ve haklı olduğunu ya da küfredenin, bu küfür yoluyla haber verdiği eyleminin sonrasında artık gerçek hale geleceğini ima ederek, içerideki yok etme duygusunun büyütülmüş, abartılmış bir dışavurumunu ortaya koyuyor. Ve kimi zamanda şiddet eylemine giden yolu açan cesaretlendirici bir etki yayıyor ya da bazen tersine şiddete giden yolun fiilen kapatılmasını sağlayan bir rahatlatıcı, bir emniyet valfi olabiliyor. 
Peki, sinkaflı küfür neden öldürmekten yok etme isteğinden daha büyük bir yıkıcı etki bırakıyor? O zaman şunu görebiliyoruz: bir erkek için cinsel eylem olarak kabul edilen duhul, hiçbir zaman sadece cinsel eylem değildir. Hatta hep daha fazlasını, hatta şunu içeriyor: başka bir varlığın üstünde egemenlik kurmanın en üst mertebesi. Ve tersi de doğru, bunun zor ve şiddet yoluyla yapılacağının iması, işitene başka her türlü tehditten daha tehditkâr, daha yıkıcı geliyor. savaşlarda veya işkenceli polis sorgularında tecavüzlerin olması tesadüf değildir. Çünkü kişinin kendi varlığının bütünlüğünün, alabileceği en büyük ve kapanmayacak, ya da iz bırakacak yara olarak görülür, bilinir yaşanır bu: bedeni üstünde eril duhul yoluyla kurulacak egemenlik. Bu yüzden bunun "sözü" eylemi kadar etkilidir. (Tecavüz ve tacize maruz kalanlardan özür dileyerek, bunları yazıyorum).
Ya da eskilerin tabiriyle: “şüyuu vukuundan beter.” Bu bire bir şu anlama geliyor küfür bağlamında: Eğer küfür edilmişse ve duyulmuşsa, o halde önemli olan orada savrulan tehdidin gerçekleşmiş olması değil. Sadece söylenmiş olması yani dilde bir kez sözel olarak icra edilip de herkes tarafından tahayyül edilebilmesi, gerçekleşebilecek potansiyel bir girişimin beyanı olarak kabul etmek için yeterlidir. O zaman biri bana küfrettiğinde, ben bunu bana birazdan gerçekleşecek, en kabul edilemez, en büyük yıkıcılıktaki saldırı altında kalmışlık olarak kabul eder ve karşılığını veririm. Tabi ki erkek bakış açısıyla. Sen benim anama küfredersin ben de bira bardağını kırıp yüzünü parçalarım. Çünkü şüyuu vukuundan beter. Çünkü söylenebilir olması, düşünülmüş olmasına denk ise, düşünülmüş olması yapılabilir olması anlamına gelir. Ve işte bu küfrün hakikatidir.
Söylenebilir olanın, tahayyül edilebilir ve bu yüzden de yapılabilir olmasının doğurabileceği korkunun herkesçe bilinir olması vardır küfrün altında. Yani dilin bir hakikati mümkün kılma gücü, dilin üstünde bir savaş alanı açar. Dilin hakikati dönüştürme, ve bu yüzden de bir başkasını yaralayabilme potansiyeli buradan geliyor. Sadece aktarıcı değil, hakikati inşa edici olmasından.
Demek istiyorum ki küfür gerçek bir tehdittir. Boş bir laf değildir. O anda orada küfür eden tarafından gerçekleştirilecek bir eylemi ima edip etmemiş olmasının hiçbir önemi yoktur. Bir yerlerde mutlaka şu anda gerçekleşiyor olan veya gerçekleşecek bir saldırının maşrulaştırılması, haklılaştırılması ve normalleştirilmesidir küfrü gerçek bir şiddet haline getiren.
Çünkü her erkek bilir ki tecavüz bir insana yapılabilecek en büyük şiddet içeren cezalandırma, bastırma, sindirme, aşağılama yok etme eylemlerinden birisidir. O yüzden dilde her gün sayısız kere tecavüz ederler, hem de gülerek, neşeyle. Karşısındaki, sevdiği sevmediği, iktidarını kurmasını engelleyen ya da tehdit eden, herkese her şeye. Sinkaflı küfür, sistematik olarak normalleştirilen tecavüzün ve eril şiddetin, ve sistemli şekilde sürdürülen eril tahakküm savaşımının en başta gelen aletidir. Küfür, dayakla birlikte, eril tahakkümün, hem erkeklerin kendi aralarındaki iktidar savaşlarının, hem kadına yönelik şiddetin, hem erkeklik ideallerinden saptığı varsayılan cinsel yönelimlerin hem cinsiyet kimlikleri şekillenmekte olan çocukların baskı altına alınmasının, söylemsel inşasının en tehditkâr ve yıkıcı silahıdır. Çünkü önemli olan söz konusu tehdidin gerçekleşip gerçekleşmemesi değil, her an gerçekleştirilebilir bir tehdit olarak orada hazır durmasıdır.
Küfür 'proletaryanın ağzında açmış kızıl bir karanfil' (Can Yücel) değildir. 

Anarşi kavramı

Bütün toplumsal ve psişik özgürleşmelerin ortak noktası, insanı birey ya da topluluk halinde tabi kılıp yönetilebilir bir varlığa indirgeyen...